İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

YURT DIŞINDAKİ VATANDAŞLARIMIZIN AİLE İLE İLGİLİ PROBLEMLERİ

 

Aile, ana, baba, çocuklar ve (aile biçimine göre) kan akrabalarından meydana gelen ekonomik ve toplumsal birlik şeklinde tanımlanır[1]. Toplumun çekirdeği ve en temel birimi olan aile, en eski sosyal müesseselerden olup, insanlığın devamı ve gelişmesi hususunda çok önemli fonksiyonlar üstlenmiştir. Ailenin en önemli ve belki de en başta gelen fonksiyonu, insan neslinin devamına hizmet etmesidir. Bunun yanında aile, dünyaya gelen çocukların beden, zihin ve ahlak bakımından sağlıklı ve dengeli yetişmelerinde önemli roller üstlenmekte, böylece insanlığın her bakımdan gelişmesine katkı sağlamaktır. Zira insanın fizyolojik, ruhsal, zihinsel ve ahlakî gelişmesi ancak, kadın ve erkeğin sürekli birlikte yaşamalarına, uzun yıllar bakıma muhtaç olarak yaratılan çocuklarını beslemeleri, her türlü tehlikeden korumaları, eğitmeleri, diğer maddi ve ruhsal ihtiyaçlarını karşılamaya birlikte çalışmalarına bağlıdır.[2]

Aile, fertler için hem dış çevrenin olumsuz şartlarından koruyucu, hem de eğitici ve yönlendirici ilk ocak hüviyetini taşımaktadır. Ailenin bu fonksiyonu yalnız içe dönük bir faaliyet olmayıp, genel olarak toplumsal ve ahlakî hayata da yansımaktadır. Şöyle ki, çocuğun, fiziki olarak gelişmesi için gereken uzun süreli bakımı yanında, toplumun, din ve hukuk gibi kurumların ileride kendisinden beklediklerini kazanması ancak aile tarafından sağlanabilir. Bu nedenle eğitimciler aileyi ilk ve en etkili eğitim kurumu olarak kabul etmektedirler.

Aile, dinî değer ve yaşayışın korunmasını, milli varlığın ve kültürün yaşamasını, geliştirilip devam ettirilmesini ve gelecek nesillere aktarılmasını sağlayan araçların en önemlisidir. Sonuç olarak çocukların, ruh ve beden sağlığı içinde doğup büyümesi, kişilik ve ahlak eğitimi, sosyalleştirilmesi ailesiz mümkün olmamaktadır.

Bütün bunların yanında aile, insanın verimliliği, mutluluğu, ruh ve beden sağlığını koruması için vazgeçilmez bir kurumdur. [3] Kur’an-ı Kerim’de, “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun varlığının ve kudretinin delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” buyurulmaktadır[4].

İnsanlık için ve toplum hayatında bu kadar önemli ve vazgeçilmez bir kurum olan aile; kendi ülkesinden kilometrelerce uzakta ve farklı bir kültür ortamında yaşayan vatandaşlarımız için ayrı bir anlam ifade etmektedir. Bu bağlamda, çocuk ve gençlerle ilgili problemler, içki, uyuşturucu, kumar gibi aileye yönelik tehdit oluşturan problemler, başka oturumlarda ele alınacağından bu tebliğde, ailenin kurulması, evlilik ve boşanma ile ilgili problemlere fıkhî açıdan yaklaşılacaktır. Bu çerçeveden olarak, eş seçiminde denklik, gayrimüslimlerle evlilik, anlaşmalı boşanma ve evlilikler ile artık günümüzde azalmakla birlikte hala karşılaşılabilinen terk edilmişlik konuları üzerinde durulacaktır.

a)      İslâm’a Göre Aile ve Nikah

Yeni bir aile, ancak sahih bir nikahla oluşur. Nikah, erkek ile kadının birlikte yaşama ve karşılıklı yardımlaşmalarına imkan veren ve taraflara karşılıklı hak ve ödevler yükleyen bir sözleşmedir[5]. Eşlerin meşru olarak birleşmesine imkan veren sahih bir nikah, şahitler huzurunda tarafların hür iradeleriyle yapmış oldukları irade beyanlarıyla vücut bulur. Günümüz hukukunda nikah, tam bir yaşama ortaklığına erişmek üzere bir erkekle bir kadın tarafından kurulan ve Devletin hukuk nizamınca kabul edilip düzenlenen daimî bir birlik şeklinde tanımlanmıştır[6].

Yurtdışındaki üçüncü kuşak diye nitelenen vatandaşlarımız arasında karşılaşılan problemlerden biri, gençlerin aile sorumluluğunu üstlenmekten kaçınmaları ve evlilik dışı birlikteliklerin artmasıdır. Halbuki aile, kişi ve toplum hayatında önemli bir yeri olan bir müessesedir. Daha önce de belirtildiği gibi, neslin devamı ve muhafazası, kişiyi haramdan koruması, huzur içinde ibadet etmesini sağlaması vb. pek çok dinî ve dünyevî faydaları bulunmaktadır. Bunun için nikah, medenî bir akit olmakla birlikte, bir tür ibadet olarak kabul edilmiş ve ibadet maksadıyla evlenmeyip bekar kalmaya tercih edilmiştir. [7]

Kur’an-ı Kerim’de, “İçinizden bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allâh onları lütfu ile zenginleştirir. Allâh lütfu bol olan, bilendir.” buyurulmak[8] suretiyle, ekonomik kaygıya düşülmeksizin bekarların evlendirilmeleri tavsiye edilmiştir. Rasûlullâh da, “Üç kişiye yardım etmek Allâh’ın taahhüdündedir; Allâh yolunda cihat eden, hürriyetini kazanmak için çalışan köle ve iffetini korumak için evlenen.” buyurmuştur[9]. Kur’an ve sünnetteki bu tavsiyeler evliliğin normal şartlarda mendup olduğunu göstermektedir. Zaten Hz. Peygamber de bunu açıkça ifade ederek; “Nikah benim sünnetimdir; sünnetimle amel etmeyen benden değildir. Evlenin çoğalın, ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla övüneceğim. Evlenmeye gücü yeten evlensin, gücü yetmeyen ise oruç tutsun. Zira oruç koruyucudur.” buyurmuştur[10].  Başka bir hadislerinde de, “Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir; utanma duygusu, güzel kokular sürmek, diş temizliği ve evlenmek[11] demekle, evlenmenin bütün peygamberlerin sünneti olduğunu açıklamıştır. Bu nedenle fakihlerin çoğunluğu, normal durumlarda evliliğin mendup olduğunu kabul etmişlerdir[12].

Evlilik mendup olmakla birlikte, tamamen terk edilmesi neslin kesilmesine yol açacağından, bütünüyle terk edilmesi caiz değildir. Bu bağlamda evliliğe kifâî vacip de denilebilir[13]. Zira, İslâmî hükümlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği ana gayelerden biri de neslin muhafazasıdır. Neslin varlığı ve korunması için de, evlilik meşru kılınmış, zina, iffete iftira, kürtaj yasaklanmıştır.[14]

Bunun yanında, evlenmediği takdirde gayri meşru ilişkiye gireceğinden korkan kişinin evlenmesi vaciptir[15]. İslâm dini zinayı kesin olarak yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerim’de, “Zinâya yaklaşmayın, çünkü o bir hayasızlıktır. O ne kötü bir yoldur[16]; “ahlaksızlığın açığına da gizlisine de yaklaşmayın[17] buyurulmaktadır. Ayetlerden de anlaşıldığı gibi, Kur’an’da sadece zina değil zinaya götüren sebepler de yasaklanmıştır. Buna göre zinadan kaçınmak farz olduğu gibi, zinaya götüren yolların tıkanması da farz kılınmıştır. Bu nedenle, evlenmediği takdirde zinaya düşeceğinden korkan kişinin evlenmesi vaciptir. Hz. Peygamber, “Gücü yeten evlensin; zira evlilik, gözü harama bakmaktan, kişiyi zinaya düşmekten korur. Evlenmeye gücü yetmeyen ise, oruç tutsun; çünkü oruç koruyucudur.” buyurmuştur[18].

Buna karşılık eş olarak vazifesini yerine getiremeyecek kişilerin, özellikle kadının evlilik hukukundan doğan haklarına riayet edemeyecek olan erkeklerin evlenmeleri ise mekruhtur; hatta zulmetmesi kesin olan durumlarda evlilik haramdır.[19] Zira evlilik, kişiyi haramdan korumak, huzurlu ibadet etmek, çocuk yetiştirmek gibi yararları sağlamak için meşru kılınmıştır. Vazifelerin yerine getirilmeyip, eşe zulmedilmesi ise, beklenen bu yararları yok ettiği gibi, haramı irtikap etmektir. Kur’an’da “Eğer yetimlerin hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikahlayın. Eğer adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız o takdirde bir tane alın veya sahip olduğunuz ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.[20] buyurulmaktadır. Bu da evliliğin adalete dayalı olarak meşru kılındığını göstermektedir.

b)      Denklik

Yurtdışındaki vatandaşlarımız açısından karşılaşılan problemlerden birisi de, eş seçimidir. Kültüründen kopmak istemeyen pek çok aile çocuklarını evlendirirken özellikle Türkiye’deki akrabalarından damat veya gelin adayı seçmektedir. Ülkemizde yaşanan ekonomik sıkıntılar ve batının refah düzeyinin yüksek olması ve batı ülkelerinde oturum izni elde etmek gibi sebeplerle, ayrı kültür çevresinde yetişmiş, birbirlerinin dillerini bile tam olarak anlayamayan, eğitim ve kültür seviyeleri denk olmayan çiftlerin evlendikleri, bunun sonucunda sağlıksız ailelerin kurulduğu görülmektedir.

Halbuki eşler arasında uyumun sağlanması ve huzurlu bir yuvanın kurulması için, tarafların dinî, iktisadî ve sosyal bakımdan birbirlerine denk olmaları gerekir. Bu nedenle İslâm bilginlerinin çoğunluğu, evlilikte denkliği şart koşmuşlar; velisinin izni olmaksızın evlenen kadının, eş olarak seçtiği erkeğin kendisine denk olmaması halinde, velisinin evliliğe itiraz ederek nikahı feshetme hakkına sahip olduğunu söylemişlerdir. Buna karşılık, Sevrî, Hasan Basrî, Kerhî gibi bazı bilginler, İslâm’ın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle, denkliğin evlilikte şart olmadığını belirtmişlerdir.[21]

Esasen Kur’an’da ve sahih Sünnette evlilikte denkliğin şart olduğu hususunda açık bir hüküm bulunmamaktadır. Bu, fakihlerin, içerisinde yaşadıkları sosyal şartları göz önünde bulundurarak, daha ziyade evlilikte uyumu sağlamak amacıyla kabul ettikleri bir tedbirdir. Bu nedenle günümüzde, eşlerin denk olmaması aileler için bir fesih gerekçesi olarak kabul edilmeyip nihaî seçimin taraflara bırakılması daha uygun olacaktır.

Bununla birlikte sağlam bir toplum için, ailenin sağlıklı ve sağlam temeller üzerine bina edilmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber, eş seçiminde, kişinin kendine uygun ve denk olanı tercih etmesini tavsiye etmişlerdir[22]. Bu itibarla, evliliğin devamı ve huzurlu bir yuvanın temini bakımından denkliğin aranması, faydalı bir unsur olarak kabul edilmelidir.

c)       Gayrimüslimlerle Evlilik

Karşılaşılan problemlerden biri de, vatandaşlarımızın, beşerî veya ekonomik sebeplerle evlenmek için bulundukları ülkenin vatandaşlarını tercih etmeleridir. Ayrı din ve kültür çevrelerine ait olan iki kişinin kurmuş olduğu aile ve dünyaya gelen çocuklarında önemli problemler yaşanmaktadır.

Dinimizde, Müslümanların gayrimüslimlerle evlenmelerine bazı sınırlamalar getirilmiştir. Kur’an’da Müslümanların müşriklerle evlenmeleri yasaklanmış; “İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan kadınlarla evlenmeyin. Allâh’a ortak koşan kadın hoşunuza gitse de, Mü’min bir cariye Allah’a ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan erkeklerle, kadınlarınızı evlendirmeyin. Allâh’a ortak koşan hür erkek hoşunuza gitse de, iman eden bir köle Allâh’a ortak koşan bir erkekten daha hayırlıdır… “buyurulmuştur[23].

Ehl-i kitap ile evlilik konusunda ise; erkek ile kadın ayrı mütalaa edilerek, Müslüman bir erkeğin ehl-i kitaptan olan kadınla evlenmesinin helal kılındığı Kur’an’da açıkça belirtilmiştir[24]. Buna karşılık Müslüman bir kadının, ehl-i kitaptan bir erkekle evlenmesinin ne yasak olduğu ne de caiz olduğu konusunda açık bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak İslâm bilginleri; Mekke’den hicret edip gelen kadınlarla ilgili olarak Mümtahine suresinde geçen “… Eğer onların mümin olduklarını anlarsanız, onları kafirlere geri göndermeyin. Bu kadınlar, o kâfirlere helal değildir. Onlar da bunlara helal olmazlar…[25] ifadesindeki “kâfir” kelimesinin, müşrik ve ehl-i kitap dahil olmak üzere tüm gayrimüslimleri içerdiği gerekçesiyle, ayrıca Maide suresinin 5. ayetinde ehl-i kitaptan olan kadınlarla evlenmenin helalliğinden bahsedilip erkeklerden bahsedilmemesinden hareketle Müslüman bir kadının ehl-i kitaptan da olsa gayrimüslim bir erkekle evlenmesinin yasak olduğunu söylemişlerdir.

İslâm Dîni, hükümlerinde, sosyal yapıyı, fertlerin psikolojik durumlarını da göz önünde bulundurmuştur. Evlilik ile ilgili hükümlerde bu açıkça görülmektedir. Kur’an’ın nazil olduğu dönemde olduğu gibi, çoğunlukla günümüzde de, erkekler kadınlar üzerinde otorite kurmaya çalışmakta ve kadınlar da çoğu zaman onlara tabi olmaktadırlar. Din konusunda da durum böyle olduğundan, gayrimüslimle evlenen kadın ve doğacak çocukları, din bakımından olumsuz yönde etkilenecektir. Nitekim bu gerçeğe Kur’an, “… Onlar ateşe çağırırlar, Allâh ise izniyle, Cennete ve bağışlamaya çağırır…” şeklinde işaret etmektedir[26]. Diğer taraftan toplumun kendini koruması ve varlığını devam ettirmesi için aile yapısının ve neslin korunması önemlidir. Zira toplumun temelini teşkil eden ve insanın en yakın ilişki içerisinde bulunduğu çevre ailedir.

Bu itibarla, Müslüman kadınların gayrimüslim erkeklerle evlenmeleri caiz değildir. Bu konuda günümüze kadar İslam fıkıh bilginleri arasında  herhangi bir görüş ayrılığı olmamış; bir nevi icma’ hasıl olmuştur.

Ancak, bu kısa açıklamadan hareketle, yurtdışındaki vatandaşlarımız açısından, “Müslüman erkeklerin gayrimüslimlerle evlenmeleri caizdir, kadınların ise caiz değildir” şeklinde bir sonuca ulaşmak isabetli olmayacaktır. Çünkü, kadınlar için zikredilen sakıncalar, özellikle günümüzde erkekler için de geçerlidir. Ayrıca kadınların çocuklar üzerindeki tesiri konusu da izahtan varestedir. Diğer taraftan, Müslüman erkekler gayrimüslimlerle evlenmelerine rağmen; kadınların, dini hassasiyetleri sebebiyle evlenememeleri mağdur olmalarına yol açmaktadır.

Nitekim Hz. Ömer, Müslüman erkeklerin fethedilen bölgelerindeki ehl-i kitaptan olan kadınlarla evlenip Müslüman eşlerini ikinci plana attıklarını görünce, bu tür evlilikleri yasaklamış ve uygulamaya, diğer Müslümanlara örnek ve temsil gücü fazla olan valisinden başlamıştır: Medâin Valisi Huzeyfe’den, Yahûdî olan karısını boşamasını istemiştir, Huzeyfe Halifeden bunun helal mi, haram mı olduğunu sorunca, “Hayır bu evlilik helaldir, fakat ecnebi kadınlar tatlı dilli olup aldatıcıdırlar; şayet siz onlarla evliliği kabul ederseniz, bu kadınlar sizin eşlerinize üstün gelirler” diye karşılık vermiştir. Bunun üzerine Huzeyfe karısını boşamıştır[27].

Hz. Ömer bu kararıyla, Müslüman kız ve kadınları düşünerek onların evlenmelerinin tehlikeye düşmesini önlemeyi amaçlamıştır[28]. Diğer taraftan ehl-i kitapla evliliklerin artmasına izin verilmesi, ailede çocuğun eğitilmesi ve toplumsal hayata katılmasında etkin olan kadının, birçok ailede çocukların gayrimüslim olmasına neden olacaktır.[29] Daha da ötesinde, yurtdışındaki yabancı kadınlarla yapılan evlilikler kültür farklılığı sebebiyle çok uzun ömürlü olmamakta ve mahkeme çoğunlukla çocukları anneye vermektedir. Bunun üzerine baba çocuğundan uzak kalmanın yanında dini yönden de kaybetme endişesiyle psikolojik bunalım yaşamakta, olumsuz sonuçlar doğmaktadır.

d)      Gayr-i Resmi Evlilikler ve Geçici Evlilikler

Çalışmak amacıyla yurtdışına giden birinci kuşak vatandaşlarımızın birçoğu, Türkiye’de evli oldukları halde, gittikleri ülkelerde gayri resmi olarak evlenmişlerdir. Bununla, hem geride bıraktığı eşinden ayrılmayıp bir gün ülkesine döndüğünde hazır bir yuva bulmayı; hem de çalıştığı ülkede bazı ihtiyaçlarını karşılamayı ve zamanı geldiğinde terk ederek ülkesine dönmeyi amaçlamışlardır. Bunun sonucunda da, aile içi problemler artmış ve parçalanmış aile çocukları ortaya çıkmıştır.

Erkek ile kadının birlikte yaşama ve karşılıklı yardımlaşmalarına imkan veren ve taraflara karşılıklı hak ve ödevler yükleyen bir sözleşme olması bakımından nikah bir hukukî işlemdir. Şartlarına uygun olarak gerçekleşen evlilik; dinin izin verdiği ölçüler içinde eşlerin birbirlerinden istifade etmelerinin helal hale gelmesi[30], hısım akrabalığı[31], nesep, miras[32], mehir[33], nafaka[34] gibi sonuçlar doğurmaktadır. Hukuken tanınmayan evlilikte, bu sonuçlar güvence altına alınamamaktadır.

Resmi evlilikten kaçınan kişi, bunu ya eşini mirasından mahrum etmek veya herhangi mali bir sorumluluğa katlanmaksızın keyfi olarak ayrılma amacıyla yapmakta, ya da hukûkî bir engel sebebiyle bu yola tevessül etmektedir. Eşini evlilikten doğan veya doğacak olan hukukî haklarından mahrum etmek için yapılan her türlü davranış zulümdür. Zulüm ise İslâm’da haram kılınmıştır.[35]

Diğer taraftan resmî nikahtan kaçınan kişinin, kendisinin adaleti sağlayacağını, evlilikten doğan hakları konusunda eşini mağdur etmeyeceğini ileri sürmesi de geçerli değildir. Zira her zaman eşlerin anlaşmazlığa düşmeleri ve hatta ayrılmaları muhtemeldir. Bu gibi durumlarda eşlerin hakları ancak hukuk yoluyla korunabilir. Ayrıca eşlerden birinin ölümü halinde de, ancak kanun vasıtasıyla haklar güvence altına alınabilir. Medenî Kanunun kabulünden önceki miras taksimi konusunda bilirkişi olarak, mahkemelerce Başkanlığımıza ve müftülüklere yapılan müracaatlarda, sadece tescil edilen evlilikler ve çocukların durumları sorulmaktadır. Görüldüğü gibi, tescil edilmeyen evliliklerde haksızlık, sadece kişinin kendisine değil kuşaklar sonraki çocuklarına kadar ulaşmaktadır. Bu da, hukukun tanımadığı evliliklerde, haksızlığın kesine yakın bir ihtimal dahilinde olduğunu göstermektedir. Eş olarak vazifesini yerine getiremeyecek kişilerin evlenmelerinin mekruh olduğu, daha da ötesinde zulmün kesin olması halinde evliliğin haram olduğu[36] göz önünde bulundurulduğunda, evlilikleri kayıt altına almak için getirilen şekil şartlarına uymayan evlenmelerin, haksızlığa sebep olacağı için caiz olmadığı söylenebilir. Bununla birlikte söz konusu evlilik, İslâm hukukunda aranan unsur ve şartları taşıyorsa geçerlidir. Başka bir ifadeyle taraflar, birliktelikleriyle zina etmiş olmazlar; ancak, meydana gelecek haksızlık ve zulümden dolayı dinen sorumludurlar.

Ailenin kişi ve toplum hayatı, hatta insanlık için üstlendiği önemli görevleri icra etmesi, bu müessesenin sürekliliğine, aile fertlerinin uyumluluğuna ve aralarındaki iş bölümüne bağlıdır. Evliliğin sadece nefsi arzuların tatmin aracı olarak görülmesi İslâm inancıyla bağdaşmaz. İşte bu sebeple İslâm dini, evliliğin devamlı olmak üzere kurulmasını öngörmüş ve akdin sıhhati için bunu şart koşmuştur. Geçici nikah, evlilik müessesesini, kadının onur ve itibarını da zedelemekte olup, İslâm’ın temel ilke ve amaçlarına da aykırıdır. Bu itibarla, evden uzak olmak gibi bir mazeretle geçici, yani uzun veya kısa bir zaman sonra ayrılmak üzere nikahlanmak caiz değildir.

e)       Boşanma ve Boşanmanın Sonuçları

Yurtdışındaki vatandaşlarımızın aile ile ilgili problemlerinden biri de boşanmalardır. Yapılan yanlış evlikler sürdürülemediği için boşanmalar meydana geldiği gibi, oturma izni almak için yurtdışındaki birisi ile evlenmek veya tazminat ve yardımlardan yararlanmak amacıyla, anlaşmalı olarak yapılan boşanmalar da meydana gelmektedir.

Eşlerin kurdukları yuvayı, ölünceye kadar yaşatmaları ve evliliğin ölümle son bulması esastır. Ancak eşler arası geçimsizlik bazen ileri dereceye ulaşır ve boşanma tek çare olarak görülebilir. Bu durumda boşanma, en son başvurulması gereken bir çaredir. Zira Hz. Peygamber, “Allâh katında en sevimsiz helâl, boşanmadır” buyurmuşlardır[37]. Kur’ân-ı Kerim’de de, boşanmadan önce evliliğin devam ettirilmesi için fedakarlıkta bulunulması, hoşnutsuzluk veya soğukluk halinde bile tarafların meselelerini konuşarak halletmeleri öğütlenmiş[38]; aralarındaki anlaşmazlık daha ileri safhaya gittiğinde, kadının ve erkeğin ailelerinden seçilen hakemler vasıtasıyla eşler arasındaki anlaşmazlığın giderilmesi yolu tavsiye edilmiştir[39]. Bununla birlikte bütün anlaşma yolları kapanmış ve evlilik hayatının sürdürülmesi imkansız hale gelmişse, boşanma en makul bir yol olarak meşru görülmüştür.

Boşanma, eşler için mutsuz bir evlilikten çıkış olsa da ailenin yıkımı demektir. Ayrılmanın kaçınılmaz ve gerekli olduğu durumlarda bile boşanmayla sorunlar bitmez. Boşanma, eşleri ekonomik yönden sarsar, ruhsal yönden örseler; toplumdaki durumlarını etkiler. Çocuklar üzerindeki olumsuz etkisi ise çok karmaşık sorunlar doğurur. Bu nedenle boşanma, evlilik öncesi özgürlüğe tam bir dönüş veya kurtuluş sayılamaz. Boşanmış eşler üzerinde yapılan bir araştırmada, boşanmış erkeklerde evli erkeklere göre beş kat yüksek oranda, boşanmış kadınlarda da evli kadınlara göre üç kat yüksek oranda ruhsal bozukluk tespit edilmiştir[40].

Boşanmaların büyük çoğunluğu evliliğin ilk yıllarında olduğundan çocukların hayatını da önemli ölçüde etkilemektedir. Kavgalı – gürültülü, tedirgin bir ailede yaşamaktansa ana babadan biriyle oturmak çocuklar için uzun sürede daha iyidir diye düşünülebilir. Ancak mutsuz bir evliliğin sonlanması, ne eşlerin ne de çocukların mutluluğunu sağlamadığı yapılan araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Babadan ilgi ve sevgi görmeyen çocuklarda, güvensizlik, öz saygısını yitirme, terk edilmişlik duygularının geliştiği görülmektedir. Eşinin desteğinden yoksun kalan anne, evin yükünü tek başına taşımak zorunda kaldığından çocuklarıyla ilişkisi de sağlıklı olmamaktadır. Yapılan araştırmalar, boşanmış aile çocuklarında ruhsal uyumsuzluk oranının yüksek olduğunu ortaya koymaktadır. Bu çocuklarda en sık görülen uyumsuzluklar, ruhsal çökkünlük, okul başarısızlığı, çeşitli davranış bozuklukları şeklinde karşımıza çıkmaktadır. [41]

Bu sebeple evliliğin çekilmez olduğu durumlarda, boşanma bir çıkar yol olmakla birlikte, en son baş vurulması gereken bir çaredir. Nitekim dinimizde boşanma, sevimsiz kabul edilmiştir[42]. Ve fakihlerin çoğunluğu boşanmanın, ancak zaruret veya ihtiyaç halinde meşru olduğunu vurgulamıştır.

Bu itibarla, boşanmanın veya evlenmenin bir çıkar aracı olarak kullanılması caiz değildir. Kur’an-ı Kerim’de evlenmenin ve boşanmanın bir baskı aracı olarak kullanılması yasaklanmakta, eşlerin birbirlerine iyi davranmaları tavsiye edilmektedir[43]. Hz. Peygamber de, evlenme ve boşanmanın şakasının olmadığını belirterek[44], dünyevi çıkarlar için boşanmanın caiz olmadığına işaret etmektedir.

f)       Anavatandaki Eşin Terk Edilmesi

Çalışmak amacıyla yurtdışına giden birinci kuşak vatandaşlarımızın pek çoğu, o dönemlerde ülkemizdeki eşini yalnızlığa terk ederek onlarla ilgilenmemişlerdir. Terk edilen eşler de, çaresizlik içinde yurtdışından eşlerinin geri dönmelerini beklemişlerdir.

Özellikle kadının, evlilikte zarar görmelerini önlemek amacıyla, bazı durumlarda mahkemeye müracaat ederek boşanmayı isteme hakkı bulunmaktadır[45]. Kocanın, imkanı olduğu halde eşinin nafakasını temin etmemesi durumunda, fakihlerin çoğunluğuna göre kadın mahkemeye müracaat etme hakkına sahiptir. Nitekim Kur’an’da, evliliğin ya güzellikle sürdürülmesi yada güzellikle ayrılması emredilip, zarar vermek için, baskı aracı olarak kullanılması yasaklanmaktadır[46]. Erkeğin eşinin nafakasını temin etmediği ve kendisiyle ilgilenmediği halde evliliği sürdürmeye çalışması, ayette yasaklanan “zarar vererek kadınları tutmak” kapsamında değerlendirilmelidir.

Aynı şekilde kadının, kocasının kendisini terk etmesinden dolayı uğradığı zarar sebebiyle de mahkemeye müracaat hakkı doğar. Hanefi ve Şafiîler kocanın sağ olduğunun bilinmesi durumunda evine dönmemesinin bir boşanma sebebi olmadığını söylemişlerdir. Buna karşılık Malikî ve Hanbelîler, meşru bir mazerete bağlı olmaksızın evini terk eden kişinin yeri belli ise, hakim kendisine belirli bir süre vererek ya geri dönmesini ya da eşini yanına almasını yazar. Süre sona erdiğinde geri dönmemişse veya eşini yanına almamışsa hakim boşanmalarına hükmeder. Kocanın yeri belli değil ise ve Malikîlere göre bir yıl, Hanbelîlere göre altı ay veya daha fazla sürerse hakim ayrılığa hükmedebilir.

Buna göre kadın, terkedilmişlikten dolayı veya gücü yettiği halde kocasının nafakasını temin etmemesinden dolayı mahkemeye müracaat etme hakkı bulunmaktadır.

Sonuç olarak; yurtdışındaki vatandaşlarımızın, dinî ve millî kimliklerini muhafazası açısından çok önemli yeri bulunan aile konusunda pek çok problemleri bulunmaktadır. Onların aile konusunda bilinçlendirilmesi amacıyla, ücretsiz olarak dağıtılmak üzere, yurtdışındaki problemlere yönelik bir broşür hazırlanması; ayrıca yine yurtdışına yönelik aile konusunda kısa metrajlı filimler hazırlanması uygun olacaktır.

[1] Ali Güler, “İlk Yazılı Türkçe Metinlerde Aile ve Unsurları”, (Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi), I/69; Ömer Demirel, Adnan Gürbüz, Muhiddin Tuş, “Osmanlılarda Ailenin Demografik Yapısı”, (Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi), I/97.

[2] Bk. Engin Gençtan, Çağdaş Yaşam ve Normal Dışı Davranışlar, s. 93-97; Mustafa Çağrıcı, “İslâm Düşüncesinde Aile Ahlakı”, (Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi), I/344.

[3] Bk. Baltacıoğlu, Sosyoloji, s. 298-299; Çağrıcı, “İslâm Düşüncesinde Aile Ahlakı”, (Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi), I/344-345; Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, III/319-320.

[4] Rûm 30/21.

[5] Ebu Zehra, el-Ahvâlu’ş-Şahsiyye, 17; Sıbâî, el-Ahvâlu’ş-Şahsiyye, I/33-34; Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, I/233; Aktan, “İslâm Aile Hukuku” (Sosyo Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi) II/398.

[6] Feyzioğlu, Aile Hukuku, 83; Velidedeoğlu, Aile Hukuku, 44; Schwarz, Aile Hukuku, 27.

[7] Buhârî, Nikah, 1, (H.No: 4675); Müslim, Nikah, 1, (H.No: 2487); Nesâî, Nikah, 4, (H.No: 3165); İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, III/184; Babertî, İnâye, III/184-185.

[8] Nur 24/32.

[9] Tirmizî, Fedâilu’l-Cihat, 20, (H.No: 1579); Nesâî, Nikah, 5, (H.No: 3166); İbn Mâce, Ahkam, 96, (H. No: 2509).

[10] İbn Mâce, Nikah, 1, (H.No: 1836).

[11] Tirmizî, Nikah, 1, (H.No: 1000).

[12] Kâsânî, Bedâi’, II/228-229; İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, III/187-189; Mevsîlî, el-İhtiyâr, III/82; İbn Kudâme, el-Muğnî, VII/334-335; İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, VII/335; Şîrâzî, Mühezzeb, II/34; İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, II/2; Sıbâî, el-Ahvâlü’ş-Şahsiyye, I/46; Ebu Zehra, el-Ahvâlu’ş-Şahsiyye, 23-24.

[13] Kâsânî, Bedâi’, II/228-229.

[14] Ebu Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, 314-315; Zeydan, Fıkıh Usulü, 493-495; Zekiyyüddin Şa’bân, İslâm Hukuk İlmin Esasları, 351.

[15] Kâsânî, Bedâi’, II/229; İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, III/187-189; Mevsîlî, el-İhtiyâr, III/82; İbn Kudâme, el-Muğnî, VII/334; İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, VII/335; İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, II/2; Ebû Zehra, el-Ahvâlü’ş-Şahsiyye, 22; Sıbâî, el-Ahvâlü’ş-Şahsiyye, I/45.

[16] İsrâ 17/32.

[17] En’âm 6/151.

[18] Buhârî, Savm, 10, (H.No: 1772), Nikah, 2-3, (H.No: 4677-46789; Müslim, Nikah, 1, (H.No: 24585-2486); Tirmizî, Nikah, 1, (H.No: 1001).

[19] İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, III/187; Mevsîlî, el-İhtiyâr, III/82; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, III/126; İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, II/2; Ebû Zehra, el-Ahvâlü’ş-Şahsiyye, 22-23; Sıbâî, el-Ahvâlü’ş-Şahsiyye, I/47-49.

[20] Nisa 4/3.

[21] bk. Kâsânî, Bedâi’, II/317 vd.; İbn Humam, Fethu’l-Kadîr, III/291 vd.; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, III/164 vd.; Şîrâzî, Mühezzeb, II/38; İbn Kudâme, Muğnî, VII/371 vd.

[22] bk. İbn Mâce, Nikah, 46; Mecma’u’z-Zevâid, Nikah, 33; Buhârî, Nikah, 16: Müstedrek, Nikah, 16.

[23] Bakara 2/221.

[24] Maide 5/5.

[25] Mümtahine 60/10.

[26] Bakara 2/221.

[27] Muhammed Baltacı, Menhecü’l-Ömer b. el-Hattab fi’t-Teşrî’, (Hayri Erten, “Hz. Ömer Döneminde Sosyal Yapı ve Değişme”, Marife c.1, sy.1, s.184-185), s.302-303.

[28] Mustafa Fayda, Hz Ömer Zamanında Gayr-i Müslimler, (Hayri Erten, “Hz. Ömer Döneminde Sosyal Yapı ve Değişme”, Marife c.1, sy.1, s.185), s.303.

[29] Hayri Erten, “Hz. Ömer Döneminde Sosyal Yapı ve Değişme”, Marife c.1, sy.1, s.185.

[30] Mü’minûn 23/5-6.

[31] Nisa 4/23.

[32] Nisa 4/12.

[33] Bakara 2/237, 241; Nisâ 4/4, 20, 24, 25; Mâide 5/5

[34] Talâk 65/7; Nisa 4/19; Bakara 2/233.

[35] “(Resûlüm!) Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim 14/41); “Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır. İşte acıklı azap bunlaradır.” (Şûrâ 42/42); “Allâh Teala şöyle buyurur: Ey kullarım! Zulmü kendime ve size haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyiniz (…)” (Müslim, Birr, 15, (H.No: 2577)); “Zulümden sakının, zira zulüm kıyamet gününde zulumâttır.” (Müslim, Birr, 15, (H.No: 2578-2579); Tirmizî, Birr, 82, (H.No: 2030)); “Zarar ve zarara karşılık zarar yoktur.” (İbn Mâce, Ahkam, 17, (H.No: 2340-2341); Muvatta, Ekdiye, 34, (H.No: 1234)).

[36] İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, III/187; Mevsîlî, el-İhtiyâr, III/82; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, III/126; İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, II/2; Ebû Zehra, el-Ahvâlü’ş-Şahsiyye, 22-23; Sıbâî, el-Ahvâlü’ş-Şahsiyye, I/47-49.

[37] Ebû Dâvûd, Talâk, 3.

[38] Nisâ, 4/19, 34, 128.

[39] Nisâ, 4/35.

[40] Atalay Yörükoğlu, Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, s. 108.

[41] Atalay Yörükoğlu, Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, s. 108-110.

[42] Ebû Dâvûd, Talâk, 3.

[43] bk. Bakara 2/231; Nisa 4/3, 19, 34, 128.

[44] İbn Mâce, Talâk, 13; Tirmizî, Talâk, 9; Ebû Dâvûd, Talâk, 9.

[45] İbn Kudame, Muğni, VII/185-208, VIII/204; İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, II/41.

[46] Bakara 2/231.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir