İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Özet Olarak İslam (Sosyal Hayat)

 

Üçüncü Bölüm

İslâm ve Sosyal Hayat

A. Sosyal İlişkiler ve Çevredekilere Karşı Görevler

B. Aile

C. Akraba ve Yakınlarla İlişkiler

D. Diğer İnsanlarla İlişkiler

E. Kadın.

F. Çevre Bilinci

G. Helâl ve Haram

H. Helal Kazanç.

I. Ticaret Ahlakı

İ. İşçi – İşveren İlişkileri

J.  Bir mü’minin günlük hayatı

K. İnsan Hakları

L. Cihat anlayışı

M. Terör

N. Güzel Ahlak ve Hz. Peygamberin Örnek Oluşu.

 

 

 

 

 

 

Üçüncü Bölüm

İslâm ve Sosyal Hayat

A.    Sosyal İlişkiler ve Çevredekilere Karşı Görevler

İslam dininin temel hedefi, insanların dünyada huzur, güven ve mutluluk içinde yaşaması, ahirette de ebedi saadete ulaşmasıdır. Bireyin gerçek anlamda huzur ve mutluluğu elde edebilmesi için gerekli olan ve Allâh ile, diğer insanlar ve çevresiyle ilişkilerini düzenleyen prensipler İslâm’da mevcuttur. Aile bireylerine karşı davranışlardan, akraba, komşu, arkadaş, dost ve diğer insanlarla ilişkilere; iş hayatından sosyal ve toplumsal ödev ve sorumluluklara kadar her alanda dinin emir, yasak ve tavsiyelerine uymak, Müslümanlığın en önemli göstergelerindendir. İbadetlerini yerine getirdiği halde sosyal ilişkilerinde doğru, dürüst, haktan yana ve adil davranmayan kişi, iyi bir Müslüman değildir.

Kur’an’da, imanın zikredildiği hemen her yerde, olumlu anlamdaki sosyal ilişkileri de içine alan ‘salih ameller’den söz edilmesi, İslâm’ın sosyal ilişkilere verdiği önemi ortaya koymaktadır. Hz. Peygamberin hadislerinde de, bir çok güzel iş ve davranış inancın gereği olarak değerlendirilmektedir. İslam dini bireysel dindarlığın ötesinde, sosyal ödevler ve sorumluluklar alanında çok önemli ilkeler ortaya koymuştur. ‘İyilik ve İslâmî sorumluluk bilinci üzere yardımlaşma ve dayanışma, kötülük ve düşmanlığa ise asla arka çıkmama ve yardımcı olmama’[1]; toplumda iyiliklerin ve güzelliklerin hakim hale gelmesi ve yaygınlaştırılması, kötülüklerin ve haksızlıkların önlenmesi ve ortadan kaldırılması ve böylece erdemli bir toplum oluşturulması için çalışma[2] bunlardan bazılarıdır.

İslam dini, kişinin çevresine karşı duyarlı davranmasını ve kendinden önce başkalarını düşünmesini sağlayacak, İslâmî sorumluluk bilinci, diğerkamlık, ihsan, ihlas, sadâkat, ahde vefa, iffet ve haya gibi pek çok ilke ortaya koymuştur. Buna karşılık, kişinin çevresine duyarsız kalmasına yol açacak ve hatta çevresine zarar vermesine sebep olacak bencillik, cimrilik, haksızlıklar karşısında sessiz kalma ve duyarsızlık gibi nitelikleri de yasaklamıştır.

B.     Aile

Toplumun çekirdeği ve en temel birimi olan aile, en eski sosyal müesseselerden olup, insanlığın devamı ve gelişmesi hususunda çok önemli fonksiyonlar üstlenmiştir. Ailenin en önemli ve belki de en başta gelen fonksiyonu, insan neslinin devamına hizmet etmesidir. Bunun yanında aile, dünyaya gelen çocukların beden, zihin ve ahlak bakımından sağlıklı ve dengeli yetişmelerinde önemli roller üstlenmekte, böylece insanlığın her bakımdan gelişmesine katkı sağlamaktadır.[3]

Aile, fertler için hem dış çevrenin olumsuz şartlarından koruyucu, hem de eğitici ve yönlendirici ilk ocak hüviyetini taşımaktadır. Çocuğun, toplumun beklentisi doğrultusunda din ve hukuk kurallarına saygılı bir şekilde yetişmesi ancak aile ile sağlanabilir. Bu nedenle eğitimciler aileyi ilk ve en etkili eğitim kurumu olarak kabul etmektedirler.

Aile, dinî değer ve yaşayışın korunmasını, milli varlığın ve kültürün yaşamasını, geliştirilip devam ettirilmesini ve gelecek nesillere aktarılmasını sağlayan araçların en önemlisidir. Sonuç olarak çocukların, ruh ve beden sağlığı içinde doğup büyümesi, kişilik ve ahlak eğitimi, sosyalleştirilmesi ailesiz mümkün olmamaktadır.

Bütün bunların yanında aile, insanın verimliliği, mutluluğu, ruh ve beden sağlığını koruması için vazgeçilmez bir kurumdur. [4] Kur’an-ı Kerim’de, “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun varlığının ve kudretinin delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için ibretler vardır.” buyurulmaktadır[5]. Kur’an’da evlilik ve ailenin Allah’ın varlığının delili olarak kabul edilmesi, İslâm’ın aile kurumuna verdiği önemi göstermekte, aynı zamanda evliliğin fıtratın gereği olduğuna işaret etmektedir.

Sağlam bir toplum, huzurlu ve sağlıklı bir yuva için, ailenin sağlam temeller üzerine kurulması gerekir. Ailenin kişi ve toplum hayatı, hatta insanlık için üstlendiği önemli görevleri yerine getirmesi, bu kurumun sürekliliğine, aile fertlerinin uyumluluğuna ve aralarındaki iş bölümüne bağlıdır. Aile yuvası, eşine ve çocuklarına bağlılığı, yuvanın mutluluğuna katkıda bulunmayı kendi istek ve tutkularının üstünde tutan fedakar kadın ve erkek tipinin buluştuğu yerdir. Kalıcı mutluluk ve huzur böyle bir yuva ile sağlanabilir. Evliliğin sadece nefsi arzuların tatmin aracı olarak görülmesi İslâm inancıyla bağdaşmaz. İşte bu sebeple İslâm dini, evliliğin devamlı olmak üzere kurulmasını öngörmüş; bunu sağlamak amacıyla kişinin kendine uygun ve denk olan eşi seçmesini tavsiye etmiştir[6].

Ailenin devamı için de, oldukça önemli prensipler ortaya konmuştur. Aile içinde, sevgi, saygı ve nezaket; hoşgörü ve anlayış;  haklara saygı; iffet, haya, sadakat, vefa ve güven; doğruluk, dürüstlük ve içtenlik; dengeli ve itidalli olmak tavsiye edilmiş, ailenin yıkılmasına yol açabilecek şiddet; çatışma ve sürtüşme; hoşgörüsüzlük; haklara saygısızlık; sadakatsizlik, iffetsizlik ve hayasızlık; iki yüzlülük ve samimiyetsizlik yasaklanmıştır.

Kur’ânı kerim’de kadınlarla güzel geçinme emredilmiştir[7]. Ailenin huzurlu bir şekilde ayakta kalması, samimiyet ve içtenlikle mümkündür. Ailede bireylerin maddi ihtiyaçları, bir şekilde giderilebilir veya karşılıklı anlayışla bunların yoklukluğu göğüslenebilir. Ancak sevgi, hoşgörü ve samimiyetin bulunmadığı bir yuvada, maddi ihtiyaçlar karşılansa bile huzura kavuşulamaz. Hz. Peygamber, “Mü’minler arasında imanı en kusursuz olan, ahlakı en güzel olandır. Ahlak bakımından en iyiniz de, ailesine karşı en iyi olandır” buyurmaktadır[8].

C.    Akraba ve Yakınlarla İlişkiler

İslam dininde akrabalık bağlarının korunması, önemli görevlerden biridir. Buna karşılık akrabalar ile ilişkilerin kesilmesi ise, büyük günahlardandır. Yüce Allâh Kur’ân-ı Kerim’de, yakınların korunup gözetilmesi, onlara yardım edilmesi ve akrabalık bağlarının koparılmaması hususunda uyarılarda bulunmuş; “… Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının…” (Nisa, 4/1), “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa haklarını ver, fakat saçıp savurma.” (İsra, 17/26) buyurmuştur.

Akrabalık bağlarını korumanın Yüce Allah’la irtibatı sağlam tutmaya vesile olacağına işaret eden Hz. Peygamber, “… Sıla-i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzamadır.” buyurmuştur[9]. Başka bir hadislerinde de, “Büyüklerimizi saymayan, küçüklerimizi sevmeyen bizden değildir” buyurmuştur[10]. Büyük denince, ilk önce akla anne ve baba; küçük denince de çocuklar gelir.

İnsanın, Allâh’a iman ve ibadetten sonra en önemli ödevi, ana ve babasına saygı, sevgi ve ilgi göstermesidir. Kur’an’da, “Biz insana, anne ve babasına iyi davranmasını emrettik…” buyurulmaktadır (Ahkaf 46/15). Çocuklar küçük olsun, büyük olsun anne ve babalarına itaat ve hürmette kusur etmemelidir. Hayatın çeşitli zorlukları içinde onları büyütüp, her sıkıntıya katlanan anne ve babalar, her bakımdan hürmet ve itaate layıktırlar. Kur’an-ı Kerim’de, “Allâh Teâlâ’ya ibadet”ten sonra, anne-babaya itaatin, onlara iyi davranmanın emredilmesi, konunun önemini göstermektedir[11].

Anne ve babaya karşı yerine getirilmesi gereken birçok görev vardır. Onların maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak, onlara huzurlu bir ortam sağlamak için çalışmak, haram olmayan konularda isteklerini yerine getirmek, ibadetlerine yardımcı olmak, haklarında hayır duada bulunmak, onların itibarlarını korumak, onları incitecek fiil ve davranışlardan uzak durmak, vasiyetlerini yerine getirmek, öldükten sonra dostlarıyla ve sevdikleriyle ilişkiyi devam ettirmek onlara karşı vazifelerimizdendir.

Ana-babaya karşı gelmek ise büyük günahlardan kabul edilmiştir[12]. Hz. Peygamber,  onlara itaat ve ikram etmenin Cennet’e, isyan ve saygısızlık etmenin ise Cehennem’e girmeye sebep olacağını bildirmiş[13]; anne-babası yanında ihtiyarladığı halde Cennet’i kazanamayanları ise kınamıştır[14]. “Rabbın rızası, ana-babanın rızasına, öfkesi de onların öfkesine bağlıdır.” hadisi[15], ahireti kazanmanın onlara itaatten geçtiğini açıkça göstermektedir. Zira anne ve babanın çocuğu hakkındaki duası makbuldür[16].

Bunun yanında, ana-babasına isyan eden kişi, sadece ahirette değil, dünyada da karşılığını görecektir[17]. En azından aynı kötü muameleye kendisi de maruz kalacaktır. Nitekim Hz. Peygamber “Babalarınıza iyi davranın ki, çocuklarınız da size iyi davransın …” buyurmuştur[18].

Çocukları sevmek de, onların eğitimini güzel yapmak, dünya ve ahiret için hazırlamakla olur. Anne ve baba, çocuklarının bedenen ve ruhen güzelce yetiştirilip insanlığa yararlı bir üye haline gelmeleri için ellerinden geleni yapacaklardır. Bunun için de öncelikle kendilerinin güzel örnek olmaları, çocuklarına haram lokma yedirmemeleri, eğitimleriyle ilgilenip doğru ve faydalı bilgi vermeleri gerekir.

Ancak büyükler, ana-babadan ibaret olmadığı gibi küçükler de çocuklardan ibaret değildir. Ana-babanın yanında büyükanne-büyükbabalar, ağabeyler, ablalar, amcalar, halalar, dayılar, teyzeler, komşu amcalar, komşu teyzeler, komşu ağabeyler, komşu ablalar… büyüklerimizden olduğu gibi, nerede olursa olsunlar yaşlılar, öğretmenler, devlet görevlileri de büyüklerimizdendir. Müslüman bunların hepsine saygı gösterir.

Yüce Allâh, Kur’an’da komşulara sevgi, saygı ve ilgi gösterilmesini emretmektedir[19]. Hz. Peygamber de, “Cebrail bana komşular hakkında o kadar ısrarlı tavsiyelerde bulundu ki, komşu komşuya varis olacak sandım.[20]; başka bir hadiste de, “Allâh’a ve ahirete iman eden komşusunu rahatsız etmesin.” buyurmuştur[21]. Bir defasında üç defa tekrar ederek “vallâhi kamil mü’min değildir” diye yemin etmiş; “kim” diye sorulunca da, “komşusu, şerrinden emin olmayan kimse” buyurmuştur[22].

Güzel ahlakın göstergelerinden biri de, misafire saygı, sevgi ve ilgi göstermek, misafiri ağırlamaktır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz, “Allâh’a ve Ahiret gününe iman eden misafirine ikram etsin” buyurmuştur[23]

D.    Diğer İnsanlarla İlişkiler

İslâm dini, diğer insanlarla ilişkilerde samimiyet, güler yüz, tevazu, fedakarlık, ahde vefa, dürüstlük ve sadakat öngörmektedir. Başta aile bireyleri olmak üzere akraba, komşu ve diğer insanlarla; sevgi, saygı ve güven esasına dayanan iyi ilişkiler kurulmalıdır. Hz. Peygamber “Mümin kendisiyle iyi geçinilen kimsedir. Başkasıyla kaynaşmayan ve kendisiyle iyi geçinilmeyen kişide hayır yoktur.” buyurmuştur[24].

Hz. Peygamber, birbirimizi sevmeyi imanın gereği olarak kabul etmiş ve “İmân etmedikçe Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de kamil bir imana sahip olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi?.. Aranızda selamı yayınız” buyurmuştur[25]. Başka bir hadisinde de bu sevginin ölçüsünü şöyle açıklamıştır: “Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada ve merhamette, bir vücut gibidir. Bir organ rahatsız olduğunda, diğer organlar da onunla birlikte ateşlenir, uykusuz kalırlar.” [26]

Sevginin göstergelerinden biri, sevilenin hakkına saygı duymak, ona zarar verecek söz ve davranışlardan uzak durmaktır. Nitekim Hz. Peygamber, yanında çokça namaz kılıp, oruç tutan ve sadaka dağıtan, fakat söz ve davranışlarıyla komşularını inciten kadından bahsedildiğinde, “o kadın Cehennemdedir” buyurmuştur[27]. Başka bir hadiste ise, “Komşusu, zararlarından emin olmayan kimse cennete giremez.” demiştir[28].

İslâm dini, fert ve toplum haklarına yönelik bütün tecavüz çeşitlerini yasaklamıştır. Bu çerçeveden olarak, kişisel çıkarlar uğruna toplum menfaatlerini çiğnemek, başarılamayacak işlere talip olmak, görevi kötüye kullanmak, rüşvet ve faiz almak, karaborsacılık yapmak, kamu veya şahıs menkul ve gayri menkullerini zimmete geçirmek, alışveriş ve ticarette hile yapmak, aldatmak, sövmek, dövmek, kalp kırmak, gıybet etmek, iftira atmak, kişilerin şahsiyetlerine ve namuslarına dil uzatmak, yalan söylemek, haksız yere baskıda bulunmak, topluma zarar veren sonuçlar doğuran çirkin ve yüz kızartıcı işleri yaparak kötü örnek olmak haram kılınmıştır.

Müslüman uyumlu, uyum sağlanılan ve kendisinden kötülük beklenilmeyen insandır[29]. Nitekim Hz. Peygamber “Sizin en iyiniz kendisinden iyilik beklenen ve kötülüğünden emin olunandır. Sizin en kötünüz de, kendisinden iyilik beklenmeyen, kötülüğünden de emin olunmayandır” buyurmuştur.[30]

Kişi kendisine kötü davranıldığında dahi, güzellikle karşılık vermelidir. Atalarımız;

“İyiliğe kötülük şer kişinin kârı,

İyiliğe iyilik her kişinin kârı,

Kötülüğe iyilik er kişinin kârı”

demişlerdir. Zira güzel ahlak; mahrum edene vermek, ilgiyi kesene alaka göstermek, zulmedeni affetmektir. Kur’an’da da, “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir” buyurulmaktadır (Fussilet 41/34).

Sosyal ilişkilerde İslâm’ın öngördüğü kurallardan biri de, iyilikte yardımlaşmaktır. Kur’an’da, “İyilik ve takvâda yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” buyurulmaktadır (Maide 5/2). Hz. Peygamber de, Müslümanların yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri konusunda onları, tuğlaları birbirine kenetlenmiş, ayakta durması için bir kısmı diğerini destekleyen binaya benzetmiştir[31].

Allâh’ın rahmetini, yardımını ve rızasını isteyen kişinin, mutlaka ihtiyaç sahiplerine yardım elini uzatması gerekir[32]. Zaten bu aynı zamanda dini bir ödev, toplumsal bir sorumluluktur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de zenginin malında fakirin hakkının bulunduğu bildirilmektedir[33].  Zenginlerin, ihtiyacını giderecek miktarı fakire vermesi farzdır. Eğer fakirler aç, bîilâç kalacak olurlarsa, Allah, zenginleri bundan sorumlu tutacaktır. Nitekim Hz. Peygamber üç defa yemin ederek, “gerçekten iman etmiş olmaz” der. Ashap, “kim ey Allah’ın Elçisi!?” diye sorunca, “Komşusunun yanı başında  aç olduğunu bildiği halde kendisi tok olarak geceleyen kişi” diye cevap verir[34].

Müslümanların birbirlerine karşı sorumlu oldukları yardımlaşmanın bir şekli de ödünç vermektir. Dinimizde borç vermek, Allâh rızasına erdirecek bir amel olarak kabul edilmiştir. Zira bu, insanların karşılıksız olarak ihtiyacını karşılar, maddî bunalımları giderir. Bunun için Hz. Peygamber borç vermenin sadakadan daha güzel, daha faziletli olduğunu bildirmiştir[35]. Allâh rızası için borç vermek Kur’an-ı Kerim’de, Allâh’a borç vermek gibi kabul edilmiş ve karşılığının kat kat ödeneceği haber verilmiştir.[36]

Yardımlaşma sadece maddî alanda ve ihtiyacın karşılanması yönünde olmaz. Kişinin kötülük yapmasına engel olmak da ona yardım etmektir. Allâh’ın Rasulü; “Zalim de mazlum da olsa kardeşine yardım et.” buyurur. Bunun üzerine, “yâ Rasulallah, mazluma yardım etmeyi anlıyoruz fakat, zalimse nasıl yardım ederiz?” diye sorulunca, Hz. Peygamber, “Onu zulümden alıkoyarsan, bu da ona yardımdır” buyurur.[37]

Hz. Peygamber insanların toplumsal sorumluluklarına işaret etmek üzere bir gemiyi paylaşan ve bir kısmı üstte, bir kısmı altta bulunan insanları örnek vermiştir. Altta bulunanlar, su ihtiyaçlarını karşılamak için gemiyi delmek istediklerinde üsttekiler buna mani olmazlarsa gemi batar ve hepsi birden boğulurlar; eğer mani olurlarsa hepsi de kurtulurlar demiştir[38].

E.     Kadın

Kadın ve erkek eşit ve birbirini tamamlayan varlıklardır. Gerek varlık olarak, gerekse dinî sorumluluk, hukukî ehliyet, temel hak ve hürriyetler bakımından ilkesel bazda kadın erkek ayrımı söz konusu değildir; her ikisi de eşit derecede Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına muhataptır. Erkek olsun kadın olsun, bütün insanlar yeryüzünü imar etmek ve orada Allah’a kulluk etmekle yükümlüdürler. İslâm’da insanlık ve Allah’a kulluk bakımından kadınla erkek arasında bir fark bulunmadığı gibi temel hak ve sorumluluklar açısından da kadın erkek ayrımı bulunmamaktadır.

Kadına hiçbir değerin verilmediği, kız çocuğuna sahip olmanın utanç verici bir durum kabul edildiği, bu nedenle bazen kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir dönemde İslâm, davetin başladığı ilk yıllarında kadını muhatap olarak kabul etmiş, bu konuda kadın erkek arasında herhangi bir ayrım yapmamıştır (bk. Leyl 92/3-10).

Kur’an’da yer alan “sizler birbirinizdensiniz” (Âl-i İmrân 3/195); “mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdırlar” (Tevbe 9/71); “onlar size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz” (Bakara 2/187) ifadeleri, kadınla erkeğin birbirine denk ve birbirini tamamlayan iki unsur olduğunu vurgulamaktadır. Nahl sûresinin 97, Ahzab suresinin 35. âyetlerinde, kadın-erkek ayırımı yapmadan inanıp iyi iş işleyenlerin, en güzel şekilde mükafatlandırılacakları bildirilmektedir.

Mücadele sûresinde, örnek Müslüman kadının siyasi otorite nezdinde hakkını elde edebilmek için gösterdiği çaba anlatılmaktadır[39]. Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in kadınlardan biat almasının zikredilmesi[40], İslâm’da kadının iradesinin  bağımsızlığını açık bir şekilde  ortaya koymaktadır. Bu itibarla kadın olmak, hak ehliyetini ve fiil ehliyetini daraltan bir sebep değildir. Sahip olduğu hakların, kocası ya da başkası tarafından ihlal edilmesi halinde kadının hakime başvurarak haksızlığın giderilmesini isteme hakkı bulunmaktadır.

İslâm’a göre, kural olarak kadın, ev içinde ve dışında çalışabilir; ailesinin ihtiyaçlarını sağlamada kocasına yardımcı olabilir. Şartlara ve ihtiyaçlara göre, aile hayatında eşlerin rollerinin değişmesi de mümkündür. Önemli olan hayatın huzur ve düzen içinde geçmesi, ihtiyaçların karşılanmasında bireylerin imkan ve kabiliyetlerine uygun sorumlulukları dengeli şekilde üstlenmeleridir. Bazı kaynaklarda yer alan Hz. Peygamber’in, evin iç işlerini kızı Hz. Fatıma’ya, dış işlerini ise damadı Hz. Ali’ye yüklemiş olması[41], Müslümanlar için bir aile modeli oluşturma amacına yönelik bağlayıcı bir kural değil, ihtiyaç, örf ve adete dayalı tavsiye niteliğinde bir çözümdür. Kaldı ki, ev hanımının ailesine ve topluma katkıları küçümsenemeyecek kadar önemli bir iştir.

Kadın, malî ve ticarî alanlarda erkeklerle eşit konumda olup, kadın olması sebebiyle herhangi bir kısıtlamaya maruz değildir; ticaret ve borçlar hukuku alanında erkeklerin sahip oldukları bütün hak ve yetkilere sahiptir. İslâm dininde erkek – kadın ayrımı yapılmaksızın, çalışıp kazanmak teşvik edilmiş, “insan için ancak çalıştığı vardır” (Necm, 53/39); “… Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır; kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allâh’ın lutfundan nasibinizi isteyin…” (Nisa 4/32) buyurulmuştur.

Dinimizin insanlar arası ilişkilerde ve ticarî hayata ilişkin koyduğu açıklık, dürüstük, güven, doğru sözlülük, sözünde durma, şart ve akitlere bağlı kalma, karşı tarafın zayıflığı, bilgisizliği ve sıkıntıda olmasını istismar etmeme gibi genel ilkelerine bağlı kalmak şartıyla, erkek ve kadın herkes helal ve meşru yollardan kazanç elde etme hakkına sahiptir.

Sonuç olarak İslâm dininde yaratılıştan gelen fizyolojik ve psikolojik farklılıkların ötesinde, kadın – erkek arasında bir ayrım yapılmamıştır; erkeğe tanınan temel hak ve hürriyetler, aynı derecede kadına da tanınmıştır. Buna göre yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme; kişi hürriyeti ve güvenliği; vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyeti; mülkiyet ve tasarruf hakkı; meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunmada bulunma, kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken dokunulmazlığı, şeref ve onurun korunması, evlenme ve aile kurma hakkı, özel hayatın gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim teminatı gibi temel haklar bakımından kadınla erkek arasında herhangi bir ayrım söz konusu değildir. Dinî yükümlülüklerde, ibadetlerde, ahlakî değer ve faziletlerde kadın – erkek arasında bir fark bulunmamaktadır. İslam’da insanlar arasında tek değer ölçüsü takvadır.

F.     Çevre Bilinci

Kainatta olağanüstü bir düzen, ahenk ve denge vardır. Yüce Allah, yeryüzünü bütün mahlukat için en uygun şartlarda yaratmış ve insana emanet etmiştir. Yeryüzüne halife olarak gönderilen ve bütün mahlukat emrine verilmiş olan insanoğlunun, kendisine emanet edilen doğal hayatı koruması, temel görevlerindendir. Nitekim Kur’an’da bu ödeve işaret edilerek “…O sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görevli kıldı.” buyurulmaktadır ( el-Hud suresi 11/61). Buna göre tabii dengeye zarar verecek her türlü anlayış ve eylem, Kur’an’ın bu mesajına ters düşer. Bu sebeple, sorumluluk bilincinde olan Müslüman, kainattaki eşsiz düzeni, ahengi ve dengeyi korumak, gelecek kuşaklara tahrip etmeden aktarmak için elinden gelen gayreti gösterir, bunları bozacak ve tahrip edecek tutum ve davranışlardan uzak durur.

İslâm’da çevre anlayışı, inancın gereğidir. Yerde ve gökteki en küçük varlıktan en büyük varlığa kadar, canlı-cansız her şey, düşünen ve inanan insan için, fiziki kıymetinin ötesinde manevi bir değer taşımaktadır. Çünkü bütün mahlukat Allah tarafından yaratılmıştır. Tabiattaki her şey O’nun eseridir.[42] Tabiattaki bütün varlıkların, lisanı halleriyle Allah’ı tesbih ettikleri[43]; yeryüzünde yürüyen hayvanlar ile kuşların, bizim gibi birer ümmet oldukları[44] Kur’an’da haber verilmektedir. Bu nedenle doğayı korumak, Allah’ın bir ayeti olarak onun değerini takdir etmek; ona yapılan kötülük de, Allah’a karşı yapılmış nankörlük olarak değerlendirilmiştir.

Tabiat kanunları Allah tarafından konulmuştur. Kur’an-ı Kerim’de bu husus vurgulanmakta; “O, her şeyi yaratmış ve yarattığı şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir” buyurulmaktadır[45]. Normal şartlarda tabiat kendi ekolojik dengesini muhafaza etmektedir. Fakat tabiatın insan eliyle aşırı tahribi ve kirletilmesiyle bu denge bozulabilmektedir. Bu itibarla tabiatı tahribe yönelik her türlü davranış, Allah’ın kanunlarını bozma teşebbüsü olarak algılanmalıdır.

Hz. Peygamber, Mekke, Medine, Taif ve çevresini, günümüzdeki sit alanına benzer şekilde, harem bölgesi ilan etmiştir; orada kan dökülmez, hayvanları öldürülmez, otları yolunamaz, ağaçları kesilemez. Bu, İslâm’ın çevre korunmasında, meskun mahallerin tahribatının önlenmesinde, tabii dengenin muhafazasında aldığı ilk örnek tedbirlerden biridir. Bunun yanında, kendi devrinde çevreciliği adeta bir siyaset haline getiren, bu çerçevede boş arazileri ekim dikim alanı olarak değerlendiren ve Müslümanları buna teşvik eden Hz. Peygamber’in çevrenin korunması, kirletilmemesi ve imar edilmesine yönelik pek çok söz, uygulama ve mesajı bulunmaktadır[46]. Bu temele dayanarak Müslümanlar da, her zaman çevreye sahip çıkmışlardır.

G.    Helâl ve Haram

Helal, dînen yapılması veya yenip içilmesi yasaklanmayan, serbest bırakılan şey demektir. Allâh ve Rasulü’nün bir şeyin helal olduğunu belirtmesi veya işlenmesinde günah olmadığını bildirmesi o fiilin helal olduğunu gösterdiği gibi, o fiil veya şeyin yasaklandığına dair bir delil bulunmaması da helal olduğunu gösterir. Zira eşyada aslolan helal oluşudur. Buna göre bir şey, dînin açık bir hükmüne, yasağına ve ilkesine aykırı olmadıkça helaldir, meşrudur.

Haram, dîni bir terim olarak, kat’î bir delille, açık bir şekilde, Allah ve Peygamberinin yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir üslûpla yasakladığı fiildir. Yasaklama açık ve kesin bir üslûp ve delille olmuşsa haram; daha esnek ve yumuşak  bir üslûpla veya  daha zayıf bir delille olmuşsa mekruh söz konusudur.

Yüce Allâh, iyi, temiz ve insan sağlığına yararlı olan şeyleri helal; kötü, pis ve zararlı olan şeyleri de haram kılmıştır[47]. Haram kılma yetkisi ise sadece Allâh’a aittir. Kur’ân’da; “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” buyurulmuştur (Araf 7/36). Peygamber de, Kur’ân’a ve Kur’ân’ın dışında Allâh’tan aldığı bilgiye dayanarak bazı şeyleri haram kılmıştır. Ancak bu da, Allâh’ın denetimi altında yaptığı için, Allâh’ın haram kılması içerisinde mütalaa edilir. Bu nedenle, Allâh’ın helal kıldığına haram; haram kıldığına helal demek küfürdür.

Haramdan ve harama yol açan vasıtalardan kaçınmak gerektiği gibi, haram şüphesi taşıyan işlerden ve kazançlardan da uzak durmak tavsiye edilmiştir.  Hz. Peygamber “Haram apaçık bellidir, helal de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli olanlar vardır. Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini korumuş olur.” buyurmuştur[48].

Haramı işleme ve harama ulaşma konusunda iyi niyet, dolaylı yollar ve vasıtalar haramı helal kılmaz. Ancak zaruret halinde, haramlar helal olur. Kur’an’da “Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” buyurulmaktadır[49].

Allah’a ortak koşmak, küfür ve nifak haramların başında gelmekte olup günahların en büyüğüdür. Kişi tevbe etmedikçe Allâh bu günahları bağışlamaz[50]. İnsan canına kıymak da büyük günahlardandır. Kur’an’da haksız yere cana kıymanın bütün insanlığı öldürmek gibi olduğu belirtilmektedir[51]. İnsan canına kıymak haram olduğu gibi, malını haksız yollarla almak da haramdır. Kur’an’da “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka…” buyurulmaktadır[52]

İslam dininde,  zina haram olduğu gibi, zinaya zemin hazırlayan söz, iş ve davranışlar da haramdır. Kur’ân’da,Zinaya yaklaşmayın; çünkü o, pek çirkin ve çok kötü bir  yoldur.” buyrulmaktadır[53]. Faiz, tefecilik ve başkasının malını haksız yere yemek yasaklanmıştır. Kur’an’da “Allah alış-verişi helal, faizi haram kılmıştır.” buyurulmaktadır[54] Fal bakmak veya baktırmak, alkollü içkileri içmek haram olduğu gibi, kumar oynamak, kumar yoluyla kazanç elde etmek,  piyango, spor-toto, loto, müşterek bahis vb. şans oyunlarını oynamak da haramdır. Kumarın yanında fert, aile ve toplum açısından maddî ve manevî pek çok zararı bulunan alkollü içkiler ve uyuşturucu maddeler de haram kılınmıştır[55].

Bunların yanında; namaz, oruç, hac, zekat gibi farz görevleri terk etmek; anne ve babaya isyan etmek, hırsızlık, yalan söylemek, yalancı şahitlik, iftira, zulüm, emanete ihanet, rüşvet alıp vermek, ölçü ve tartıda hile yapmak, israf, gıybet, koğuculuk, haksız yere yetim malı yemek haramdır[56].

H.    Helal Kazanç

İslâm dîni, hayatı bütün yönleriyle ele alıp her alanda insana kılavuzluk etmeyi ve mutluluk kazandırmayı hedeflediğinden, kişilerin ibadet hayatı kadar yeme içme, giyinme, eğlence, aile içi ilişkiler, sosyal hayat ve beşerî ilişkiler gibi hayatın değişik alanlarında da düzenleyici emir ve yasaklar getirmiştir.

Bu çerçeveden olarak, her Müslüman’ın, kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını helal yollardan karşılamaya çalışması, haramlardan kaçınması gerekir. Zira haram kazanç yolları, dünyada zulüm, sömürü ve anarşiye; ahirette de azaba götürür.

Yüce Allâh, “Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin…” buyurmaktadır[57]. Hz. Peygamber de malında haram olanın dua ve ibadetlerinin kabul olmayacağını haber vermiş ve “… saçı başı dağınık, toz-toprak içinde, elini semaya kaldırıp ‘yâ Rabb!, yâ Rabb!” diye dua eder halbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır; haramla beslenmektedir. Peki böyle bir kişinin duası nasıl kabul edilir?[58] buyurmuştur.

Kazancın helal yollardan elde edilmesi gerektiği gibi, bu kazancın, israf edilmeden temiz ve helal kılınan yerlere harcanması gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerin helal ve temiz olanlarından yiyin! Şeytanın izinden yürümeyin…[59]; “Ey iman edenler! Eğer yalnız Allâh’a ibadet ediyorsanız, size verdiğimiz rızkların iyi ve temizlerinden yiyin ve Allâh’a şükredin[60] buyurulmaktadır. Hz. Peygamber de; “İsraf etmeksizin, kibre kapılmaksızın yiyiniz, giyiniz ve fakirlere yardım ediniz” buyurmuştur[61].

1.      1.   Ticaret Ahlakı

Kişinin helal yoldan kazanması, İslâmî prensiplere uygun olarak ticarî ve iktisadî davranışlarda bulunması, iş ve icraat yapması ibadet olarak kabul edilmiştir. Ancak ticaretin ibadet olarak değerlendirilmesi için uyulması gereken bazı ahlâkî prensipler getirilmiştir.

Tacir, dürüstlüğü ve doğru sözlülüğü ile müşteriye güven vermelidir. Hz. Peygamber “Doğru sözlü ve kendine güvenilir tacir, ahirette peygamberler, sıddîkler ve şehitlerle beraber bulunacaktır” buyurmuştur[62]. Müşterinin gafletinden veya bilgisizliğinden faydalanarak, onu aldatmak, İslâm ahlakıyla bağdaşmaz. Nitekim Hz. Peygamber, altı ıslak buğdayı satan kişiyi, “Niçin ıslak tarafı halkın görebilmesi için üste getirmedin?” diye sert bir şekilde ikaz ettikten sonra, “Bizi aldatan bizden değildir” buyurmuştur[63]. Başka bir hadislerinde de, kusurlu bir malı, ayıbını söylemeden satmanın bir Müslüman’a helal olmayacağını belirtmiştir.

Yalan söylemek, yalan yere yemin etmek büyük günahlardandır. Yüce Allâh, basit menfaatler elde etmek için adını kullananların, adını anarak insanları aldatanların Kıyamet gününde yüzlerine bakmayacak, bunlarla konuşmayacaktır. Hz. Peygamber bir hadislerinde buna işaret ederek, kıyamet günü Allah’ın “elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek malını fâhiş bir fiyatla satmaya çalışan”larla konuşmayacağını, yüzlerine rahmet nazarıyla bakmayacağını ve kendilerine azap edeceğini belirtmiştir[64].

Ölçü ve tartıyı adaletle tam yapmak, hile yapmamak, Kur’an-ı Kerim’de emredilmektedir[65]. Ölçü ve tartıda haksızlık yapmak, toplumları temelinden sarsan, çöküş ve yıkılışlarına sebep olan ahlaksızlık türlerinden biridir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Şuayb’ın peygamber olarak gönderildiği “Medyen-Eyke” halklarını helake götüren sebeplerden birinin, ölçü ve tartıda hile yapmaları olduğu belirtilmektedir[66].

Bir ticari malı pahalanması gayesiyle stoklayıp piyasaya arzını geciktirmek anlamına gelen ihtikar; fiyatların yapay bir şekilde yükselmesine ve normal piyasa seviyesinin üzerine çıkmasına sebep olur. İhtikâr yapmak, özellikle temel ihtiyaç maddeleri söz konusu olduğunda toplumun zarar görmesine sebebiyet verdiği gibi, uzun müddet devamı halinde, sosyal ve iktisadi bunalımlara da yol açabilir. Hz. Peygamber “Karaborsacı ne fenadır; fiyatların düştüğünü öğrenince üzülür, yükseldiğini duyunca da sevinir[67] buyurarak, bu tip kimselerin ruhi durumunu ve insanlık bakımından düştüğü seviyeyi ifade etmiştir.

Karaborsa yasaklandığı gibi, fiyatların sun’î olarak yükselmesine sebep olan simsarlık da yasaklanmıştır. Hz. Peygamber, üretici ve tüketicilerin zarar görmelerini önlemek amacıyla, şehre dışardan mal getirenlerin yolda karşılanarak ellerindekinin ucuza kapatılmasını menetmiş; “Şehirli, köylü adına satış yapmasın. İnsanları kendi hallerine bırakın, Allah onları birbirlerinden rızıklandırır” buyurmuştur[68].

Alış-verişte alıcı ve satıcı birbirine iyi davranmalı; gerektiğinde birbirlerine fedakarlıkta bulunmalıdırlar. Hz. Peygamber, Allah’ın rahmet ve sevgisinin birbirine iyi davranan alıcı ve satıcıların üzerine olması için “Satarken ve alırken, borcunu isterken ve öderken kolaylık gösteren kimseye Allah merhamet eylesin[69] şeklinde dua etmiştir.

Çoğunlukla malın fiyat ve sürümünü arttırmaya yönelik bir hîle şeklinde ortaya çıkan müşteri kızıştırma, bu yönüyle haksız rekabet çeşitlerinden biridir. Serbest rekabet ortamını zedeleyip haksız rekabete yol açan, kardeşlik ilişkilerini bozan ve bir rantiye sınıfı oluşturarak tüketicinin zarar görmesine zemin hazırlayan bu tür muameleler İslâm’da yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber, “Bir malı alıyor görünerek kıymetini artırmayınız[70]; “Müşteri kızıştırmayın. Bir kimse kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmasın[71] buyurmuştur.

Ticari hayatta görülen kötü ilişkilerin ve olumsuz sonuçların nedenlerinden biri de tarafların sözleşme maddelerini açıklıkla yazmamalarıdır. İslâm, ölçü ve tartıda dürüst davranılmasını, taraflar arasında iyi niyet ve güvenin kurulmasını istemekle beraber; alış veriş ve borçlanma işlemlerinin yazılmasını da tavsiye etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “Ey inananlar, belli bir süreye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın… Bu, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir” buyurularak[72], ticari işlemlerin kayıt altına alınmasının önemine işaret edilmiştir.

2.      2.   İşçi – İşveren İlişkileri

İşçi-işveren ilişkileri çatışma esasına göre değil, barış, kardeşlik, yardımlaşma, hukuk ve dürüstlük prensibi üzerine kurulmuştur. İşçi, işveren, memur olarak çalışan herkes kazancının helal olması için gayret göstermelidir.

Çalışana verilen maaş veya ücret, yapılan işin karşılığıdır. Bu nedenle çalışan, ücretini hak etmek için, kendini işine vermeli, işini standartlara uygun olarak yapmalıdır. Hz. Peygamber,  Yüce  Allah işini sağlam ve itinalı yapan kulunu sever.” buyurmuştur[73]. Sözleşme veya mevzuat gereği çalışması gereken iş saatlerinde, normal verimde çalışmak işçinin görevidir. Çalışma saatlerinde işten kaçan, görevini yerine getirmeyen işçi/memur, ihanet etmiş; işverenin/kamunun hakkını zimmetine geçirmiş olur.

İşi bizzat kendisi yapması gereken kişi, işini bir başkasına devredemez; ücrete hak kazanabilmesi için bizzat kendisi yapması gerekir. Belli bir tarihte teslim etmek üzere iş sözleşmesi yapan kişinin, işi zamanında bitirerek teslim etmesi gerekir. Nitekim Kur’an’da “… Sözleşmelerinizin gereklerini yerine getiriniz.” buyurulmaktadır (Maide 5/1; İsra 17/34). Ancak işçi, bir kasıt veya ihmal olmaksızın, elinde olmayan sebeplerden dolayı işin gecikmesinden sorumla olmaz.

İşçi/memurun, kendisine teslim edilen iş araçlarını ve işe konu olan malları koruması görevleri cümlesindendir. Çünkü işin yapıldığı yer, makineler, her türlü araç ve gereç çalışana emanet edilmiştir. İşçi veya memurun bu emaneti kendi malı gibi koruyup gözetmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber, “Hepiniz birer yöneticisiniz ve yönettiklerinizden sorumlusunuz. … İşçi de işverenin malından sorumludur…” buyurmuştur[74]. Buna göre işçi/memur, çalıştığı yerdeki bazı imkanları, izinsiz olarak şahsi çıkarları için de kullanamaz. İşverenin malından izin almaksızın başkalarına ikram etmek, iş yerinin telefonunu, arabasını özel işlerinde kullanmak ve benzeri davranışlar hakka tecavüzdür.

İşveren işçisinin haklarını gözetmeli, onlara şefkat ve merhametle muamele etmelidir. Bu işverenin bir görevi olduğu gibi, işyerinin canlanmasına, üretimin artmasına, çalışma barışının sağlanmasına katkı sağlar.  Bu çerçeveden olarak işverenin görevlerinin başında, işçinin ücretini tam ve zamanında vermesi gelir. Hz. Peygamber, kıyamet gününde Yüce Allâh’ın işçiyi çalıştırıp da hakkını tam olarak vermeyenin hasmı olduğunu haber vermiş[75]; “İşçinin (çalışanın) ücretini alın teri kurumadan  veriniz.” buyurmuştur[76].

İşveren, işçilerinin çalışma ortamlarını sağlık şartlarına uygun olarak hazırlamalı; namaz, oruç gibi ibadetlerini yapabilmesi, sosyal haklarını kullanabilmesi için uygun ortamlar hazırlamalıdır. İşveren olmanın avantajlarını bir baskı unsuru olarak kullanıp, işçileri yükümlü olmadıkları işlerde çalıştırmaktan sakınmalıdır. Aksi işçinin hakkına tecavüz ve zulümdür, zulüm ise haramdır[77].

İ.       Bir mü’minin günlük hayatı

Hayatının her anında, bütün davranış ve fiillerinin kaydedildiğini bilen, âhirette Allâh’ın huzurunda hesaba çekilip, dünyada yaptıklarına göre ceza veya mükafat göreceğine inanan kişi, daima bu şuurla yaşar. Bu olgunluktaki bir Mü’min dünyası için ahiretini, ahireti için de dünyasını feda etmeyen dengeli, programlı kişidir.

Kalpte bulunan îmânın sönmeden parlaması, giderek kuvvetlenmesi, kişinin yaratılış sebebi ve gayesi olan kulluk vazifesini yerine getirmesine bağlıdır[78]. Kulluk vazifesi ise Allâh ve Peygamberi’nin emir ve yasaklarına göre yaşamaktır. Buna göre, namaz, oruç, zekat ve hac birer kulluk görevi olduğu gibi, ticarette doğruluk, sosyal hayatta dayanışma ve kardeşlik, ilmî alanda çalışma ve sabır, fabrikada sağlam imalat, yönetimde adalet… de birer ibadettir.

Buna göre kulluk bilincindeki Mü’min, “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et![79] ayetinin hükmüne göre hareket ederek, bütün işlerini ibadete dönüştürür. Uykusundan uyanınca, güzelce temizliğini yapar ve Rabbine kullukta bulunur. İşine gider; üstüne düşeni en güzel bir şekilde yapmaya özen gösterir. Helalinden kazanır ve helâlinden yer. Konuştuğunda doğruyu söyler, söz verince yerine getirir.

Böyle bir mü’min, temiz, dürüst, samimi ve merhametli bir kişidir; boş ve yararsız işlerden yüz çevirir, zekâtını verir, iffetini korur, her türlü aşırılıktan kaçınır, ahidlerine ve emanetlerine riâyet eder[80], Allâh’ı, Peygamber’i, mü’minleri sever, yaratılanları hoş görür, insanların haklarını korur. İçki, kumar, zina, rüşvet, karaborsa, faiz, bencillik, zulüm, riya, haset gibi toplum ve fert için zararlı duygu ve davranışlardan uzak durur.

Mü’min, inancı gereği, iyi şeylere; doğruluğa, dürüstlüğe, helali-haramı gözetmeye, iffete namusa, edep ve hayaya eğilimlidir.

Yardıma muhtaç birini görünce, elinden geldiğince ona yardım etmeye çalışır. Kimseyi incitmez. Kimseyi çekiştirmez. Başkalarının hakkını kendi hakkı kadar, başkalarının malını kendi malı kadar, başkalarının ırz ve namusunu kendi ırz ve namusu kadar… dokunulmaz, hatta kutsal kabul eder.

Yakınlarına ve fakirlere zekatıyla, fitresiyle, sadakasıyla destek olur. Güç ve imkân oranında ihtiyaç duyulan yerlere cami, okul, hastane, yol, çeşme ve benzeri hayırlar yapar; yaptırır.

Kısaca iyilik ve hayrın birini bitirince, ardından diğerine başlar. Bununla da yetinmez, huzuru ancak o iyi davranışlarda bulur. İyilikler, onun iç dünyasının havası, suyu gibi olur.

Yapma imkanı bulamadığı güzel davranışları sergileyenleri sever, kendisi de yapabilme heves ve arzusu içinde yaşar.

J.      İnsan Hakları

İslâm, insanların kabul edilemez bir takım kategorilere ayrılarak köle-efendi, fakir zengin, soylu soysuz, kadın  erkek gibi ayırımcı muamelelere tabi tutulmasını reddeder; temelde bütün insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğunu ilan ederek, herkesin doğuştan gelen  insan haklarının olduğunu kabul eder.

Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. İslâm’da insan hayatına büyük önem verilmiştir; haksız yere adam öldürmek bütün insanları öldürmek, bir canı kurtarmak da bütün insanları diriltmek gibi kabul edilmiştir[81]. Bu nedenle adam öldürmek, büyük günahlar arasında sayılmıştır[82].

Hz. Peygamber de, vedâ hutbesinde; “İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.” buyurarak can, mal ve kişilik haklarının güvence altına alındığını bütün insanlığa ilan etmiştir[83].

Her türlü zulüm; kişinin hayatına, beden ve namusuna tecavüz etmek, zarar vermek kesin olarak haram kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de, “Sakın Allâh’ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma; gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne kadar onları ertelemektedir” buyurulmaktadır[84]. Hz. Peygamber ise, “Zulümden kaçınınız, çünkü zulüm kıyamet gününde de bir karanlıktır[85]; “Dünyada insanlara eziyet edene Allâh azap eder[86] buyurmuşlardır.

Kişilerin şahsi hak ve hürriyetlerine önem veren İslâm, onların manevi şahsiyetlerine zarar verecek davranışları önlemek amacıyla, özel hayatın gizliliğini esas kabul ederek, ayıp arama, dedikodu, söz taşıyıcılığı gibi kötü davranışları yasaklar[87]. Başkasının evine izin almadan girilmesini men eder, hatta kendi evine girerken bile kapılardan girilmesini[88], aile fertlerinin yatak odalarına girerken izin alınmasını emreder[89].

İnsanca yaşamanın, dolayısıyla insan haklarının en önemlilerinden biri de din ve vicdan hürriyetidir.

İnsan hiçbir baskı ve zorlama olmaksızın düşünmeli, olayları kendi aklıyla değerlendirmeli ve zihnî gayretiyle doğruyu bulmalıdır. Zira din ve inanç, insanın vicdanıyla ilgili olup, baskıyla olan imanın bir değeri yoktur. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de, “Dinde zorlama yoktur.[90] ayetinde ifadesini bulmuştur.

Kimseye inanç konusunda baskı yapılamaz. İlahî mesajı tebliğle görevlendirilen Peygambere bile, vazifesinin sadece insanlara tebliğ olduğu, bundan sonra insanların yaptıklarından sorumlu olmadığı emredilmiştir: “Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi toptan mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları mü’min oluncaya kadar zorlayacaksın.[91]; “(Ey Muhammed!) sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verirsin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin.[92]; “Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik, sana düşen sadece tebliğdir.[93] Kısaca, İslâm’da bir dini seçme ve onu yaşama konusunda tam bir hürriyet bulunmaktadır. Nitekim Kur’an’da “Artık dileyen inansın, dileyen de inkar etsin” buyurulmaktadır[94].

Güvence altına alınan din ve vicdan hürriyeti, zor bir tecrübeden sonra oluşturulan Medine Site Devletinde, layık olduğu yerini almıştır. Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra düzenlediği Medîne sözleşmesinde (Medîne Site Devleti Anayasası), “Yahûdîlerin dinleri kendilerine, Mü’minlerin dinleri de kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse kendileri dahildir” hükmüne yer vermiştir[95].

Rasûlullâh’ın Necranlı Hıristiyanlarla yapmış olduğu anlaşma da, İslâm’da din ve vicdan hürriyetinin boyutlarını göstermektedir: “Onların mallarına, canlarına, dinî hayat ve tatbikatlarına, hazır bulunanlarına, bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine ve az olsun çok olsun onların mülkiyetinde bulunan her şeye şamil olmak üzere, Allâh’ın himayesi ve Rasulullah Muhammed’in zimmeti, Necranlılar ve onların tâbîleri üzerine haktır. Hiçbir piskopos kendi dînî vazife mahalli dışına, hiçbir papaz kendi vazifesini gördüğü kilisenin dışına, hiçbir rahip içinde yaşadığı manastırın dışına, başka bir yere alınıp gönderilmeyecektir…[96] Rasulü Ekrem, kendisiyle görüşmek üzere Medine’ye gelen ve ibadet etmek istediklerini beyan eden Necran heyetine Medine mescidini göstermiş, onların Müslümanların ibadet ettikleri bu kutsal mekanda ayinlerini yapmalarına müsaade etmiştir. Hz. Peygamber Necranlılar’a olduğu gibi Yemen halkına da geniş bir din serbestisi tanımıştır[97]. Bunlardan gayrimüslimlere dinlerinin esaslarını öğrenme, çocuklarına öğretme hürriyeti tanındığı da anlaşılmaktadır.

İnsan hakları kapsamında değerlendirilen, kanun önünde eşitlik, aile kurma, çalışma, seçme ve seçilme gibi hakların tamamı kabul edilerek koruma altına alınmıştır.

K.    Cihat anlayışı

Sözlükte çalışmak, uğraşmak, güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elden gelen bütün imkanları kullanmak anlamlarına gelen cihat, bir kavram olarak, dînî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya ve İslâm’ı tebliğe çalışmak, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek anlamına gelmektedir[98].

Konu ile ilgili âyet ve hadislere bakıldığında, cihadın sadece savaşı ifade etmeyip, hayatın her safhasında iyilik için gayret etme, çalışma ve kötülüklerle mücadeleyi kapsadığı görülür. Hz. Peygamber, “(Gerçek) mücâhid nefsiyle savaşandır” buyurmuşlardır[99]. Buna göre cihat; hayatın gayesi olarak Allah’a kulluk etmek, bu uğurda nefsin meşru olmayan arzularına karşı koymak ve şeytanla mücadele etmek, Allah ve Rasûlü’nün koyduğu evrensel ölçülerin fert hayatında uygulanmasına, toplum hayatında da yaygınlaşmasına çalışmak, İslam’ı tebliğ etmek, ülke ve Müslümanları her türlü tehlike ve haksız saldırılara karşı savunmayı içeren kapsamlı bir kavram olup; kalp, dil, el ve beşerî aksiyonun ortaya konulduğu her türlü alet ve araçla yapılabilen eylem, davranış biçimidir.

Savaş ise, ancak zaruret halinde başvurulabilecek bir çözüm yoludur. Harbin sebepleri; Meşru müdafaa, azınlık durumundaki Müslümanlara zulmedilmesi, onların haklarının çiğnenmesi ve daha önce yapılan sulhun düşman tarafından bozulması şeklinde belirlenmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.”[100]; “Size ne oluyor da, Allâh yolunda ve, ‘Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar, tarafından bize bir dost ver, katından bize bir yardımcı gönder’ diye yalvaran erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?”[101] “Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozup dininize dil uzatırlarsa, küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onlar yeminlerine riayet etmeyen kimselerdir. Umulur ki vazgeçerler.”[102] buyurulmaktadır.

Savaş, tebliğ aracı değildir. Kur’an’da, dinde zorlamanın olmayacağı[103], dileyenin iman edip, dileyenin ise İslâm’ı kabul etmeyeceği[104] genel ilke olarak belirtilmektedir. Hz. Peygamber de, insanları İslâm’a zorlamak şöyle dursun, kendileri Müslüman olup da başka dinlerde kalan çocuklarını İslâm’a girmeye zorlayan sahabîyi dahi ikaz etmiştir[105]. Yine Hz. Peygamber Necranlı Hıristiyanlarla yaptığı anlaşma gereği, onların dînî sembollerini serbestçe sergilemelerine izin vermiş[106]; diğer din mensuplarının Müslümanların mescidinde ibadetlerine müsaade etmiştir[107]. Tarihimiz de bunun örnekleri ile doludur. Kendi toplumunda veya bulunduğu yerde inancı nedeniyle baskı gören Yahûdî ve Hıristiyanlar, ecdadımızdan yardım istemişler ve onlara sığınmışlardır.

“… Fitne kalmayıncaya ve din yalnızca Allâh’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.[108] mealindeki ayetle, baskı, anarşi, terör, toplum düzenini bozma gibi anlamlara gelen “fitne”yle mücadele edilmesi, toplumsal bir görev haline getirilmiştir. Ayetin devamında yer alan, “… vaz geçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur.[109] ifadesi de, buradaki savaş emrinin anarşi, baskı ve zulümle mücadele bağlamında verildiğini açıkça göstermektedir. Günümüz medenî toplumlarında da, inanca ve düşünceye karşı yapılan haksız baskı ve zulüm hoş görülmemiş; bu tür eylemler uluslar arası hukukun öngördüğü müeyyidelerle karşılanmıştır.

Tebliğ, zor kullanma üzerine değil, güzellikle ikna temeline oturtulmuştur. Kur’an-ı Kerim’de, “Ey Muhammed! Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde mücadele et…” buyurulmaktadır[110]. Tebliğ metodunda zor kullanma ve tehdit değil, temenni ve öğüt verme hakim olmuştur. Öyle ki, tarihe zulüm ve küfür timsali olarak damgasını vuran azılı din düşmanlarının bile, Allâh’ın yoluna yumuşak ifadelerle davet edilmesi öğütlenmiştir[111]. Çünkü iman ve Allâh’a kulluk, kişinin hür iradesine bağlı bir seçimdir. Bu nedenle herkes dilediği dini seçme, inanma ya da inanmama özgürlüğüne sahiptir[112]. Din seçme konusunda böylesine bir serbesti getirmiş olan İslâm’da, zorla, savaşla, insanlara İslâm’ı kabul ettirmenin hedeflendiğini söylemek insafsızlık olur.

L.     Terör

Terör, İslâm’da kesin olarak yasaklanmıştır. Temeli barış, uzlaşma, hoş görüye dayanan ve ismini de bu anlamlara gelen “İslam” kelimesinden alan yüce dinimiz, insanlar arasındaki ilişkileri sevgi, merhamet ve kardeşlik üzerine bina etmiş, sadece insanlara değil, yer yüzündeki bütün canlılara şefkatle yaklaşmamızı emretmiş; zulmü, azgınlık ve fenalığı yasaklamıştır[113]. Özellikle masum insanlara, yaşlılara, kadınlara, çocuklara; suçlu suçsuz ayırımı yapmadan cana, haklı haksız farkı gözetmeden mala yönelik terör ve tedhişi bir insanlık suçu kabul ederek, nereden ve kimden gelirse gelsin, adı ne olursa olsun şiddetle men etmiştir.

Hz. Peygamber, savaş ortamında bile Müslümanlarla savaşmayan gayri Müslim kadınların, çocukların, yaşlıların, ibadetleriyle meşgul din adamlarının öldürülmesini, hatta ibadethanelerinin yıkılmasını, ağaçların kesilmesini, hayvanların öldürülmesini yasaklamıştır. Rasulullah, katıldığı gazvelerden birinde öldürülmüş bir kadın görmüş ve bunun üzerine kadınları ve çocukları öldürmeyi yasaklamıştır[114].

Masum kimselerin kanını akıtan, korku ve dehşet salarak toplum düzenini bozan ve bir insanlık suçu olan terör ve tedhişin; İslâm ve cihat kavramı ile hiçbir ilişkisi yoktur. Tam aksine cihat, terörle mücadeleyi de içine alan bir kavramdır.

M.   Güzel Ahlak ve Hz. Peygamberin Örnek Oluşu

İslâm Dininin özünü güzel ahlak oluşturmaktadır. İyi insan olabilmenin temel kriteri güzel ahlak sahibi olmaktır. Kur’an-ı Kerim’de adalet, sözünde durma, bağışlama, alçak gönüllülük, ana-babayı kırmama, sevgi, kardeşlik, barış, güvenirlilik, doğruluk, birlik, beraberlik, iyilik, ihsan, iffet, cömertlik, merhamet, müsamaha, tatlı dilli güler yüzlü olmak ve temiz kalplilik gibi güzel huylarla bezenmeyi özendiren ve zulüm, haksızlık, riya, haset, gıybet, çirkin söz söylemek, asık suratlılık, cimrilik, bencillik, kıskançlık, kibir, kin, kötü düşünce, israf, bozgunculuk… gibi kötü huyları yeren ve bunlardan sakınılması gerektiğini ifade eden pek çok âyetin yer alması, İslam’da ahlaka ne kadar önem verildiğinin açık bir göstergesidir.

Hz. Muhammed “Müminlerin îmanca en olgun olanı, ahlâkı en güzel olanıdır…[115]; “İçinizden en çok sevdiklerim ve kıyamet gününde bana en yakın olanlarınız, ahlakı en güzel olanlarınızdır[116] buyurmuştur. Yine O, güzel ahlakı bizzat yaşayarak insanlara örnek olmuş ve “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmuştur[117]. Onun ahlâkı Kur’an’da “şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin” (Kalem 68/4) şeklinde açıklanmıştır.

İşte bu yüce ahlâkî meziyetleri sebebiyle Hz. Peygamber bütün insanlık için bir model ve numunedir. Nitekim Kur’an’da, “Andolsun ki, Rasûlullah sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler içi güzel bir örnektir.” buyrulmaktadır (Ahzâb 33/21).

Hz. Peygamber; güler yüzlü, nazik tabiatlı, ince ve hassas ruhlu idi. Katı yürekli, sert ve kırıcı değildi. Ağzından sert ve kaba hiçbir söz çıkmazdı. Başkalarını eleştirmez, kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı. Yanlış bir davranış görünce, “Bazı kimseler, şöyle yapıyorlar…” buyurarak yapılan yanlışların düzeltilmesini sağlar, bu yanlış davranışları sergileyenlerin kim olduklarını belli etmeden ve onları kırmadan yanlışlarını düzeltmeye çalışırdı.

Konuşan kişiyi sözü bitinceye kadar dinler, hiç  kimsenin sözünü kesmezdi. Gereksiz tartışmaları sevmez, sözü gereğinden fazla uzatmazdı. Kendini ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olmaz, kimsenin gizli durumlarını ve özel hayatını araştırmazdı. Allah’a, dolayısıyla topluma karşı saygısızlık olmadıkça, kişisel olarak şahsına yapılan kötülükleri, ne kadar büyük olursa olsun, bağışlar, eline imkan geçince öç almayı düşünmezdi.

Son derece iffet ve haya sahibiydi. Bütün insanları eşit tutar, zengin-fakir, efendi-köle, büyük-küçük ayrımı yapmazdı. Her bakımdan kendisine güvenilirdi. Verdiği sözü mutlaka zamanında yerine getirirdi. Dürüstlükten ayrıldığı, şaka bile olsa yalan söylediği hiç görülmemiştir. Bu yüzden O’na henüz peygamberlik verilmeden önce ‘Muhammed’ül-Emin’ (Güvenilir Muhammed) denilmişti. Peygamberliğini haber verdiği zaman, iman etmeyenler bile O’na “yalancı”, “yalan söylüyor” diyememiştir. Kendisi böyle olduğu gibi, herkesin doğru ve dürüst olmasını isterdi. “Doğruluktan ayrılmayınız, çünkü doğruluk, iyilik ve hayra götürür. İyilik ve hayır da, kişiyi Cennete ulaştırır. Kişi doğru söyleyip doğruluğu aradıkça, Allah katında sıddîklar zümresine yazılır. Yalan sözden ve yalancılıktan sakınınız; Çünkü yalan insanı kötülüğe sevk eder. Kötülük de kişiyi Cehennem’e götürür. İnsan yalan söylemeğe ve yalan aramağa devam ede ede, Allah katında nihayet yalancılardan yazılır” buyurmuştur[118].

Rasûlullâh insanların en cömerdiydi. Kimseyi eli boş çevirmezdi. Son derece alçak gönüllü idi. Bir topluluğa geldiğinde, kendisi için ayağa kalkılmasını istemez, nereyi boş bulursa, oraya otururdu. Arkadaşları arasında otururken ayaklarını uzatmazdı. Arkadaşları her işini yapmayı kendileri için şeref ve cana minnet saydıkları halde, bütün işlerini kendi görür, ev işlerinde hanımlarına yardım ederdi. Övülmesini ve kendisine aşırı hürmet gösterilmesini istemezdi. Fakir kimselerle düşüp kalkmaktan, yoksulların, dulların, kimsesizlerin işlerini görmekten zevk alırdı. Bulduğunu yer, bulduğunu giyer, hiç bir şeyi beğenmezlik etmezdi. Yiyecek bir şey bulamayınca, aç yattığı da olurdu.

Bütün işlerini tam bir düzen ve nizam içinde yapardı. Namaz ve ibadet vakitleri, uyku ve istirahat için ayırdığı saatler, misafir ve ziyaretçilerini kabul edeceği zamanlar hep belliydi. Vaktini boşa geçirmez, her ânını faydalı bir işle değerlendirirdi. “İki nimet vardır ki, insanların çoğu bunların değerinden habersizdirler. Bunlar sağlık ve boş zamandır.” derdi[119].

Çocukluğundan itibaren Medine’de yaklaşık on yıl hizmetinde bulunan Hz. Enes: “Rasûlüllah (as)’a on yıl hizmet ettim. Bir kere bile canı sıkılıp, öf, niçin böyle yaptın, neden şunu yapmadın, diye beni azarlamadı” demiştir[120].

Kendisi için istediğini başkası için de istemek, kendisi için istemediğini başkaları için de istememek, olduğu gibi görünmek ya da göründüğü gibi olmak, küçüklere sevgi büyüklere saygı, bağışlamak, hoşgörülü davranmak, başkalarının kusurlarını araştırmamak, öfkesine hakim olmak, sözünde durmak, ahde vefa göstermek, doğruluk ve dürüstlükten asla taviz vermemek, güvenilir olmak, kibirden gururdan sakınmak, alçak gönüllü olmak, cimrilikten, tamahtan uzak durmak,cömert olmak, sabırlı olmak, adaletten ayrılmamak, maddi ve manevi temizliğe riayet etmek, sağlığına çok dikkat etmek, zamanı iyi değerlendirmek de onun ahlakî meziyetlerindendir.

Hz. Peygamber’in bizzat yaşayıp, uygulayarak çizdiği bu ahlaki tablo, hiç şüphesiz İslâm ahlâkını ortaya koymakta ve insanlık için güzel bir örnek teşkil etmektedir.

 

[1] Maide 5/1.

[2] Bk. Al-i Imran 3/104,114; et-Tevbe 9/71,112; Lokman 31/17.

[3] Bk. Engin Gençtan, Çağdaş Yaşam ve Normal Dışı Davranışlar, s. 93-97; Mustafa Çağrıcı, “İslâm Düşüncesinde Aile Ahlakı”, (Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi), I/344.

[4] Bk. Baltacıoğlu, Sosyoloji, s. .298-299; Çağrıcı, “İslâm Düşüncesinde Aile Ahlakı”, (Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi), I/344-345; Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, III/319-320.

[5] Rûm 30/21.

[6] bk. Buhârî, Nikah, 16; İbn Mâce, Nikah, 46; Mecma’u’z-Zevâid, Nikah, 33; Müstedrek, Nikah, 16.

[7] Nisa, 4/14.

[8] Tirmizî, Rada’, 11; Ebu Dâvud, Sünnet ,16.

[9] Tirmizi, Birr, 49.

[10] Tirmizi, Birr, 15.

[11] Nisa 4/36; İsrâ 17/23.

[12] Buhârî, Edeb, 6.

[13] İbn Mâce, Edeb, 1.

[14] Müslim, Birr, 3.

[15] Tirmizî, Birr, 3.

[16] Tirmizî, Birr, 7.

[17] Müstedrek, Birr, 24.

[18] Müstedrek, Bir, 19.

[19] Nisa 4/36.

[20] Buhari, Edeb, 28.

[21] Buhari, Edeb, 29.

[22] Müslim, İman, 73.

[23] Buhari, Edeb, 31.

[24] Ahmed b. Hanbel, II/400, V/335.

[25] Müslim, İman, 22, (93), I,74.

[26] Buhârî, Edeb, 27, VII, 77,78.

[27] Mişkatu’l-Mesâbîh, H.No:5000.

[28] Müslim, İman, 18, (73), I,68.

[29] Ahmed, Bakî Müsnedi’l-Müksirîn, No: 8831, II/400, V/235.

[30] Tirmizi, Fiten, 76, (2263), IV, 528.

[31] Müslim, Bir ve Sıla, 17, (65) III, 1999.

[32] Kasas 28/77-78

[33] Zâriyât 51/19.

[34] Mecma’u’z-Zevâid, Bir ve Sıla, 14/4, No:13554.

[35] İbn Mâce, Sadakât, 19, (2430), II, 812.

[36] Bakara 2/245.

[37] Buhari, Mezalim 4, III, 98, İkrah 7, VIII, 59; Tirmizi, Fiten, 68, (2255), IV, 523.

[38] Buhârî, Şirket, 6, III, 111.

[39] Mücadele 58/1

[40] Mümtehine, 60/13

[41] İbn Ebî Şeybe, Musannef, X/165, No: 9118; XIII/284, No: 16355; Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-i İslamiyye, II/484.

[42] Ra’d 13/16.

[43] Haşr 59/24.

[44] En’am 6/38.

[45] Furkan 25/2.

[46] bk. Buhârî, Edeb, 27; Hars, 1; Ahmed b.Hanbel, III/184, 191.

[47] Maide 5/4.

[48] Buhari, İman 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, (1599).

[49] Bakara 2/173.

[50] Nisa 4/48.

[51] Maide 5/32.

[52] Nisa 4/29.

[53] İsrâ 17/32.

[54] Bakara 2/277.

[55] Maide 5/90-91.

[56] En’am, 6/151-153; İsra, 17/22-39; Nisâ 4/156; Hucurat 49/12; Nisâ 4/2.

[57] Nisâ 4/29-30.

[58] Müslim, Zekat 65.

[59] Bakara 2/168.

[60] Bakara 2/172.

[61] İbn Mâce, Libas, 23.

[62] Tirmizi, Nevadiru’r-Rasûl, II/85.

[63] Müslim, İman, 43, (102)

[64] Müslim, İman: 171

[65] Bk. En’âm: 6/152; İsrâ: 17/35; Mutaffifîn: 33/1; Şuarâ: 26/181-183

[66] Bk. Hud: 11/84-95; Şuara: 26/176-189; Rahmân: 55/9; İsrâ: 17/35; A’raf: 7/185; Mutaffifin: 83/1-7

[67] Zebîdî, Sahih-i Buhârî Muht. Tecrid-i Sarih Terc. Diyanet İşleri Bşk. Yay. C.6, sh.449

[68] Buharî, Büyû: 58, 64; Müslim, Büyû: 20; Ebu Davud, Büyû: 40; Tirmizi, Büyû, 17-18

[69] Buhârî, Büyû: 16

[70] Buhârî, Büyû: 60; Müslim, Büyû: 13

[71] Buhârî, Büyû, 58, 64, 70; Müslim, Büyû: 11.

[72] Bakara: 2/282

[73] Fethul Kadir Şerhu Camiis Sagir, III, 286

[74]  Buhari, İstikraz 20

[75] İbni Mace, Ahkâm, 65, H.No: 2442.

[76] İbni Mace, Ahkâm, 65, H.No: 2443.

[77] Al-i İmrân 3/57; Mü’min 40/18.

[78] Zariyât 51/56.

[79] Hicr 15/99.

[80] Mü’min, 22/2-8.

[81] Maide, 5/32.

[82] İsrâ, 17/33.

[83] Buhârî, Kitabu’l-Hac, 131.

[84] İbrahim, 14/42.

[85] Müslim, Birr, 15.

[86] Müslim, Birr, 33.

[87] bk. Hucurat 49/12.

[88] bk. Bakara 2/189.

[89] bk. Nur 24/58-59.

[90] Bakara 2/256.

[91] Yunus, 10/99.

[92] Gaşiye, 88/21-22.

[93] Şurâ, 42/48.

[94] Kehf, 18/29.

[95] Prof. Dr. Servet ARMAĞAN, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, 224-225 (Madde: 25-31)

[96] Adem APAK, “Hz. Peygamber (SAV)’in Uygulamalarında İnanç Hürriyeti” (Diyanet İlmî Dergi Özel Sayı 2000), 420.

[97] Aynı Makale, 421.

[98] bk. Furkan, 25/52; Hucurât 49/15; Bakara 2/41.

[99] Ahmed, VI,20.

[100] Bakara 2/190.

[101] Nisa 4/75.

[102] Tevbe 9/12.

[103] bk. Bakara 2/256.

[104] bk. Kehf 18/29.

[105] Ebû Dâvûd, Cihad, 16.

[106] Hamidullah, Mecmu’atü’l-Vesâik, 140

[107] Hamidullah, İslam Peygamberi, I/620

[108] Bakara 2/193; Enfal 8/39.

[109] Bakara 2/193.

[110] Nahl 16/125

[111] Tâ-hâ 20/43-44.

[112] Kehf 18/29.

[113] bk. İbrahim, 14/42; Hucurat 49/10; Ebû Dâvûd, Edeb, 66, 156; Müslim, Birr, 33.

[114] Buharî, Cihâd 147,148; Müslim, Cihâd 24.

[115] Ebu Davud, Sünnet, 16/4682;  Tirmizî, Rada, 1162.

[116] Tirmizî, Birr, 71.

[117] Hakim Nisâbûrî, Müstedrek, II/670.

[118] İbn Mâce, İmân, 7.

[119] Buhari, Rikâk, 1; Tirmizi, zühd, 1.

[120] Tirmizi, Birr, 68.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir