İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

KUR’ÂN’I OKUMAK; ANLAMAK VE UYGULAMAK

 

Recep ve Şaban ayından sonra Kur’ân ayı mübarek Ramazan’a ulaştıran; Kur’ân gibi sonsuz bir nimeti bizlere ihsan eden Yüce Allâh’a hamd olsun.

Kur’ân-ı Kerîm’i Yüce Allâh’tan alıp noksansız olarak bizlere ulaştıran ve en güzel şekilde açıklayan Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya salât ve selam olsun.

Kur’ân-ı Kerîm

Ne mutlu bizlere ki, dünya ve ahiret saadetinin anahtarı olan Hz. Peygamber’in emaneti Kur’ân gibi bir kitabımız var.

Dinimizin temel kaynakları, Allâh kelâmı Kur’ân-ı Kerîm ile onun açıklaması ve uygulaması olan Hz. Peygamber’in sünnetleridir.

Kur’an; Yüce Allah tarafından vahiy yolu ile Arapça olarak peyderpey Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen[1], tevatür yoluyla hiçbir değişikliğe uğramadan bize ulaşan, mushaflarda yazılı, Fatiha Suresi ile başlayıp Nâs Suresi ile sona eren, 6236 âyet ve 114 sureden oluşan mûciz ilâhî kelâmdır.

Kur’ân-ı Kerim, tüm insanlığın doğru yola ulaşması için gönderilmiş son ilâhî mesajdır. Nitekim Kur’ân’da şöyle buyrulmaktadır:

 هٰذَا بَصَآئِرُ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ

Bu Kur’ân, insanların kalp gözlerini açacak bir nûr, kesin olarak inananlar için bir hidayet ve rahmettir.[2]

هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّق۪ينَ

Bu (Kur’ân), bütün insanlığa gerçekleri açıklayan bir kitap; Allâh’a karşı kulluk bilinci içinde olanlar için ise bir rehber ve öğüttür.[3]

O sözlerin en doğrusu ve en güzelidir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

إن أحسن الحديث كتاب الله تعالى وأحسن الهدي هدي محمد صلى الله عليه و سلم

Sözlerin en güzeli, Allâh’ın kitabı; yolların en güzeli de Muhammed’in yoludur[4]… Sözün en güzeli, Allah’ın sözüdür…[5]… Sözün en hayırlısı, Allah’ın Kitabı’dır…[6]

Kur’ân’ı kendimize rehber edinir, ona sımsıkı sarılırsak asla yolumuzu kaybetmeyiz. Allâh’ın Rasûlü vedâ haccında irat ettiği hutbede bunu ümmetine şöyle ilân etmiştir:

قَدْ تَرَكْتُ فِيكُمْ مَا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ إِنْ اعْتَصَمْتُمْ بِهِ كِتَابُ اللَّهِ

Size Allâh’ın kitabını emanet bırakıyorum; ona sarılırsanız bir daha asla yolunuzu şaşırtmazsınız[7]

Kur’ân’ın en doğru yola ulaştıran bir hidayet rehberidir. Kur’ân insanı, hem dünya da, hem de âhiret de mutlu kılacak, huzura kavuşturacak hüküm ve esasları içermekte; bütün insanlığın ihtiyacına en gerçekçi ve makûl cevaplar koymakta; toplumsal ve bireysel problemlere çözümler sunmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de de bu husus şöyle bildirilmektedir:

إن هذا القرآن يهدي للتي هي أقوم ويبشر المؤمنين الذين يعملون الصالحات أن لهم أجرا كبيرا. وأن الذين لا يؤمنون بالآخرة اعتدنا لهم عذابا أليما

Şüphesiz ki bu Kur’ân en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler. Ahirete inanmayanlar için ise elem verici bir azap hazırlandığını bildirir.[8]

Hz. Peygamber (s.a.s.) bizlere Kur’ân’ı şöyle anlatmaktadır:

القرآن هو النور المبين والذكر الحكيم و الصراط المستقيم

Kur’ân, apaçık bir nûr, hikmetli bir öğüt ve dosdoğru bir yoldur.[9]

Allah’ın Kitabına sarılın. Çünkü sizden öncekilerin ve sonrakilerin haberi, aranızdaki meselelerin çözümü ondadır.

O hak ile batılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür. Hafife alınabilecek bir söz değildir. Haddi aşarak ondan uzaklaşanın Allah işini bitirir. Kur’ân’dan başka yerde doğru yolu arayanı, Allah saptırır.

O, Allah’ın sağlam ipi ve hikmet dolu sözleridir.

O Allâh’ın dosdoğru yoludur.

Ona sarılırsa insan, arzu ve istekleri kendini yanlışa sürüklemez, dilleri yanlış söylemez.

İlim adamları, onu okuyup anlamak için çalışmaya, üzerinde araştırma yapmaya doyamaz.

O tekrarlamakla eskimez ve bıkkınlık vermez; hayranlık veren yönleri bitip tükenmez.

O öyle bir kitaptır ki: Cinlerden bir gurup onu dinleyince şöyle demek mecburiyetinde kalmışlardır: “Biz ne güzel bir Kur’ân dinledik, doğruyu eğriden ayırt etme bilincine ulaştıran bir Kur’ân ve böylece ona iman ettik artık bundan sonra Rabbimizden başkalarına ilâhlık yakıştırmayacağız.” (Cin 72/1-2)

Ona dayanarak konuşan doğruyu söyler. Onun hükümlerini yerine getiren mükâfatlandırılır. Onunla hükmeden adaletli davranır; ona çağıran doğru yolu bulur.[10]

Ayet ve hadislerin ışığında Kur’ân hakkında şunları söyleyebiliriz:

Kur’ân’da dünya ve ahiret saadeti, hakka itaat, bütün felaketlerden kurtuluş vardır. Onda adalet, sevgi, saygı, şefkat ve merhamet vardır. Çünkü:

Kur’ân, insanlara, semâdan Allâh’ın uzattığı bir imdat ve cankurtaran ipidir. Onu koparan, bana bu ip lazım değil diyen dalâlet ve vahşet bataklığında boğulur.

Kur’ân, yücelikler nizamıdır. Onu tutan yücelir, terk eden de alçalır. Ona sarılan yükselir, sapıtan da helak olur.

Kur’ân, medeniyet düsturudur; Kur’an’sızın yeri de vahşet çukurudur.

Kur’ân, insanlık yoludur, insanca yaşama planıdır. Ondan kaçmak da insanlıktan kaçmaktır.

Kur’ân, fazilet ve hidayet, ahlak ve edep kaynağıdır. Ondan uzaklaşmak bunların hepsinden sıyrılmaktır.

Kur’ân, namus ve şeref kalesi, vatan ve millet teminatı, saadet ve selamet kitabıdır. Kur’an’a hor bakanın hakkı Allâh’ın lanetidir.

Kur’ân, vatanlaşma, milletleşme ve ebedileşme kitabıdır; ona düşmanlık da vatansızlaşma, milletsizleşme, Ebu Lehep’leşme ve soysuzlaşmadır.

Kur’ân, ışıkların en kuvvetlisi, sözlerin en hikmetlisi, yolların en doğrusudur.

Kur’ân, ilim ve irfan, akıl ve izan membaıdır. Ona el ve dil uzatmak da, ilim ve irfandan, akıl ve izandan soyunmaktır.

Kur’ân, hak ve hakikat, adalet ve hürriyet, kardeşlik ve eşitlik fermanıdır. Ona sırt çevirmek de, insanlığın asırlarca aradığı ve aradıkça kaybettiği hakkı, adaleti, hürriyeti, kardeşliği ve eşitliği bırakıp kendini bataklığa atmaktır.

Kur’ân, insanlara gönderilen İslâmiyet’in kanunları, hükümleridir. Onu tahkir etmek, topyekûn insanlığı ve İslâmiyet’i tahkir etmektir.

Kur’ân,  Hz. Peygamber’in en büyük mucizesidir.

Kur’ân’ın Mûcize Oluşu

Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in en büyük mucizesidir. Kur’ân’da, Rasûlullâh’tan mucize isteyenlere, mûcize olarak Kur’ân’ın yeterli olduğu bildirilmektedir:

وَقَالُوا لَوْلَآ اُنْزِلَ عَلَيْهِ اٰيَاتٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ قُلْ اِنَّمَا الْاٰيَاتُ عِنْدَ اللّٰهِۜ وَاِنَّمَآ اَنَا۬ نَذ۪يرٌ مُب۪ينٌ. اَوَلَمْ يَكْفِهِمْ اَنَّآ اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ يُتْلٰى عَلَيْهِمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَرَحْمَةً وَذِكْرٰى لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ۟

Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!” dediler. Onlara şöyle cevap ve: “Mucizeler ancak Allah katındadır ve ben sadece bir uyarıcıyım. Kendilerine okunan kitabı, sana indirmemiz, mucize olarak onlara yetmez mi?”[11]

Kur’ân-ı Kerim’in mucize oluşu üç bakımdan izah edilebilir:

Günümüze kadar değişmeden gelmiş olması; Yüce Allâh tarafından korunması bakımından,

Anlam bakımından,

Üslûbu bakımından.

  1. Kur’ân, Hz. Peygamber’e indiği gibi, hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar intikal etmiştir. Çünkü onun korumasını bizzat Cenab-ı Hak üstlenmiştir:

إنا نحن نزلنا الذكر وإنا له لحافظون

Şüphesiz o Kur’ân’ı biz indirdik ve onu biz koruyacağız.[12]

Allâh’ın koruduğuna ise kimse zarar veremez.

Nitekim Hz. Peygamber’in dünyayı şereflendirmesinden 50 gün önce meydana gelen fil hadisesinde Necâşî’nin muhteşem ordusundan Kâbe’yi korumuştu. Tarih kaynaklarında şöyle geçer: Necâşî, Kâbe’yi yıkmaya gelince, Mekkelilerin mallarını yağmalamış, sürülerini gasp eder. Hz. Peygamber’in dedesi Abdulmuttalip, Necâşî’nin huzuruna çıkıp ondan develerini ister. Necâşî, “ben de senin Kâbe’ye dokunmamamız için aracılık yapacağını düşünmüştüm.” deyince Abdulmuttalip, “Ben develerimin sahibiyim, onları korumaya çalışıyorum. Kâbe’nin sahibi ise Allâh Teâlâ’dır; onu o koruyacaktır.” der. Yüce Allâh da, sürü sürü kuşlar göndererek Necâşî’nin ordusunu helak ederek Kâbe’yi korur. Bu olay Fîl Suresinde şöyle anlatılmaktadır:

Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları haline getirdi.[13]

  1. Kur’ân’ı Kerîm anlam ve içerik olarak da mucizedir. İleride meydana gelecek olayları haber vermesi ve onların gerçekleşmesi; o dönemde kimsenin bilmediği bilgiler içermesi bu çerçevede değerlendirilebilir. Bunun Kur’ân’da pek çok örneği vardır; ancak onlardan bir kaçını burada zikretmek yeterli olacaktır:
  2. a) Kitap ehlinden olan Roma İmparatorluğu ile putperest İran arasındaki savaşı 616 yılında İran’ın zaferi ile sonuçlanması Mekkeli müşrikleri sevindirmiş ve şımartmıştır. Bunun üzerine Hz. Peygamber ve inananları teselli etmek için Rûm suresinin ilk ayetleri inmiştir:

غُلِبَتِ الرُّومُۙ.  ف۪يٓ اَدْنَى الْاَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَۙ. ف۪ي بِضْعِ سِن۪ينَۜ لِلّٰهِ الْاَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُۜ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَۙ

Rumlar, yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar. Onlar bu yenilgiden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Önce de, sonra da hüküm Allah’ındır. Allâh’ın Rumları üstün getireceği gün müminler sevinecektir.[14]

Bu ayetleri Hz. Peygamber’den dinleyen Hz. Ebû Bekir, Mekkelilere bunu bildirdi. Bunun üzerine Übey b. Halef, “Yalan söylüyorsun!” deyip, üç yıl süre koyarak 10 devesine bahse girme teklifinde bulundu. Hz. Ebû Bekir bunu kabul etti. Durumu Hz. Peygamber’e bildirince o, ayette geçen ifadenin üçten dokuz yıla kadar zamana işaret ettiğini, bu sebeple süreyi 9 yıla deve sayısını da 100’e çıkarmasını söyledi. Hz. Ebû Bekir de öyle yaptı.

Ebû Bekir Medine’ye hicret edeceği zaman Übey ondan kefil göstermeden Mekke’den ayrılmasına izin vermeyeceğini söyledi. O da, oğlu Abdurrahman’ı kefil gösterdi. Übey de, Uhud savaşına katılmak isteyince Abdurrahman, ondan kefil istedi. Übey, Uhud’da Hz. Peygamber’in kılıcından aldığı bir yarayla ölür.

621 yılında süre sona ermeden Rumlar İranlıları yenince Hz. Ebû Bekir Mekke’ye giderek, Übey’in mirasçılarından 100 deveyi alıp getirmiş ve Hz. Peygamber’in talimatıyla fakirlere dağıtmıştır. Bu mucizeli haber sebebiyle bazı Mekkeli müşriklerin Müslüman olduğu rivayet edilir.[15]

  1. b) O devirde bilinmesi mümkün olmayan insanın ana karnındaki gelişimi ile ilgili bilgilerin, bugünkü bilgilerimizle çelişmemesi, onun mucizelerindendir:

ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍ. ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًاۗ ثُمَّ اَنْشَاْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ

Sonra onu, çok güvenli olan ana rahminde yumurta ve spermden oluşan embriyo haline getirdik. Sonra bu embriyoyu, rahime yapışmış blastocyst (döllenmiş hücre yığını) haline getirdik. Bu hücre yığınını bir parça et görünümündeki varlığa dönüştürdük.  Sonra bu varlığı, iskeleti ve onu kaplayan etiyle insan şekline getirdik. Sonunda onu, başka bir varlık olarak ortaya çıkardık. En güzel yaratıcı olan Allâh, çok yücedir![16]

Aynı şekilde yakın zamanlardaki keşiflerle uyuşan şu ayet de onun icazını göstermektedir:

مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ يَلْتَقِيَانِۙ.  بَيْنَهُمَا بَرْزَخٌ لَا يَبْغِيَانِۚ.

(Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar, fakat aralarında bir engel var, birbirine karışmıyorlar.[17]

  1. Kur’ân-ı Kerîm’in üslubu o kadar mükemmeldir ki, dinleyip de etkisinde kalmamak mümkün değildir. Buna Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle işaret etmektedir:

İlim adamları, onu okuyup anlamak için çalışmaya, üzerinde araştırma yapmaya doyamaz. O tekrarlamakla eskimez ve bıkkınlık vermez; hayranlık veren yönleri bitip tükenmez.”[18]

Nitekim Müşriklerin önde gelenleri bile, Kur’ân’ı duyunca etkilenmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.s.) gece namaz kılarken yüksek sesle Kur’ân okurdu. Ebû Süfyân, Ebû Cehil ve Ahnes b. Şerîk, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) okuyuşundan etkilenip birbirlerinden gizli Hz. Peygamber’i dinlemişler. Sabah olup birbirlerini görünce, bir daha böyle bir şey yapmayacaklarına söz vermişler. Fakat Kur’ân’ın cazibesine karşı duramayıp ertesi gece tekrar birbirlerinden gizli gelip Hz. Peygamber’i dinlemişler. Sabah olup birbirlerini görünce, yine bir daha bunu yapmamak üzere sözleşerek ayrılmışlar. Üçüncü gece de dayanamayıp gelmişler ve Kur’ân’ı dinlemişlerdir. Sabah birbirlerini görünce, kendi kendilerini kınamışlar ve diğer insanların bunu öğrenip etkileneceklerini düşünerek bir daha yapmamaya karar vermişlerdir. [19]

Müşrikler kendileri etkilendikleri gibi insanların Kur’ân’ı dinleyip etkilenmesinden endişe ederek sabote etmek istemişlerdir. Bu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle haber verilmektedir:

وَقَالَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَا تَسْمَعُوا لِهٰذَا الْقُرْاٰنِ وَالْغَوْا ف۪يهِ لَعَلَّكُمْ تَغْلِبُونَ

İnkâr edenler, ‘bu Kur’ân’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki galip gelirsiniz.’ dediler.[20]

Kur’ân’ın üslûbunun harikuladeliği ile ilgili olarak Râgıb el-İsfehânî şöyle demiştir: “Kur’ân-ı Kerim’in lafızları, Arap dilinin özü ve ifade araçları olduğundan, fıkıhçılar hükümlerini, filozoflar da konularını delillendirirken hep ona başvurmuşlar, şairler şiirlerinde ve edebiyatçılar da nesirlerinde ona müracaat etmişlerdir.”[21] Mahmud Süleyman Yakut ise, “Nahiv bilginleri, Allâh’ın kelamı olmasından dolayı tereddüt etmeden Kur’ân’ı şahit olarak kullanmışlardır. Çünkü onlara göre Kur’ân, fesâhatin zirvesinde olup, orijinal Arap dilini ve onun üstün ifade biçimlerini temsil etmektedir. Zira o, nazil olan en beliğ söz ve insanlığa ulaşan en güvenilir metindir.” demiştir[22].

Kur’ân’ın öyle bir üslûbu vardır ki, Arapça bilmeyenler bile okunan ayetlerin ahenginden, ses tonundan rahmet ayetleri mi, tehdit ayetleri mi olduğunu anlar. Rahmet ayetleri okunurken kişi, ondaki yumuşaklığı, sıcaklığı hisseder; azap ayetleri okunurken de, sanki Cehennem’in hışırtısını işitir.

خذوه فغلوه. ثم الجحيم صلوه. ثُمَّ ف۪ي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعًا فَاسْلُكُوهُۜ

Tutun onu bağlayın, sonra Cehennem’e atın. Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun. Zira o, Yüce Allâh’a inanmıyordu, fakire yedirmeği teşvik etmiyordu. Bugün burada ona bir dost yok.[23]

Bunun içindir ki Kur’ân, bütün yazarlara, şairlere, belagatçilere meydan okuyup bir benzerini veya on suresinin, hatta bir suresinin benzerini meydana getirmelerini istemiş; fakat bugüne kadar kimse benzerini getirememiştir; kıyamete kadar da getiremeyecektir:

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰىٓ اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَاْتُونَ بِمِثْلِه۪ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَه۪يرًا

De ki; ‘İnsanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı olarak bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, and olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar’[24]

اَمْ يَقُولُونَ افْتَرٰيهُۜ قُلْ فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِه۪ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

Senin için, ‘onu uydurdu’ diyorlar, öyle mi? De ki, ‘Öyleyse onun surelerine benzer uydurma on sure meydana getirin, iddialarınızda samimi iseniz, Allâh’tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın.’[25]

وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ۖ وَادْعُوا شُهَدَآءَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

Kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an’dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sure meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz, Allâh’tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırın.[26]

Kur’ân-ı Kerîm Okumak

Kur’ân okumak çok faziletli bir ibadettir. İbn Cezerî selef âlimlerinin Kur’ân okumayı nafile ibadetler içerisinde ilk sıraya koyduklarını ifade etmiştir[27]. İslâm bilginleri, Kur’ân okumanın, tesbih, tehlîl ve diğer zikirlerden daha faziletli olduğunu belirtmiştir[28].

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

مَنْ قَرَأَ حَرْفًا مِنْ كِتَابِ اللَّهِ فَلَهُ بِهِ حَسَنَةٌ وَالْحَسَنَةُ بِعَشْرِ أَمْثَالِهَا لاَ أَقُولُ الم حرْفٌ وَلَكِنْ أَلِفٌ حَرْفٌ وَلاَمٌ حَرْفٌ وَمِيمٌ حَرْفٌ

Kur’ân’ı okuyan kişiye, her bir harfine karşılık on sevap yazılır. Ben, “elif lâm mîm” bir harftir demiyorum. Elif bir, lâm bir, mîm de bir harftir. (Her harfe mukabil on sevap vardır.)[29]

اقرؤوا القرآن فإنه يأتي يوم القيامة شفيعا لاصحابه

Kur’ân’ı okuyun. Çünkü o, kıyamet günü kendini okuyana şefaat edecektir.

Sevgili Peygamberimiz, Kur’ân okuyanların konumunu ve derecelerinin yüksekliğini şöyle anlatmıştır:

ثلاثة لا يهولهم الفزع الأكبر ولا ينالهم الحساب هم على كثيب من مسك حتى يفرغ من حساب الخلائق رجل قرأ القرآن ابتغاء وجه الله

Üç zümre vardır ki, onları Kıyametin dehşeti korkutmaz, onlar için hesap zorluğu yoktur, diğerlerinin hesabı bitinceye kadar onlar misk tepecikleri üzerindedirler. Bunlardan birisi de, Allah’ın rızasını kazanmak için Kur’ân okuyan kimsedir.[30]

يُقَالُ لِصَاحِبِ القُرآنِ اقْرَأْ وَارْقِ وَرَتِّلْ كَمَا كُنْتَ تُرَتِّلُ فِي الدُّنْيَا فَإِنَّ مَنْزِلَكَ عِنْدَ آخِرِ آيَةٍ تَقْرَؤُهَا

Kur’ân okuyan, ezberleyen kişiye kıyamet günü, “Dünyada iken Kur’ân’ı okuduğun gibi oku ve yüksel, en son ayeti okuduğun yer senin makamın olacaktır.” denilecektir.[31]

Kur’ân’ı çok iyi okuyamayan, zorlanarak, kekeleyerek okuyanlar da Hz. Peygamber’in müjdesine mazhar olmuştur:

الَّذِي يَقْرَأُ الْقُرْآنَ وَهُوَ مَاهِرٌ بِهِ مَعَ السَّفَرَةِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ وَالَّذِي يَقْرَؤُهُ وَهُوَ يَشْتَدُّ عَلَيْهِ فَلَهُ أَجْرَانِ

Çok iyi bir şekilde Kur’ân’ı okuyan, sefere denilen değerli ve itaatkar meleklerle beraberdir. Kur’ân‘ı zorlanarak, kekeleyerek okuyana ise iki kat mükâfat vardır.[32]

Üstelik bu müjdeden sadece Kur’ân okuyanlar değil, onun yakınları da yararlanacaktır. Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır:

من قرأ القرآن وحفظه أدخله الله الجنة وشفعه في عشرة من أهل بيته . كلهم قد استوجب النار

Kur’ân’ı okuyan ve ezberleyen kişiyi Allâh Cennete koyar ve ailesinden Cehenneme girececek on kişiye şefaat izni verir.[33]

Bunun için Kur’ân’ı öğrenen ve öğreten Allâh Rasûlü’nün diliyle övülmüştür:

خياركم من تعلم القرآن و علمه

Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.[34]

Başka bir hadiste de şöyle buyurmuştur:

مَا اجْتَمَعَ قَوْمٌ فِى بَيْتٍ مِنْ بُيُوتِ اللَّهِ تَعَالَى يَتْلُونَ كِتَابَ اللَّهِ وَيَتَدَارَسُونَهُ بَيْنَهُمْ إِلاَّ نَزَلَتْ عَلَيْهِمُ السَّكِينَةُ وَغَشِيَتْهُمُ الرَّحْمَةُ وَحَفَّتْهُمُ الْمَلاَئِكَةُ وَذَكَرَهُمُ اللَّهُ فِيمَنْ عِنْدَهُ

Allah evlerinden bir evde, Allah’ın kitabını okumak ve aralarında müzakere etmek için toplanan kimselerin üzerine sekine iner, onları rahmet kuşatır, melekler etraflarını sarar ve Allah onları kendi katında bulunanlara överek anlatır.[35]

Enes b. Mâlik oğluna şöyle öğüt vermiştir:

يا بني لا تغفل عن قراءة القرآن فإن القرآن يحيي القلب الميت وينهى عن الفحشاء والمنكر والبغي

Yavrucuğum, Kur’ân okumayı asla ihmal etme. Çünkü Kur’ân, ölü kalbi diriltir ve kişiyi ahlaksızlık, çirkin işler ve taşkınlıktan alıkor[36].

Ashabın hikmetli sözlerinden biri de şöyledir:

شفاء الجَنان قرائة القرآن

Kalbin ilacı, Kur’ân okumaktır[37].

قَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَىُّ الْعَمَلِ أَحَبُّ إِلَى اللَّهِ؟ قَالَ: الْحَالُّ الْمُرْتَحِلُ. قَالَ وَمَا الْحَالُّ الْمُرْتَحِلُ؟ قَالَ: الَّذِى يَضْرِبُ مِنْ أَوَّلِ الْقُرْآنِ إِلَى آخِرِهِ كُلَّمَا حَلَّ ارْتَحَلَ

Bir adam: “Ya Rasûlallâh! Allah’ın en çok sevdiği amel hangisidir?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Konup göçendir” cevabını verdi. Adam: “Konup göçen kimdir?” diye sorunca da, “Kur’ân’ı başından sonuna kadar okuyan, bitirince de tekrar başlayandır” buyurdu[38].

Kur’ân-ı Kerîm’i Anlamak

Kur’ân okumadaki asıl maksat, onu anlamaya çalışmaktır. Bu husus, âyetlerde açıkça vurgulanmaktadır:

اِنَّآ اَنْزَلْنَاهُ قُرْءٰنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

Düşünüp manâsını anlamanız için biz, onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.[39]

اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْاٰنَ اَمْ عَلٰى قُلُوبٍ اَقْفَالُهَا

Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalblerinin üzerinde üst üste kilitler mi var?[40]

Hz. Peygamber (s.a.s.) de, ashabına nafile ibadetlerle meşgul olmak yerine Kur’ân’ı öğrenmeyi tavsiye etmiştir:

يا أبا ذر لَأَنْ تَغْدُوَ فتعلم آية من كتاب الله خير لك من أن تصلي مائة ركعة .

Ey Ebû Zerr! Oturup Allah’ın kitabından bir âyeti öğrenmen, senin için yüz rekât nâfile namaz kılmandan daha hayırlıdır.[41]

Allâh’ın Rasûlü, Kur’ân okumaktan maksadın onu anlamaya çalışmak olduğunu vurgulamış; onu anlamadan okumayı hoş karşılamamıştır. Kur’ân’ı çokça okumak isteyene, ayda bir Kur’ân’ın tamamını okumasını söylemiş, daha fazlasını isteyince, on günde bir okumasını, daha fazlasını isteyince de yedi günde bir okumasını tavsiye etmiş ve

لم يفقه من قرأ القرآن في أقل من ثلاث

Kur’ân’ı üç günden az bir sürede hatmeden, onu anlayamaz.[42] buyurmuştur.

İyâs b. Muâviye, Kur’ân’ı anlayarak okuyan ile anlamadan okuyana şu örneği vermektedir:

“Kur’ân’ı okuyup da onun mânâsını bilmeyen kimse, lambanın olmadığı bir gecede hükümdarından kendisine bir mektup gelen, (bu yüzden) kendisini korku saran ve mektubun içinde ne olduğunu bilmeyen kimse gibidir. Kur’ân’ın mânâsını bilen ise, lâmba getirerek mektubun içindekini okuyan gibidir.”[43]

Kur’ân-ı Kerîm’i Yaşamak

Kur’ân okumadaki asıl maksat, onu anlamaya çalışmak; anlamadan maksat da, onu hayata geçirmek, hükümlerini yerine getirmektir.

İman Gazzâlî şöyle demiştir:

“Kur’ân’ın hakkıyla okunması, dil, akıl ve kalbin birlikte okumasıyla gerçekleşir. Dil, harflerine ve tecvit kurallarına uyarak yavaş yavaş okur; akıl, manalarını anlar; kalp ise, öğüt alarak emir ve yasaklara uyar.”[44]

Müslümanların birbirlerini kıskanmalarını hoş karşılamayan Peygamberimiz, Kur’ân’ı uygulamaya çalışan kişinin gıpta edilebileceğini söylemiştir:

لا حسد إلا في اثنتين رجل آتاه الله القرآن فهو يقوم به أناء الليل وآناء النهار ورجل آتاه الله مالا فهو ينفقه آناء الليل وآناء النهار

Ancak iki kişi gıpta edilmeye değerdir: Birisi, Allah’ın kendisine Kur’ân ihsan edip de gece-gündüz onu okuyarak uygulamaya çalışan; diğeri de, Allah’ın verdiği malı gece-gündüz infak eden kimsedir.[45]

Allâh Rasûlü, Kur’ân’ı okuyup uygulayan ile uygulamayan hakkında şöyle bir benzetme yapmıştır:

تعلموا القرآن فاقرءوه وأقرئوه فإن مثل القرآن لمن تعلمه فقرأه وقام به كمثل جراب محشوا مسكا يفوح بريحه كل مكان ومثل من تعمله فيرقد وهو في جوفه كمثل جراب وكئ على مسك

Kur’ân’ı öğrenin, onu okuyun. Kur’ân’ı öğrenen, onu okuyan ve gereğini yapan kişi, misk ile doldurulmuş bir kap gibidir; kokusu etrafa yayılır. Kur’ân’ı öğrenip anlayabildiği hâlde gaflete dalan kişi ise, içinde misk varken ağzı sıkıca kapatılmış kap gibidir.[46]

Kur’ân-ı okuyup hükümlerini uygulama gayreti içinde olanlar, kıyamette çok büyük bir lütufa ulaşacakları gibi yakınları da bunun yararını görecektir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle anlatıyor:

من قرأ القرآن وعمل بما فيه ألبس والداه تاجا يوم القيامة ضوءه أحسن من ضوء الشمس في بيوت الدنيا لو كانت فيكم فما ظنكم بالذي عمل بهذا

Kur’ân’ı okuyan ve hükümleriyle amel edenin anne ve babasına kıyâmet günü güneşten daha parlak olan bir taç giydirilir. Artık Kur’ân’ı bizzat okuyup uygulayanın sevabını varın siz takdir edin.[47]

من قرأ القرآن واستظهره فأحل حلاله وحرم حرامه أدخله الله به الجنة وشفعه في عشرة من أهل بيته كلهم وجبت له النار

Kur’ân’ı okuyup ezberleyen ve helâl kıldığı şeyi helâl, haram kıldığı şeyi de haram kabul eden kişiyi Allah, Cennet’e koyar. Ayrıca Cehennem’e girecek olan ailesinden on kişiye şefaatçi kılar.[48]

Konuya dair Ebû Abdurrahmân es-Sülemî’nin şu sözü çok anlamlıdır: “Biz, Kur’ân’dan on âyet öğrenince, onun helâlini-haramını, emrini-nehyini öğrenmeden başka bir âyete geçmezdik.”[49]

Abdullah b. Mes‘ûd’un şu sözü de oldukça manidardır: “Kur’ân-ı Kerim, hükmüyle amel edilmek için nazil olmuş iken, onlar yalnız okumasını amel olarak kabul etmişlerdir. Bazı kimseler, Fâtiha’dan başlayarak hiç yanılmamak şartıyla Kur’ân’ı sonuna kadar okudukları hâlde hükmüyle amel etmezler.”[50] Hasan Basrî ise şöyle demektedir: “Önceleri insanlar, Kur’ân’ı Allâh’ın fermanı bilir öyle davranırlardı. Gece gündüz onun hükümlerini gözetir, göz önünde bulundurur ve ona uymaya, ona göre amel etmeye titizlik gösterirdi. Şimdi siz, onun harflerine, harekelerine çok dikkat ediyorsunuz, ama ilâhî emirlere, içinde neler bulunduğuna hiç dikkat etmiyorsunuz. Hattâ onları anlamıyorsunuz bile.”[51]

Asr-ı saadet ve hülefâ-i râşidîn döneminde Kur’ân anlaşılıp yaşanıyordu; anlamını bilinmeden sadece yüzünden okunmak veya ezberlemekle yetinilmiyordu. Kur’ân hâfızı olmak, baştan sona Kur’ân’ı yanlışsız olarak ezbere okumak değildi. Nitekim Ebû Ömer, Kur’ân hâfızını “Kur’ân hâfızları, Kur’ân’ın hükümlerini, helâlini ve haramını bilen ve onun içindekilerle amel edenlerdir.” şeklinde tarif etmiştir[52].

Merhum Mehmet Akif bu hususu şöyle dile getirmiştir:

İnmemiştir hele Kur’ân bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarda okunmak, ne de fal bakmak için.

Nitekim Yüce Allâh şöyle buyurmaktadır:

وَاَنَّ هٰذَا صِرَاط۪ي مُسْتَق۪يمًا فَاتَّبِعُوهُۚ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَب۪يلِه۪ۜ ذٰلِكُمْ وَصّٰيكُمْ بِه۪ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

İşte bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyun! Başka yollara asla sapmayın; aksi halde bu davranışınız sizi Allâh’ın yolundan ayırır. Bu, Allâh’a karşı kulluk bilinci içinde olmanız için size bildirdiği emir ve yasaklardır.[53]

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا وَلَا تَفَرَّقُواۖ

“Hepiniz, Allah’ın ipi olan Kur’ân’a sımsıkı sarılın, bölünüp parçalanmayın…”[54]

Mutlu bir hayat, sağlıklı bir toplum ve güvenli bir gelecek istiyorsak Kur’ân’a sarılmalıyız. Çünkü dertlerimizin ilacı, problemlerimizin çözümü Kur’ân’dadır. Zira o, bireysel ve toplumsal hastalıklara şifâdır. Kur’ân’da şöyle buyrulmaktadır:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَآءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا

Biz Kur’ân’ı müminlere şifâ ve rahmet olarak indiriyoruz. Fakat bu, kâfirlerin sadece ziyanını artırmaktadır.[55]

Şifa ve rahmete ulaşmak ise, Kur’ân’ı uygulamaya bağlıdır:

وَهٰذَا كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ فَاتَّبِعُوهُ وَاتَّقُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَۙ

Bu Kur’ân, indirdiğimiz mübarek bir kitaptır, ona uyun. Size merhamet edilmesi için Allâh’a karşı kulluk bilinci içinde olun.[56]

Sonuç

İnsanlık, tarih boyunca huzur ve mutluluğu yakalamak için çalışmış ve hâlâ bu amacına erişmek için gayret etmektedir. Günümüzde bilim ve teknoloji akıllara durgunluk verecek şekilde ilerlemesine rağmen insanlık, hâlâ çok büyük problemler içinde kıvranmakta, haysiyet ve onuruyla bağdaşmayan çirkin ve acımasız muamelelere maruz kalmaktadır. Problemlerin çözümüne yönelik üretilen çareler yetersiz kalmaktadır. Çünkü bu konuda, dertlerimizin devası, gönüllerimizin ilacı Kur’ân-ı Kerîm göz ardı edilmektedir.

Şunu belirtmek gerekir ki, insanlık ne kadar ilerlerse ilerlesin, hiçbir zaman Kur’an’ın getirmiş olduğu gerçeklerden müstağni kalamaz; insan bu gerçeklere daima muhtaçtır. Bu bakımdan Kur’an insan var olduğu sürece, öneminden bir şey kaybetmeyecektir. O tazeliğini, canlılığını, evrenselliğini ve mükemmelliğini kıyamete kadar devam ettirecektir.

O hâlde, bütün dînî ve dünyevî fazîletlerin ve gelişmenin kaynağı; maddî ve manevî bütün dertlerimizin dermanı olan Kur’ân’a sarılmaktan başka çare bulunmamaktadır. Ondaki yüksek manayı anlamaya çalışmalı, uygulamak için elimizden gelen gayreti göstermeliyiz. Ancak bunu yaparsak, özlediğimiz huzur ve mutluluğa kavuşur ve asla yolumuzu kaybetmeyiz. Zira;

Beşerin derdine derman olur ancak Kur’an

Ona sarılmazsa eğer canavardan da beterdir insan

Allâh’a dayan sa’ye sarıl hikmete ram ol

Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol.

Yüce Allâh bizi Kur’ân’ı anlayıp uygulayarak dünya ve ahiret mutluluğunu elde eden kullarından eylesin!

Âmiiiin!

 

[1] Bkz. Şuara, 26/192-195, Fürkan, 25/32.

[2] El-Câsiye, 45/20.

[3] Âl-i İmran, 3/138.

[4] Buharî, Edep, 70.

[5] İbn Mâce, Mukaddime, 7; Nesai, Sahv, 65.

[6] Müslim, Cuma, 43.

[7] Ebû Dâvûd, Menâsik, 58.

[8] El-İsrâ, 17/9.

[9] Beyhakî, Şa’bu’l-Îmân, 2/326.

[10] Tirmizî, Fezâilu’l-Kur’ân, 14.

[11] Ankebut 29/51.

[12] Hicr 15/9.

[13] Fîl 105/1.

[14] Rum 30/2-4.

[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/23-25; Taberî, Târih, 2/141-142; M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, Mekke Devri, 306-307.

[16] Mü’minûn 23/13-14.

[17] Rahman 55/19-20.

[18] Tirmizî, Fezâilu’l-Kur’ân, 14.

[19] İbn Hişam, Sire, 1/89.

[20] Fussilet  41/26.

[21] el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, Daru’l-Marife, Beyrut trz., s.6.

[22] Mesadiru’t-Turasi’n-Nahv, Külliyetü’l-Âdab, Camiatu Tanta, 2003, s.74.

[23] Hakka 69/30-35.

[24] İsra 17/88.

[25] Hud 11/13.

[26] Bakara 2/23.

[27] İbn Cezerî, en-Neşr, 1/3.

[28] Nevevî 1990, 24; Kandehlevî 1997, 380

[29] Tirmizî, Fezailü’l-Kur’an, 16.

[30] Taberanî, Mu‘cemu’s-Sağîr, 2/252.

[31] Tirmizî, Fezâilu’l-Kur’ân, 18

[32] Ebu Davud, Salât, 349.

[33] İbn Mâce, Mukaddime, 16.

[34] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/473; Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 21.

[35] Ebû Davud, “Vitr”, 14.

[36] Ebû Şucâ ed-Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-Hıtâb, 5/368.

[37] Yusi, el-Muhadarât fi’l-Lugati ve’l-Edeb, 130.

[38] Tirmizî, “Kıraât,” 13.

[39] Yûsuf, 12/2; Zühruf 43/3.

[40] Muhammed 47/24.

[41] İbn Mâce, “Mukaddime”, 16.

[42] İbni Mâce, İkametü’s-Salât, 178.

[43] Kurtubî, 1/26.

[44] Gazzalî, İhyâ, 1/287

[45] Müslim, Salâtü’l-Müsafirîn, 266-267.

[46] Tirmizî, Fezailü’l-Kur’ân, 2

[47] Ebû Dâvud, “Salât”, 349.

[48] Tirmizi, “Fezâilu’l-Kur’ân,” 13.

[49] Kurtubî, 1/39.

[50] Gazzalî, 1/275.

[51] Kandehlevî, 383.

[52] Kurtubî, 1/26.

[53] En’âm 6/153.

[54] Âl-i İmrân 3/103.

[55] El-İsrâ, 17/82.

[56] En’âm, 6/155.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir