İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İslâm Ticaret Hukuku (İkinci Bölüm)

İKİNCİ BÖLÜM

Ticari İş, Cari Hesap ve Haksız Rekabet

 

I. Ticarî İş Kavramı

II. Ticarî İşin Kriterleri

  1. Mutlak Ticari İş Kriteri
  2. Nisbi Ticari İş Kriteri
  3. Ticari İş Karinesi
  4. Yayma Kriteri

III.         Ticari İş – Medeni İş Ayrımının Sonuçları

A. Ticaret İhtisas Mahkemeleri

B. İspat Vasıtalarında Genişlik

C. Teselsül (Müteselsil Borçluluk) Karinesi

D. Ticarî Borçlarda Mühlet

E. Ticari İşlerde Faiz

  1. Faiz – Vade Farkı İlişkisi
  2. Faiz – Aşkın Zarar (Munzam Zarar) İlişkisi

F. Ticari İşlerde Zamanaşımı

IV. Ticari İş Çeşitleri

A. Aslî Ticâri İşler

  1. Münferit Ticari İşler
  2. Ticari Proje/Sözleşme Kapsamında Olan Ticari İşler

B. Şeklî Ticari İşler

C. Nisbî (Şahsî/Tebeî) Ticari İşler

D. Karma Ticari İşler

V. Cari Hesap

A. Tanımı ve İşlevi

B. Cari Hesaba Geçirilebilecek ve Geçirilemeyecek Alacaklar

C. Cari Hesabın Hükmü

VI. Haksız Rekabet

A. İslâm Hukukunda Haksız Rekabet Yasakları

  1. Ticârî Hile
  2. Dürüstlük Kuralına Aykırı Reklamlar
  3. Kişileri Başkasıyla Yaptığı Sözleşmeyi İhlal veya Bozmaya Yöneltmek
  4. Kartel Oluşturma ve Yoğunlaşma (Tekel) Yasağı

B. Haksız Rekabetin Müeyyideleri

  1. Tazminat
  2. Haksız Rekabeti Tespit ve İzâle Davâsı
  3. Cezâî Yaptırımlar

C. Haksız Rekabeti Önleyici Düzenlemeler

  1. Gabn-ı Fahiş Yasağı
  2. İhtikâr
  3. İç Piyasaya Mal Arzını Artırmak

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

Ticari İş, Cari Hesap ve Haksız Rekabet

 

I.       Ticarî İş Kavramı

Ticari iş – adi iş ayrımının önemi, ticaret hukukunun uygulama alanının belirlenmesinde ortaya çıkmaktadır. Çünkü ticaret kanunu hükümleri, ticari işlere uygulanır. Ancak ticaret kanununun kapsamının belirlenmesinde, başka bir ifadeyle ticari işlerin tanımlanmasında benimsenen sisteme göre, farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Ticaret kanunlarının hazırlanmasında objektif, subjektif, modern ve karma olmak üzere dört sistem bulunduğu geçmişti. Bunlardan sübjektif sistem ile kısmen karma sistem tâciri esas alırken; diğerleri, işlem veya işletmeyi esas almaktadır. Ticaret kanunlarının hazırlanmasında sübjektif sistemi benimseyen hukuk sistemlerinde, tâcirin yaptığı işler ticari iş sayılırken, modern sistemi benimseyen hukuk sistemlerinde, ticâri işletmeyi ilgilendiren işlemler, ticari iş kabul edilmektedir. Nitekim Türk Ticaret Kanununda ticari iş, “Bu Kanunda düzenlenen hususlarla bir ticari işletmeyi ilgilendiren bütün işlem ve fiiller” şeklinde tanımlanmaktadır.[1] Buna karşılık ticari iş ve işlemleri esas alan objektif sistemde ise, kanunlarda öncelikle ticari işlerin tanımı detaylı bir şekilde yapılmakta ve kanun bunun üzerine bina edilmektedir. Mesela Filistin, Yemen, Irak Ticaret Kanunlarında genel olarak ticari işin tanımı yapıldıktan sonra, kara ve deniz ticari işleri detaylı bir şekilde teker teker sayılmış, ayrıca bunların dışında ticari iş kabul edilen durumlar belirtilmiştir.[2]

Ticarî işleri belirlemek ve onu medeni işlerden ayırmak amacıyla bazı nazariyeler geliştirilmiştir:

  1. a) Spekülasyon Nazariyesi: Bu nazariyeye göre, bir faaliyetin ticari iş olduğunu belirleyen unsur, kazanç elde etme amacıdır. Bir kişinin, üzerine kârını koyarak satmak amacıyla mal alması ticari iştir. Fransız hukukçu Lyon Caen ve Renault tarafından bu nazariye geliştirilmiştir. Bu nazariyeye göre kazanç elde etmek amacıyla yapılan faaliyetler ticari iş iken, kazanç amacı olmayan faaliyetler ticari iş kapsamına girmez. Mesela günlük gazete çıkarmak ticari iştir. Çünkü gazete, kazanç elde etmek amacıyla çıkarılmaktadır. Fakat günlük fakülte gazetesi çıkarmak ticari iş değildir. Zira fakülte gazetesi çıkarmanın amacı kazanç elde etmek değil, bilim, edebiyat ve/veya sanattır.[3]

Bu nazariye birkaç açıdan eleştirilmiştir. Bu nazariye, tek başına ticari işleri, medenî işlerden ayırmada yeterli bir ölçüt değildir. Çünkü insanların faaliyetlerinin çoğu, kazanç elde etmeyi hedefler. Şayet spekülasyon nazariyesi tek başına yeterli bir ölçü olarak kabul edilirse, medeni faaliyetlerin tamamı ticari iş sayılacaktır. Buna göre, ziraî faaliyetler, avukatlık, hekimlik gibi mesleklerin icrası ticaret kapsamında değerlendirilecektir. Hâlbuki bunlar, ticarî iş değildir.[4] Diğer taraftan ticari iş kapsamında yer alan, çek, bono, poliçe gibi kambiyo senetleri düzenlemek, kazanç sağlamak amacıyla yapılmadığı için ticari iş kabul edilmeyecektir.[5] Aynı şekilde, likit ihtiyacı veya çeşitli sebeplerle malın elden çıkarılma zorunluluğu bulunduğunda maliyetine veya zararına yapılan satışlar da ticari iş sayılmayacaktır.

  1. b) Dolaşım Nazariyesi: Bu nazariye, Fransız hukukçu Thaller tarafından geliştirilmiştir. Bu nazariyeye göre ticaret, para, mal ve senetlerin dolaşımıdır. Buna göre bir faaliyet, servetin üreticiden toptancıya, toptancıdan perakendeciye ve ondan da tüketiciye intikalinde aracılık ise, ticari iştir. Başka bir ifadeyle servetin intikalini amaçlayan ve bunu canlandırmaya yardımcı olan her faaliyet ticari iştir. Bu itibarla mal satın almak, ancak satmak veya kiralamak amacıyla olursa ticari iş kabul edilir. Dolayısıyla kullanmak amacıyla araba satın almak; çiftçinin ürününü satması ticari iş kabul edilmez. Buna karşılık satmak amacıyla toprak mahsullerini almak ticari iştir.[6]

Bu nazariye, pek çok ticari işi açıklamakla birlikte, tek başına ticari işlerin belirlenmesinde ölçüt olmakta yeterli değildir. Bunun için bu nazariye de bazı tenkitlere maruz kalmıştır. Meselâ bu nazariyeye göre, ilk üreticinin faaliyeti, madencilik endüstrisi ticari iş sayılmaz. Hâlbuki piyasaya malı ilk süren bunlardır. Aynı şekilde tüketici kooperatifleri, ticaret odası, lonca, ahilik teşkilatı gibi meslek birlik ve kuruluşlarının piyasaya mal sürmesi de ticari iş olarak kabul edilmez.[7]

  1. c) Ticarî Proje Nazariyesi: Bu nazariye Fransız hukukçu Escarra tarafından geliştirilmiştir. Bu nazariyeye göre, proje kapsamında gerçekleştirilen faaliyetler ticari iştir. Burada proje ile kastedilen; meslek olarak icra edilmesi ve düzenli-planlı yapılmasıdır. Meslek olarak icra etmek ise işin tekrar etmesi, devamlı yapılması anlamına gelmektedir. Buna göre ticarî iş, “önceki bir organizasyona dayalı olarak ticari faaliyetin profesyonelce tekrar edilmesi” şeklinde tanımlanabilir. Bu nazariyenin uygulamasında, kanunda ticari iş olarak sayılıp sayılmamasına bakılmaksızın, açıklanan şekilde ticari proje çerçevesinde; yani tekrar eden bir şekilde, belirli bir iş organizasyonu altında gerçekleştirilen faaliyetler ticari iştir.[8] Bu nazariyeye göre ticari iş, büyük sermaye, organizasyon, yönetim ve emek unsurunu gerektirir. Bu nazariye, ticari proje sahibinin kendi kişisel çabasına dayanmaktan ziyade, ücret karşılığında üretimde kullandığı işçilerin çabasına, organizasyon ve yönetim unsuruna, üretim sürecinde ve hedeflenen kâra ulaşılmasında gerekli olan sermaye yatırımı ve emek istihdamına dayanmaktadır.[9]

Fakat bu nazariye de, tek başına ticari işi belirlemede yeterli değildir. Bazı işler, tekrar eden sürekli bir şekilde yapılmasına rağmen, ticari proje nazariyesi kriterine uymamaktadır. Mesela işlerin yürütülmesi için bir işyeri/dükkân edinilmeden faaliyet gösteren komisyonculuk ve simsarlık böyledir. Ayrıca ticari proje ölçütü, ticaret hukuku alanına giren projelerle medeni hukuk alanına giren projeleri birbirinden ayıran kurallara da sahip değildir. Bu nazariyeye göre, proje kapsamında gerçekleştirilen her faaliyet, -bu faaliyet ister ticarî olsun, isterse medenî olsun- bir ayrım yapılmaksızın ticari iş kabul edilmektedir. Bunun neticesinde de, bazı medenî iş kapsamına giren meslekler, bu nazariyedeki proje özelliklerini taşıdığı için ticari iş tanımı altına girebilmektedir. Meselâ, avukatlık, mühendislik büroları, tabiplerin muayenehaneleri, proje unsurlarını taşıdığı için ticari iş kabul edilebilmektedir.[10]

  1. d) Meslek Nazariyesi: Bu nazariye, Fransız hukukçu George Ripert’e aittir. Bu nazariyeye göre, tâcirin mesleğini icra kapsamında gerçekleştirdiği faaliyetlerin tamamı, ticari iştir. Burada meslek devamlı, organize ve sabit bir yolla, ticari gelir elde etmek için çalışmak anlamına gelmektedir. Ayrıca söz konusu mesleğin bazı özelliklerinin de bulunması gerekir. Bu kapsamda mesleğin ticari bir işyeri olmalı; iş gücü, müşteri iletişimi ve ticari itibar kullanılmalıdır. Faaliyetin gerçekleştirilmesinde, meslekte bulunması gereken unsurların mevcut olması durumunda, faaliyet ticari iştir.[11]

Bu nazariyeye de bazı eleştiriler yöneltilmiştir. Söz konusu tenkitlerden biri, ticari işin, ticari mesleğe bağlanmasıdır. Hâlbuki ticari faaliyetin tanımı yapılmadan, ticarî mesleğin tanım ve sınırlarının belirlenmesi mümkün değildir. Ayrıca kişinin ne zaman ticari meslek sahibi olduğu konusu da problem teşkil etmektedir. Meslek edinmenin ölçütü izafidir; kişiden kişiye farklılık arz eder. Bunun yanında meslekte bulunması gereken özellikler, gerçekte ticari olan bazı faaliyetleri, ticareti meslek edinen kişiler tarafından yapılmadığı için, ticari iş kapsamının dışında bırakmaktadır.[12]

  1. e) Sebep Nazariyesi: Reverand’ın geliştirdiği bu nazariye, sözleşmeye sevk eden sebebi esas almaktadır. Bu nazariyede, sözleşmeye sevk eden uzak veya dolaylı amaç dikkate alınır; hukuki işlemi gerçekleştirmeye sevk eden sebepler detaylı bir şekilde araştırılır, sevk eden sebep ticari ise fiil ticari iştir, aksi durumda ticari iş değildir. Mesela bir kişi, satmak veya kiraya vermek amacıyla bir şey alsa, bu amaç işlemi ticarî iş yapar.[13]

Bu nazariye de eleştiriden kurtulamamıştır. Eleştirilerden biri, işe sevk eden sebebin tespitinin çok zor olmasıdır. Kişinin amacı içinde gizlidir; tasarruf esnasında bunun anlaşılıp tespit edilmesi neredeyse imkânsızdır. Ayrıca bu nazariye, ticaret hukuku kapsamına giren bütün işlemleri açıklamakta yeterli değildir. Mesela kıymetli evraka ilişkin işlemler ticaret hukuku kapsamına girmekle birlikte bu kriterle açıklanamaz.[14]

II.    Ticarî İşin Kriterleri

Bir işin ticârî iş olup olmadığının tayininde, ticaret kanunu hazırlanırken benimsenen sistemlere göre farklı ölçütler kabul edilebilmektedir. Daha önce geçtiği üzere ticaret kanununun hazırlanmasında sübjektif sistemi benimseyen hukuk sistemlerinde, tâcirin yaptığı işler ticari iş sayılırken, modern sistemi benimseyen hukuk sistemlerinde, ticâri işletmeyi ilgilendiren işlemler, ticari iş kabul edilmektedir. Bunun için bazı ticaret kanunlarında, ticari işler genel kural konulduktan sonra teker teker sayılırken[15], bazı kanunlarda bir takım kriterler benimsenmiştir. Türk ticaret hukukunda ticarî işin belirlenmesinde bazı kriterler kabul edilmiştir. Bir faaliyetin ticarî iş sayılabilmesi için, bu kriterlerden en az birine uygun olması gerekmektedir. Söz konusu kriterler İslâm Ticaret Hukukunda da ticari işin kıstası olarak benimsenebilir. Şimdi bu kriterler teker teker ele alınacaktır.

1.      Mutlak Ticari İş Kriteri

Mutlak ticari iş kriteri, ticaret kanununda düzenlenen işlem ve faaliyetlerin ticari iş kabul edilmesidir. Tarafların tâcir olup olmadığına veya işin ticarî işletmeyi ilgilendirip ilgilendirilmediğine bakılmaksızın, ticaret kanununda düzenlenen iş ve işlemler ticarî iştir ve kendisine ticari işin sonuçları bağlanır. Meselâ tâcir vasfına sahip olmayan iki kişinin aralarında çek düzenlemesi ticâri iştir. Aynı şekilde bir memurun borcu karşılığında bono imzalaması; birkaç kişinin bir araya gelerek ticaret şirketi kurması da ticarî iştir. Bunlar gibi ticaret kanunu ile düzenlenen faaliyet/iş ve işlemlerin tamamı ticari iştir. Ticaret kanununda düzenlenen hususlar kapsamına giren faaliyetin ticari iş olarak değerlendirilmesi için, sözleşme olması zorunlu değildir. Dolayısıyla sözleşme olmasa da ticaret kanunu kapsamında gerçekleştirilen faaliyetler ticari iş olarak kabul edilir. Mesela haksız rekabet, ticaret kanunu ile düzenlendiği için, bir akit olmamasına rağmen ticari iştir.[16]

2.      Nisbi Ticari İş Kriteri

Nisbi ticari iş kriteri, ticaret kanununda düzenlenmemiş olmasına rağmen bir ticari işletmeyi ilgilendiren işlem ve faaliyetlerin ticarî iş kabul edilmesidir. Bu kritere göre ticari bir işten bahsedilebilmesi için, öncelikle bir ticari işletmenin bulunması gerekir. Bunun için ticarî işletme vasfına sahip olmayan esnaf işletmelerinin işlem ve faaliyetleri ticarî iş olarak kabul edilmez. Burada “ticarî işletmeyi ilgilendiren iş” kavramının geniş yorumlanması gerekir. Buna göre ticarî işletme faaliyeti çerçevesinde yapılan işlerin tamamı ticari iş olarak değerlendirilir. Dolayısıyla sadece ticarî işletmenin konusuna doğrudan giren işler değil, dolaylı olarak işletme konusunu ilgilendiren faaliyetler de ticarî iş kabul edilir. Meselâ bir otomobil galerisine otomobil alınması, doğrudan ticarî işletmeyi ilgilendirirken, galerinin dekorasyonu için bir mimarla sözleşme yapılması dolaylı olarak işletme ile ilgilidir ve bunların her ikisi de ticari iş olarak kabul edilir. Ayrıca ticarî işletmeyi ilgilendiren hususlar, bir işlem olabileceği gibi bir fiil de olabilir. Ticari işletmeyi ilgilendiren her türlü işlem ve fiil, arada illiyet rabıtası olmak kaydıyla, herhangi bir sınırlama olmaksızın ticarî iş sayılır. Burada fiil ile, özellikle haksız fiil kastedilmektedir. Ticari işletmenin işlerinin tamamı ticari kabul edildiği için, işletmeyi ilgilendiren haksız fiiller de ticari iş olur. Bu fiilin karşı taraf açısından adî iş olması veya karşı tarafın tâcir olmaması onun ticari iş kabul edilmesinde önemli değildir. Meselâ bir ticarî şirketin mal nakil aracının bir yayaya çarpması, ticari şirket açısından ticari iş iken yaya açısından adî iştir. Fakat bu nakil aracı yolcu otobüsüne çarpsa, her iki taraf açısından da ticari iş olur.[17]

3.      Ticari İş Karinesi

Ticari iş karinesi, tâcirin her türlü iş ve işleminin ticari iş ve bunlardan doğan borcun da ticari borç kabul edilmesidir. Gerçek kişilerde tâcirin işlemi yaparken ticarî işletmesiyle ilgili olmadığını açıkça belirtmesi ve işlemin özelliklerinin, onun ticarî sayılmasına elverişli olmaması bunun istisnalarıdır. Tüzel kişilerin işlemlerinin tamamı ise ticari sayılır, istisnası yoktur.[18] Bu konu birinci bölümde “Tâcir Olmanın Hüküm ve Sonuçları” başlığı altında işlendiği için, burada daha fazla detaya girilmeyecektir.

4.      Yayma Kriteri

Yayma kriterinde, taraflardan biri için ticari iş olan işlem, diğer tarafa da yayılmaktadır. Buna göre, taraflardan biri için ticari iş niteliği taşıyan sözleşmeler, kanunda aksine bir hüküm bulunmadığı takdirde diğer taraf için de ticari iş olarak kabul edilmektedir. Mesela bir memur, beyaz eşya mağazasından evine buzdolabı satın alsa, bu işlem her iki taraf için ticari iş olarak kabul edilir. Aslında evine buzdolabı alan kişi tâcir olmadığı ve buzdolabını bir ticari işletme için almadığı için bu akdin adi iş olması gerekir. Fakat bu işlem, taraflardan biri için ticari bir akit olması sebebiyle, memur açısından da ticari iş kabul edilir. Bu kritere göre bir işlemin ticari iş olarak kabul edilmesi için; taraflardan biri için ticari iş olması, işlemin bir sözleşme olması ve ticari sayılmasını engelleyen bir kanun hükmünün bulunmaması gerekir.[19]

III. Ticari İş – Medeni İş Ayrımının Sonuçları

Ticaret hukukunun uygulaması açısından ticari işlerin diğer medenî işlerden ayrılması önem arz etmektedir. Bu ayrımın, başta yargıda olmak üzere bazı sonuçları bulunmaktadır. Bu bölümde söz konusu ayrımın sonuçları ele alınacaktır.

A.    Ticaret İhtisas Mahkemeleri

Ticari iş – âdî iş ayrımının sonuçlarından biri, ticari işlerle ilgili anlaşmazlıkları çözümlemek üzere ticaret mahkemelerinin bir ihtisas mahkemesi olarak kurulmasıdır. Ticaret hukukunun müstakil bir hukuk dalı olarak gelişmesinden önce, ticari anlaşmazlıkları çözümlemek üzere ticaret mahkemeleri kurulmuştur. Ortaçağda loncalar tâcirlerin sosyal ve ticari hayattaki problemlerine çözüm getirme ve onların menfaatlerini korumanın yanında, üyeleri arasında meydana gelen hukukî problemleri çözümlemek amacıyla kurulmuştur. Ancak loncalar hususî teşkilat olduğu için, farklı loncalara mensup tâcirler arasındaki ihtilaflar burada çözümlenemiyordu. Bu tür davalar, fuar ve pazar mahkemesi adında özel bir mahkemece görülüyordu.[20] Geçici olan bu mahkeme, daha sonra sürekli özel mahkemeye dönüştürülmüş, önce Lyon’da, sonra da Paris’te böyle ticaret mahkemeleri kurulmuş, 1535 yılında da söz konusu mahkemenin görev ve yetkileri belirlenmiştir. 1673 yılından itibaren, kara ticareti ile ilgili davaları gören bu mahkemeler, ülkenin tamamında etkili hale getirilmiştir.[21] Osmanlı’da da, ticaret kanununun tedvininden önce, ticaret mahkemeleri kurulmuştur. Önceleri ticari davalar, şer’î mahkemelerde kadılar tarafından görülmekteydi. Avrupa ile ticari ilişkilerimizin artması ve ticari örf ve adetlerin değişmesi üzerine, kadı mahkemeleri ticari davaları çözümlemede yetersiz kalmıştır. Bunun sonucu olarak, ticari meslek grupları, kendi aralarındaki anlaşmazlıklarını loncalarında çözümleme yoluna gitmişlerdir. 1801 yılında Gümrük Emininin başkanlığında oluşturulan komisyonlar, yabancı ve yerli tüccar arasındaki davalara bakmıştır. Daha sonra bu komisyonlar Ticaret Meclisine dönüştürülerek Ticaret Nezaretine bağlanmıştır.[22]

Daha önce de ifade edildiği gibi, ticaret hukukunun ortaya çıkış gerekçelerinin başında, ticari işlerde ortaya çıkabilecek ihtilafların hızlı bir şekilde, alanın uzmanı kişiler tarafından çözümlenmesi gelmektedir. Bunun için ticaret hukukunun müstakil bir hukuk dalı olarak geliştiği ülkelerin bir kısmında ticaret mahkemeleri de bulunmaktadır. Fransa, Türkiye, Suudi Arabistan gibi ülkelerde, ticari davaları görmek üzere ihtisas mahkemeleri arasında ticaret mahkemeleri kurulmuştur.[23] Ancak yargı birliğini kabul eden ülkelerde, ticârî iş – âdî iş ayrımının bu sonucu ortaya çıkmaz. Nitekim Arap ülkelerin çoğunda yargı birliği benimsenmiştir; dolayısıyla ticarî anlaşmazlıkları çözümlemek üzere ayrı bir ticaret mahkemesi bulunmamaktadır.[24]

B.     İspat Vasıtalarında Genişlik

Aslında ticari davalarda da ispat vasıtaları, yargılama hukukundaki genel hükümlere tabidir. İspat vasıtaları, klasik fıkıh kaynaklarımızın “edebü’l-kâdî/kadâ’”, “da’vâ”, “şehâdât”, “ikrâr” gibi bölümlerinde ele alınmaktadır. İspat vasıtalarının çeşidi ve sayısı konusunda farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. İslâm bilginleri, ikrar, şahitlik, yemin ve/veya yeminden kaçınmanın ispat vasıtası olduğu konusunda ittifak etmiş[25]; hâkimin bilgisi, kesin karine gibi bunların dışındaki ispat vasıtaları konusunda ise farklı görüşler ortaya koymuşlardır.[26] İbn Kayyım el-Cevziyye (ö. 751/1350), İbn Ferhûn (ö. 799/1397) gibi bazı İslâm bilginleri, hakkın ortaya çıkmasını sağlayan her türlü delilin ispat vasıtası olarak kullanılabileceğini söylemiştir.[27] Bu yaklaşıma göre yukarıdakilere ek olarak, yazı, bilirkişi görüşü, gözlem, hâkim mektubu ve benzeri deliller ispat vasıtası olarak kullanılabilir.[28] Dolayısıyla ticari davalarda da ispat vasıtaları, bu farklı yaklaşımlara göre kabul edilen delillerdir. Fakat ticari davalarda, ek bazı ispat vasıtalarından yararlanma imkânı vardır. Meselâ, “birinci bölümde” de geçtiği üzere ticari defterler, teyit mektubu ve fatura, ticari davalarda ispat vasıtası olarak kullanılabilmektedir. Aynı şekilde tâcirin yaptığı işlemler de, “ticârî iş karinesi” ilkesi gereği ticarî iş kabul edilir. Ticâri örf de, sözleşme ve lafızların yorumlanmasında delil olmaktadır.

C.    Teselsül (Müteselsil Borçluluk) Karinesi

Hukukta teselsül, birden fazla kimsenin bir borcun tamamından, alacaklıya karşı borçlu sıfatıyla sorumlu olması anlamına gelmektedir.[29] Başka bir ifadeyle teselsül, bir hukukî ilişkide, birden fazla borçlu olması durumunda borcun, borçlular arasında taksim edilmemesini ifade etmektedir. Buna göre borçluların hepsi, alacaklıya karşı borcun tamamından sorumlu olur.[30]

Âdî işlerden kaynaklanan borçlarda teselsül, ancak borçluların her birinin açıkça borcun tamamından sorumlu olduğunu kabul etmesiyle mümkündür. Borçlular tarafından böyle bir beyan yoksa, teselsül sadece kanunda öngörülen hallerde olur.[31] Meselâ birkaç kişi bir otomobil veya bir ev satın alsa, sözleşmede açıkça müteselsil borç kabul edilmedikçe ortaklardan sadece kendi paylarına düşen borç istenebilir, daha fazlası talep edilemez.[32] Ticari borçlarda ise durum bunun aksinedir; taraflar aksini kararlaştırmadıkça borçlarda, teselsül karinesi geçerlidir. Türk Ticaret Kanunu gibi Fransa Ticaret Kanunundan mülhem ticaret kanunlarında da, iki veya daha çok kişinin, ticari niteliğe sahip bir işten dolayı birine karşı borç altına girmeleri durumunda, sözleşmede aksi kararlaştırılmadıkça veya kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça,  müteselsilen sorumlu olacakları kabul edilmektedir. Hatta burada borcun aralarından biri için veya hepsi için olması arasında da bir fark yoktur.[33]

Bu çerçeveden olarak, adî kefâlet ve ticâri kefâlet örnek verilebilir. Borçlar hukuku kapsamında kefâlet sözleşmesi, “kefilin alacaklıya karşı, borçlunun borcunu ifa etmemesinin sonuçlarından kişisel olarak sorumlu olmayı üstlendiği sözleşme”[34] olup, âdî kefâlet ve müteselsil kefâlet kısımlarına ayrılmaktadır. Âdî kefâlette alacaklı, bazı istisnaları dışında alacağını asıl borçludan istemedikçe kefile müracaat edemez. Alacaklı öncelikle alacağını asıl borçludan talep eder; tahsil edemezse kefilden isteme hakkı doğar.[35] Buna karşılık ticari borçlara kefâlette, hem asıl borçlu hem de kefil/kefiller müteselsilen borçlu olurlar. Meselâ, A adlı kişinin ticari borcuna, B ve C isimli kişiler kefil olsa, asıl borçlu A olmasına rağmen alacaklı, her üçünden alacağını isteyebilir, kefil olan B ve C’ye gidebilmesi için öncelikle A şahsına müracaat etmesi zorunlu değildir. Nitekim 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 7/2 maddesinde, “ticari borçlara kefâlet halinde, hem asıl borçlu ile kefil, hem de kefiller arasındaki ilişkilerde” teselsül karinesinin geçerli olduğu hükme bağlanmıştır.

İslâm hukukunda kefâlet, hak sahibinin bir şeyi talep etmesi konusunda, yükümlünün zimmetine üçüncü kişinin zimmetinin eklenmesi anlamına gelmektedir. Başka bir tanımla kefâlet, bir hakkın güvence altına alınması amacıyla, asıl borçlunun alacaklıya karşı sorumluluğuna üçüncü kişilerin katılmasıdır. Kefâletin konusu, şahıs ve mal olabileceği gibi, teslim ve gerektiğinde istirdat da olabilir.  Kefâlet türlerinden konumuzla ilgili olan mala kefâlettir. Bir borcun ödenmesine kefil olmaya mala kefâlet denir.  Mala kefâlette, kefâlet konusunun teslim edilmesi mümkün olmalı, borç ise sahih bir borç olmalıdır. Ayrıca bir malın teslim edilmesine kefil olmaya teslime kefâlet, satılan malın başka sahibinin çıkması halinde bedelin iade edilmesine kefil olmaya da derek kefâleti denir. Kefâlet akdinin sahih olarak kurulmasıyla, alacaklı hem borçludan, hem de kefîlden alacağını isteme hakkını elde eder.[36] Dolayısıyla İslâm hukukunda geçen kefâlet sözleşmesinde, müteselsil borçluluk söz konusudur. Bunun neticesi olarak ticaret hukukunda ticarî borçlara karşı kefâlette de teselsül karinesi geçerlidir.

Poliçe, bono çek gibi kambiyo senetleri, ticarî iş kapsamına giren konulardandır. Bu sebeple ticaret hukukunda, söz konusu senetleri düzenleyen, kabul eden, ciro eden veya aval veren kişiler, senedi bulunduran kişiye karşı müteselsilen borçlu olurlar. Senet hâmili, bu geçen kişilerin borçlanmadaki sıralarını gözetmeksizin, bunların her birinden, bir kısmından veya hepsinden alacağını talep edebilir.[37] Aslında kambiyo senetleri, borcun veya alacağın havâlesinden ibarettir.[38] İslâm hukukunda havâle, borcun bir kimsenin zimmetinden başka bir kimsenin zimmetine nakledilmesi anlamına gelmektedir. Havâle akdi ile borç, asıl borçlunun zimmetinden havâle edilen kişinin zimmetine geçmektedir. Havâle işlemi sonucunda birinci borçlu ve ona bağlı fer’î borçlular borçtan kurtulur. Dolayısıyla alacaklının, havâle eden eski borçludan alacağını talep etme hakkı yoktur. Ancak, havâle edilen yeni borçlunun borca batık olarak ölmesi veya hâkimin iflasına hükmetmesi ya da havâle edilenin havâle işlemini inkâr etmesi ve alacaklının elinde bunu ispat edecek delilinin bulunmaması gibi sınırlı durumlarda alacaklının borcu tahsil edememesi halinde, alacaklı eski borçluya rücû edebilir.[39] Buna göre kambiyo senedinde, en son imzalayan/ciro eden senet hâmiline karşı sorumlu olacak; dolayısıyla senet hâmili sadece en son imza/ciro eden kişiden senette yazılı meblağı talep edebilecektir. Ancak İslâm bilginleri, asıl borçlunun da sorumlu olması kaydıyla havâle sözleşmesi yapılması durumunda akdin sahih olacağını, o takdirde bu işlemin kefâlet olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtmişlerdir.[40] Buna göre ticari işler kapsamında yer alan kambiyo senetlerini, ticarî hayatta güvenin korunması amacıyla yapılan kefâlet işlemi olarak kabul etmek mümkündür.

D.    Ticarî Borçlarda Mühlet

Âdî borçlarda ödeme imkânı olmayan borçluya, eli genişleyinceye kadar mühlet verilir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Borçlu darda ise, eli genişleyinceye kadar ona zaman tanıyın. Eğer bilirseniz, alacağınızı bağışlamanız sizin için çok daha hayırlıdır.” buyrulmaktadır.[41] Hz. Peygamber (s.a.s), eli dar olup ödeme güçlüğü çeken borçluya kolaylık sağlayan kişinin sadaka sevabıyla ve cennetle ödüllendirileceğini[42], Allâh Teâlâ’nın ona hem dünyada, hem de ahirette kolaylık sağlayacağını[43]; onu, hiçbir gölgenin olmadığı kıyamet günü gölgelendireceğini[44] haber vermiştir. İslâm bilginleri de borcunu ödeme imkânı olmayan borçluya süre tanınması gerektiğini kabul etmişlerdir.[45]

Buna karşılık ticaret hukukunda, ticari borçlarda borçlunun ödeme imkânının bulunmaması durumunda borçluya mühlet verilmesi kabul edilmemektedir. Ticari alanda borçların vadesinin büyük bir önemi vardır. Borcun vadesinin ertelenmesi, alacaklının zarara uğramasına sebep olabilir. Bu çerçeveden olarak, alacağından mahrum kalan tâcir, doğacak ticaret/kâr fırsatını kaçırabilir, alacağına güvenerek başkasına yaptığı borcunu ödeyemez, belki de icra veya iflasla karşı karşıya kalabilir. Bunun için ticari borçlarda, borcun vadesi gelip borçlu ödeme imkânı bulamazsa hâkim, borçluya yükümlülüğünü yerine getirebilmesi için süre tanımaz.[46] İslâm hukukunda borç, bir mal karşılığında veya akit ile doğmuş ise hâkim, borçlunun fakir olduğu, ödeme güçlüğü çektiği iddiasını dikkate almaz ve borcunu ödemesi için zorlar.[47] Ticarî borçlar da bu kapsamda değerlendirilebilir.

E.     Ticari İşlerde Faiz

Fransız ticaret hukuku ve onu örnek alan hukuk sistemlerinde, bir işin ticari sayılmasının doğurduğu sonuçlar bakımından âdî işlerden ayrıldığı hususlardan biri de faiz konusudur. Faiz, hukuk açısından medeni bir semere; iktisat açısından, genellikle para olan sermayenin gelirini ifade etmek için kullanılır. Ticaret hukukunda faiz, genel olarak, kanun veya sözleşmeden kaynaklanan, para alacağından yoksun kalmanın karşılığı olarak alacaklıya ödenmesi gereken bedel şeklinde tanımlanabilir. Farklı açılardan faiz çeşitli tasnife tabi tutulmuştur; niteliği açısından faiz, kapital ve temerrüt faizi, kaynağı açısından kanunî ve akdî faiz, hesaplanması açısından da basit ve bileşik faiz kısımlarına ayrılır. Bu kanunların çoğunda, kural olarak, taraflarca kararlaştırılmamış olsa bile ticari borçlarda faiz talep edilebilir. Hâlbuki adi işlerde ancak sözleşmede kararlaştırılmışsa faiz istenebilir. Yine bu kanunlarda, ticari işlerde adi işlerdekinden daha yüksek bir oranda temerrüt faizi istenebilir ve istisnai durumlara has olsa da bileşik faiz uygulanabilir.[48] Bununla birlikte Fransız ticaret hukukunu örnek alan bazı İslâm ülkelerinde ticari işlerde faiz bulunmamaktadır.[49]

İslâm hukukunda faiz daha kapsamlıdır ve her çeşit faiz Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.s)’in sünnetinde kesin olarak yasaklanmıştır.[50] Kitap ve sünnette geçen faizi genel olarak borç faizi ve alışveriş faizi olarak ikiye ayırabiliriz. Borç faizi diye isimlendirebileceğimiz faiz türü, ödünç verilen paraya (karz) işletilen faizdir. Kur’ân’da geçen faiz ile ilgili ayetler, bu tür faizi yasaklamaktadır.[51] Buna cahiliye ribası veya ribe’n-nesîe de denmektedir. Cahiliye döneminde bir kişinin diğerinde vadeli alacağı varsa, vadesi dolduğunda borçluya, “borcunu mu ödeyeceksin, yoksa artıracak mısın?” diye sorardı. O borcunu öderse alır, ödemezse artırır ve vadeyi uzatırdı.[52] Allâh Teâlâ, “Ey iman edenler! Kat kat artırarak faiz almayın![53] buyurarak bu uygulamayı kesin bir şekilde yasaklamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) de Veda Haccında Arafat’ta irad ettiği hutbede, cahiliye ribası diye isimlendirdiği bu faizin kaldırıldığını belirtmiş ve ilk olarak da örnek olmak üzere amcası Abbâs b. Abdulmuttalib’in faizini kaldırmıştır.[54] Faiz denince ilk olarak akla bu tür faiz gelmektedir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.s), faizin ancak veresiye faizi diye tercüme edebileceğimiz ribe’n-nesîede cereyan edeceğini söylemiştir.[55] Günümüzde finans piyasalarında uygulanan faiz de bu türdendir.

Alışveriş faizi ise, Hz. Peygamber (s.a.s)’in faiz kapsamına dâhil ettiği bazı alışveriş türleridir. Rasûlullâh (s.a.s), faize kapı açacak bazı alışveriş türlerini bu kapsamda yasaklayarak; “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla, tuz tuzla eşit ve peşin olarak alınıp satılır. Artıran veya artırılmasını isteyen faiz işlemi yapmış olur. Bu hususta alan da veren de birdir.[56]; “Altın altınla peşin olarak satılmazsa fâizdir. Buğday buğdayla peşin olarak satılmazsa fâizdir. Arpa arpayla peşin olarak satılmazsa fâizdir. Hurma hurmayla peşin olarak satılmazsa fâizdir.[57] buyurmuştur. Özellikle Hanefî fakihler bu tür faizi, malın mal ile değişiminde akitte şart koşulan ve karşılığı olmayan hakîkî veya hükmî fazlalık şeklinde tanımlamışlardır.[58] İslâm bilginleri faizi, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in faizli alışverişler konusundaki bu ve benzeri hadisleri kapsamında değerlendirerek fâizin illetini belirlemeye çalışmışlardır. Hanefî ve Hanbelîlere göre fâiz yasağının illeti, mübadele edilecek mallar arasında cins ve ölçü/tartı birliğinin bulunmasıdır.[59] Şâfiîlere göre fâizin illeti, cins birliğinin yanında gıda maddesi veya para olmasıdır. Burada paradan kastedilen altın ve gümüştür.[60] Mâlikîlere göre ise, cins birliğinin yanında saklanıp depolanabilen gıda maddesi veya para olmasıdır. Para konusunda, altın-gümüş olması ve her ne şekilde olursa olsun sadece para olması şeklinde iki farklı görüş bulunmaktadır.[61] Zahirîler ise, fâizin yalnız hadiste geçen altı şeyde geçerli olduğunu söylemişlerdir.[62] Belirlenen iki illetten her ikisinin de bulunması durumunda hem fazlalık, hem vade haram olur; iki illetten birinin bulunması durumunda ise vadeli satış haram, fazlalık helal olur. Buna göre altın, gümüş ve bunlardan olan paraların aynı cins ve farklı cinslerde vadeli olarak satışı, aynı cinsten olanların ise birinin diğerinden fazla olarak satışı İslâm bilginlerinin tamamına göre faizdir ve yasaklanmıştır. Mesela, 10 gr. altının 15 gr. altın veya gümüşle vadeli satışı faizdir. Peşin alışveriş olması durumunda ise sadece aynı cins ve birinin diğerinden fazla olması durumunda, mesela 10 gr. altının 15 gr. altınla satışı faiz olur. Buna karşılık altın ve gümüş dışındaki paraların, mesela günümüzde geçerli olan kağıt paranın birbiriyle değişiminde, Şâfiîlere ve Mâlikilerden gelen bir görüşe göre faiz söz konusu değildir; Hanefîlere, Hanbelîlere ve Mâlikîlerden gelen bir görüşe göre ise faiz cereyan eder.

İslâm dininde faizin her iki türü de kesin bir şekilde yasaklanmış, faiz almak, vermek, bu işleme yardımcı olmak aynı kapsamda değerlendirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s), “faiz alan, veren, sözleşmeyi yazan ve bu akde şahitlik yapan kişilerin, Allâh’ın rahmetinden uzak olacağını” bildirmiştir.[63] Buna göre faizle borç vermek/kredi kullandırmak haram olduğu gibi, faizli kredi almak da haramdır. Çünkü faiz, karşılığı bulunmayan haksız kazanç, toplumsal ve ekonomik düzeni bozan bir işlemdir. Faizli işlemler, sadece sözleşmenin taraflarına değil, topluma zarar vermektedir. Her ne kadar faiz, merkez bankalarının finansal istikrarı sağlama ve enflasyonu kontrol altında tutmak için uyguladığı para politikalarından olsa[64] da reel yüksek faizler maliyet enflasyonunu körükler. Reel faiz, üretim faktörleri ve girdilerine yapılan ödemeleri artıracağından, bu artışlar fiyatlara da yansıyacak ve maliyet enflasyonuna sebep olacaktır.[65] Buna karşılık faizlerin düşürülmesi para arzını artıracağı ve tüketim talebini artıracağı için talep enflasyonuna yol açacaktır.[66] Dolayısıyla faiz sisteminde, faizin yükselmesi de, düşürülmesi de enflasyona sebep olmaktadır. Bunun neticesi olarak da, bir kazanç kapısı gibi görülen faiz, aslında paranın değer kaybetmesine ve faizle elde edilenlerin kaybedilmesine sebep olmaktadır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s) de, “Faizle malını artıran kişinin malı, sonunda mutlaka azalır” buyurur.[67] Kur’ân-ı Kerîm’de de, “Allâh, faizi yok eder, sadakaları ise artırır.” buyrulmaktadır.[68]

Diğer taraftan faiz, enflasyona sebep olarak topluma verdiği zarardan daha önemli olarak, haksız kazanca neden olmaktadır. Burada, “Birikim sahipleri, tasarruflarını faiz karşılığında finans kuruluşlarına yatırmaktadır. Bu kuruluşlar da topladıkları paraları daha yüksek faizle işletmelere kredi olarak vermektedirler. Başka bir ifadeyle tasarruflar yatırıma yönlendirilmekte ve tarafların tamamı kazançlı çıkmaktadır. Dolayısıyla haksız kazanç söz konusu değildir.” şeklinde bir itiraz getirilebilir. Fakat kredi alan işletmeler, ödedikleri faizi üretim girdisi olarak maliyete dahil edip bunu ürün veya hizmeti alanlara ödetmektedirler. Kredi sağlayanlar, bir riske katılmadan ve emek vermeden kazanç sağlamakta; kredi alanlar da faiz yükünü konuyla hiç ilgisi olmayan üçüncü kişilere yüklemektedir. Faizli krediye alternatif olarak İslâm hukukunda meşru olan emek sermaye ortaklığında (mudârebede) sermaye olarak verilen paranın maliyet veya kara yansıtılması, dolayısıyla üçüncü kişilere yüklenmesi söz konusu değildir.

1.      Faiz – Vade Farkı İlişkisi

Vade farkı, veresiye veya taksitle satışlarda, mal veya hizmetin peşin fiyatı ile vadeli fiyatı arasındaki fark olarak tanımlanabilir. Vade farkının amacı, borcun ifasındaki gecikmeden dolayı alacaklının zarar görmekten korunmasıdır.[69]

Türk hukukunda doktrinde vade farkının anapara faizi veya temerrüt faizi niteliğinde olduğuna dair görüşler bulunmakla birlikte, esasen vade farkının faiz olarak nitelenmemesi gerekir. Çünkü vade farkı, tarafların akit esnasında karşılıklı irade beyanıyla belirledikleri, anaparanın bir parçası niteliğindedir; faiz gibi fer’î nitelikte değildir. Ayrıca vade farkı, faiz gibi sermayenin bir ürünü değil, satış sözleşmesinde elde edilen kâr niteliğindedir.[70] Nitekim Yargıtay 19 Hukuk Dairesinin 2016/17725 E. ,  2018/2299 K. sayılı kararında, “Vade farkı istenmesi ek mal bedeli niteliğinde olup vade farkı faiz değildir.” denmektedir.[71]

İslâm hukukunda vadeli satış caizdir. Kur’ân-ı Kerim’de, “Belirli bir süre için vadeli olarak borçlandığınızda, onu kayıt altına alın. (…) Büyük veya küçük olsun bütün borçlarınızı vadesiyle yazmaya erinmeyin. (…) Ancak aranızdaki peşin alışverişleri kayıt altına almayabilirsiniz.” buyrulmaktadır.[72] Hz. Peygamber (s.a.s) de, bizzat kendisi vadeli alışveriş yaptığı gibi[73], ashabın vadeli alışverişine de izin vermiştir[74]. İslâm bilginleri de, bu delillere binaen, vadeli satışın caiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.[75] Fakat vade farkı konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bazı İslâm bilginleri, cehâlet bulunması, faiz şüphesi olması ve Hz. Peygamber (s.a.s)’in “Bir alışveriş içinde iki alışverişi yasaklayan” hadisi[76] kapsamına girdiği iddiasıyla vade farkını caiz görmemiştir.

Bu bilginlere göre, bir mal “peşin şu fiyata, vadeli şu fiyata” diye satıldığında, bir alışveriş içinde iki alışveriş yapılmaktadır; bu ise yasaklanmıştır. Ayrıca böyle bir alışverişte malın satış fiyatı da belirsiz olmaktadır. Fiyattaki böyle bir belirsizlik/cehalet ise, akdi fasit kılar.[77] Hadis şârihleri “bir alışveriş içinde iki alışverişi yasaklayan” hadisi, iki şekilde yorumlamışlardır. Birincisi, malın “şu kadara peşin, şu kadara vadeli” diye, herhangi birisi belirlenmeksizin satışı; ikincisi ise, mesela “bana evini şu fiyata satman şartıyla, sana arabamı şu fiyata satarım” şeklinde iki akdi birbirine bağlayarak malın satılmasıdır. Hadisin yasakladığı ikinci türden akitlerin konumuzla ilişkisi bulunmamaktadır. Birinci yorumda ise, akit peşin veya vadeli olarak birisi üzerinde kesinleştirilmeden tamamlanır veya taraflar ayrılırsa, akdi ifsat eden belirsizlik ortaya çıkar. Fakat taraflar ayrılmadan akdi iki fiyattan biri üzerine kesinleştirirse, belirsizlik söz konusu olmaz.[78]

Vade farkında faiz şüphesi bulunduğu iddiasına gelince; daha önce İslâm bilginlerinin faizin illeti konusundaki görüşleri açıklanırken de geçtiği üzere, bir işlemde faiz olması için birbiriyle değiştirilen malların aynı cins veya türden olması gerekir. Yani paranın parayla veya görüş farlılığına göre keyli veya veznî malların birbiriyle ya da yiyeceğin yiyecekle değişiminde faiz söz konusudur. Dolayısıyla parayla, para dışında bir mal alışverişi yapıldığında, hem fazlalık, hem de vade faizi gerçekleşmez. Vade farkının faiz olduğunu iddia edenler, para ile mal mübadelesi olduğunu gözardı edip, iki fiyatı arasındaki farkı dikkate alarak, para ile paranın değişimi gibi hüküm veriyorlar. Mesela bir malın peşin fiyatı 1000 TL. vadeli fiyatı 1100 TL. olsa, bin lirayı bin yüz liraya satmış kabul ederek faiz olduğunu söylüyorlar. Fakat burada para ile paranın değil, para ile malın mübadelesi söz konusudur. Aradan malı çıkarıp, paranın karşısına parayı koymak doğru değildir.[79]

Sonuç olarak şöyle denilebilir: Vadeli alışveriş, peşin olarak ihtiyacını karşılayamayan kişilerin, ihtiyaçlarını gidermek için ortaya çıkmış ve İslâm hukukunun akit anlayışına aykırı olmayan bir işlemdir. Vade farkının caiz olmadığını ileri sürenlerin gerekçeleri, üzerine hüküm bina edilecek kadar kuvvetli değildir. Yukarıda açıklandığı üzere vadeli satışlarda cehalet veya belirsizlik söz konusu değildir. Taraflar, anlaşmazlığa götürecek şekilde kapalılık bırakmaksızın karşılıklı rıza ile akdi gerçekleştirmişlerdir ve herbiri vadeli satış neticesinde elde ettiği hakları ve üstlendiği yükümlülükleri bilmektedir. Dolayısıyla akdin sıhhatini etkileyecek bir cehalet, garar söz konusu değildir. Ayrıca ribevî malların dışındaki vadeli alışverişlerde faiz gerçekleşmez. İslâm hukuku açısından vade farkında riba illeti bulunmadığı gibi, günümüz iktisadî anlayışına göre de vade farkı faiz niteliğinde değildir. Bunun için İslâm bilginlerinin büyük bir çoğunluğu, vade farkının caiz olduğunu; bir malın vadeli olarak, peşin fiyatından daha yükseğe satılabileceğini kabul etmiştir. Ancak burada fiyatın ve vadenin belirsiz bırakılmaması gerekir.[80] İKÖ bünyesinde bulunan İslâm Fıkıh Akademisi de, 14-20 Mart 1990 tarihlerinde Cidde’de gerçekleştirilen 6. dönem toplantısında almış olduğu 6/2/53 sayılı kararda, malın vadeli fiyatının peşin fiyatından yüksek olabileceğini, fakat akit esnasında fiyatın kesin olarak belirlenmesi gerektiğini kabul etmiştir.[81] Diğer taraftan vade farkı ile alışveriş caiz ve vade farkı helal olmakla birlikte imkânı olanların vade farkı almaksızın satış yapması, İslâm ahlâkında karz-ı hasen olarak isimlendirilen güzel bir davranış olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) böyle davrananlar hakkında, “Alırken, satarken ve öderken kolaylık gösterene Allah rahmet eylesin!” diye dua etmiştir.[82]

2.      Faiz – Aşkın Zarar (Munzam Zarar) İlişkisi

Aşkın zarar, temerrüt faizini aşan zarar demektir; munzam zarar ise, ek, katılmış zarar anlamına gelmektedir. Ticaret hukukunda aşkın zarar ve munzam zarar aynı anlamda kullanılmakta olup, borcun ödenmesinin geciktirilmesi durumunda, temerrüt faizini aşan zararı karşılamak amacıyla, kusursuzluğunu ispat edemeyen borçlunun ödemesi gereken tazminattır. Aşkın zararın talep edilebilmesi için; borcun ödenmesinin geciktirilmesi, bu sebeple alacaklının zarara uğraması ve bu zararı temerrüt faizinin karşılamaması, zarar ile ödemenin geciktirilmesi arasında illiyet rabıtası bulunması, alacaklının bu zararı ispat etmesi ve borçlunun kusursuz olduğunu ispat edememesi gerekir.[83]

Batı menşeli borçlar ve ticaret hukukunda, borcun ödenmesinin geciktirilmesi durumunda, borçlunun kusurlu olup olmadığına bakılmaksızın borçlu temerrüt faizi ödemekle yükümlüdür. Eğer borcun gecikmesi, borçlunun kusurundan kaynaklanıyorsa, borçlu ayrıca alacaklının uğradığı zararı da öder.[84] Buna göre borçlunun temerrüdü halinde meydana gelen zarar öncelikle temerrüt faizi ile karşılanır. Zarar temerrüt faizinden fazla ise ve borçlu kusursuzluğunu ispat edemiyorsa, alacaklının talep etmesi durumunda borçlu, zararın temerrüt faizini aşan kısmını tazmin eder.

İslâm Ticaret Hukukunda her türlü faiz yasaklandığı için temerrüt faizi söz konusu değildir. Dolayısıyla Batı hukukunda kabul edildiği şekilde aşkın zarar tazminatı da İslâm Ticaret Hukukunda bulunmamaktadır. Bununla birlikte borcun zamanında ifa edilmemesinden doğan zararın tazmini konusu İslâm ticaret hukuku açısından değerlendirilebilir. Borcun vaktinde ödenmemesi, borçlunun ödeme imkanının bulunmadığından kaynaklanıyorsa, eli genişleyinceye kadar kendisine mühlet tanınır, herhangi bir yaptırım uygulanmaz.[85] Fakat ödeme imkanı bulunduğu halde borcunu ödememesi durumunda, borçlu borcunu ödemeye zorlanır. Hz. Peygamber (s.a.s), “Ödeme imkânı olan kişinin borcunu ödememesi zulümdür.”[86], “Borcunu ödeyecek malı olan kişinin savsaklaması, cezalandırılmasını ve kişilik haklarına müdahaleyi helal kılar.[87] buyurur. Bu hadislere dayanan İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre, ödeme imkânı olduğu halde borcunu ödemeyen kişiler, borcunu ödemeye zorlamak amacıyla hapsedilir.[88] Borcun ödenmemesi veya ödemenin geciktirilmesinden doğan zararın tazmini konusunda, meydana gelen zarar; enflasyon sebebiyle meydana gelen zarar, borcun tahsil edilmesi için yapılan masraflar ve mahrum kalınan kazanç ve kar olmak üzere üç açıdan incelenebilir.

a)      Enflasyon veya malın değer kaybetmesi sebebiyle uğranılan zararın tazmini

Enflasyon, fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artış anlamına gelmektedir.[89] Bu sürekli artışın aldığı değere göre enflasyon, üçe ayrılır: Fiyatlar genel düzeyindeki artış, yıllık ortalama tek haneli rakamlarda gercekleşiyorsa sürünen veya ılımlı enflasyon, çift haneli rakamlarla ölçülüyorsa dört nala veya aşırı enflasyon, aylık %50’nin üzerinde ise hiperenflasyon olarak isimlendirilir.[90] Piyasadaki arz-talep dengesinin bozulması, piyasada tedavül eden paranın çoğalması, bütçe açığı gibi birçok sebepten kaynaklanan enflasyon, paranın satın alma gücünün zayıflamasını ifade etmektedir. Yüksek enflasyonun hakim olduğu ülkelerde para önemli ölçüde değer kaybettiği için, enflasyon sebebiyle meydana gelen kaybın telafi edilmeyip borcun aynen ödenmesi durumunda, alacaklıya hak etmediği bir zarar yüklenmiş olmaktadır.

Klasik fıkıh kitaplarında, altın, gümüş ve madeni paraların birbirlerine karşı değer kazanması veya kaybetmesi konusu bulunmaktadır. İmâm Ebû Hanîfe ve İmâm Şafiî’ye ve Ahmed b. Hanbel ile İmâm Mâlik’ten gelen bir görüşe göre, paranın değerinin düşmesi veya yükselmesi, borçların ödenmesinde dikkate alınmaz. Zira bunların misilleri, zimmette borç olarak tahakkuk etmiştir; değer değişiklikleri dikkate alınmaksızın, misli ödenmekle borç ortadan kalkar.[91] İmâm Ebû Yûsuf ile Hanbelîlerden rivayet edilen bir görüşe göre, paranın değer kaybetmesi veya kazanması durumunda, borcun akit günündeki kıymeti üzerinden ödenmesi gerekir. Şafiilerden de böyle bir görüş rivayet edilmiştir.[92]

Günümüzde, para sistemi değişmiş, kağıt para (itibari para/fiyat para) sistemi benimsenmiştir. Günümüz modern ekonomilerinde egemen olan para sistemi budur. Kâğıt para, herhangi bir karşılığı olmayan, gücünü o parayı tedavüle süren otoriteden alan yasal paradır. Her ülkede devlet tarafından basılır ve ülke içerisinde kabulü zorunludur. Kâğıt paranın altın konvertibilitesi yoktur; değeri ve miktarı yasayla belirlenen itibarî paradır. Kağıt paranın satın alma gücü, mal olarak değerine göre çok yüksektir. Bunların mal olarak değeri yok denecek kadar azdır.  Bu paranın uluslar arası kıymeti, parayı çıkaran ülkenin uluslar arası düzeyde ekonomik başarısına bağlıdır.[93] Buna göre itibari paralar, satın alma gücü oranında değere sahiptir. Satın alma güçleri düştükçe değerleri de düşmüş olmaktadır. Dolayısıyla borçların ödenirken nominal değerinin ödenmesi durumunda, alınan değer ile verilen değer arasında denklik bozulmaktadır. Bunun için haksızlığa neden olmaması için alınan değer ile ödenen arasındaki denkliğin sağlanması gerekir. Bu itibarla paranın enflasyon sebebiyle kaybettiği değer farkının ödenmesi faiz olmaz. Aksine paranın satın alma gücü düştüğü halde, borcun eski değer üzerinden ödenmesi, alacaklıya zarar vermektir. Hâlbuki borç ilişkilerinde hem borçlunun, hem de alacaklının zarara uğramaması arzu edilir. Nitekim  Kur’ân-ı Kerîm’de, faizi yasaklayan ayette, “Faizi almaktan vazgeçerseniz, ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” buyrulmaktadır.[94] Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s), zarar vermenin de, zarara karşılık zarar vermenin de dinimizde yasaklandığını bildirmiştir.[95]

Ancak, burada değer kaybının neye göre tespit edileceği problemi ortaya çıkmaktadır. Bunda, altın, gümüş, döviz veya enflasyon oranı esas alınabilir. Kıymetli maden ve dövizin esas alınmasında, spekülatif fiyat dalgalanmaları ile siyasi ve ekonomik krizler sonucundaki aşırı yükselme veya düşüşler hatalı sonuçlara götürebilecektir. Ayrıca dövizin esas alınmasında, esas alınan dövizin ülkesinde, az da olsa, enflasyon bulunduğundan hatalı sonuca ulaşılabilir. Ayrıca dövizin esas alınması, başka bir ülkeye ekonomik yönden bağımlılık manası taşımaktadır. Bu sebeple, değer kaybının enflasyon sebebiyle meydana geldiği de göz önünde bulundurularak, bu değer farkının enflasyon oranına göre tespit edilmesi uygun olacaktır.

Para borçlarında enflasyon sebebiyle paranın değer kaybetmesinde olduğu gibi, malın vaktinde ödenmemesi durumunda değer kaybetmesi sebebiyle de zarar meydana gelmesi mümkündür. Mesela Mart ayında teslim edilmesi gereken domatesin Haziran ayında teslim edilmesi durumunda fiyatlar düşeceği için alacaklı zarar görecektir. Klasik fıkıh kitaplarında misli mallarda borcun, mal piyasada mevcut ise fiyatının yükselip düşmesine itibar edilmeksizin misliyle ödenmesi gerektiği kabul edilmektedir.[96] Fakat bu durumda borçlu borcunu ödeyeceği malın fiyatının düşeceği zamana erteleyerek alacaklıyı zarara uğratabilir. İşte alacaklının bu zararının giderilmesi, ayrıca borçlunun hukuka aykırı bir yöntemle, yani ödeme imkanı olduğu halde borcunu vaktinde ödememekle kazanç elde etmesine engel olunması gerekir. Bunun yolu ise, malın teslim edilmesi gereken zamandaki kıymeti ile teslim günündeki kıymeti arasındaki farkın alacaklıya tazmin edilmesidir. Aksi halde alacaklı açısından zarar, borçlu açısından ise haksız kazanç söz konusudur. Zarar vermek[97] ve haksız kazanç[98] ise İslâm dininde yasaklanmıştır.

b)     Borcun vaktinde ödenmemesinden doğan fiili/gerçek zararın tazmini

Borcun geciktirilmesi veya ödenmemesi durumunda alacaklı alacağını tahsil etmek için mahkeme, bildirim, protesto vb. masraflar yapmışsa, bunları borçludan talep etme hakkına sahiptir. Çünkü borcu ödeme yükümlülüğü borçluya aittir. Bunun için klasik fıkıh kaynaklarında, malı teslim yükümlülüğünün satıcıya, bedeli ödeme yükümlülüğünün ise müşteriye ait olduğu; bu çerçeveden olarak altın/gümüş paranın ayarının ölçülme ve miktarının tespit masraflarının müşteriye veya borçluya ait olduğu belirtilmektedir.[99] Borçlu yükümlülüğünü yerine getirmeyip borcunu ödemeyince, alacaklı alacağını elde edebilmek için protesto, bildirim, mahkeme masrafı, avukat ücreti gibi harcamalarda bulunabilir. Alacaklının yaptığı bu masraflar karşı tarafca tazmin edilmezse alacaklı zarara uğrar. Hâlbuki Rasûlullâh (s.a.s), “Zarar vermek ve zarara karşılık zarar vermek de yoktur.” buyurmuştur.[100] Bu hadise dayalı olarak geliştirilen fıkıh kâidesinde de “zarar giderilir” denilmektedir.[101] Buna göre, alacaklının alacağını tahsil etmek için yaptığı masrafların tazmin edilmesinin gerektiği söylenebilir. Nitekim İslâmî Finans Kuruluşları Muhasebe ve Denetim Örgütü (AAOIFI) nün belirlediği 3 numaralı “Şer’î Standartlar”ın 2/1/4. Maddesinde, “borçlu, mahkeme masraflarını ve borcun tahsili için alacaklının yaptığı gerçek harcamaları üstlenir” denilmektedir.[102]

c)      Mahrum kalınan kazanç/kârın tazmini

Batı hukuk sistemlerinde, şartları gerçekleşmişse, maddi ve manevi her çeşir zararın tazmin edilebileceği kabul edilmektedir. Ayrıca buradaki maddi zararın kapsamı değerlendirilirken, sadece fiilen kaybedilen mal varlığı değil, mahrum kalınan kar ve kazanç da tazmin konusu edilmiştir. Fakat İslâm hukukunda bir şeyin tazminata konu olabilinmesi için, müstakil varlığı bulunan mütekavvim bir mal olması gerekir. Bunun için dinen/hukuken değerli olmayan şarap ve domuz tazminat konusu olmaz. Menfaatin tazmin edilip edilebeyeceği konusu ise fıkıhta tartışmalıdır. Hanefi bilginlere göre menfaat ancak bir akde konu olunca mal kabul edildiği için, bazı istisnaları hariç menfaatin tazmini söz konusu değildir.[103] Hanefîlerin dışındaki bilginlere göre menfaat de mal kabul edildiği için, menfaat tazmin konusu olabilir.[104]

Buna göre, yukarıda da ifade edildiği gibi, ödeme imkanı bulunduğu halde borçlunun borcunu vaktinde ödememesinden doğan fiili/gerçek zararın tazmin edilmesi gerektiği söylenebilir. Fakat borcun vaktinde ödenmemesi sebebiyle mahrum kalınan kazanç ve/veya kâr konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Aslında borçlunun temerrüdünün tazminat sebebi olarak kabul edilmesi, klasik dönem fıkhında gündeme gelmemiştir. Bunun için klasik fıkıh kaynaklarımızda borcun vaktinde ödenmemesi sebebiyle mahrum kalınan kazanç ve/veya kârın tazmine konu olup olmayacağı konusunda bir görüş bulunmamaktadır. Bu konunun gündeme gelip İslâm bilginleri arasında tartışılması yakın zamanlarda ortaya çıkmıştır.[105] Bazı İslâm bilginleri bunu faiz kapsamında kabul edip caiz görmezken, bazı İslâm bilginleri bunu zararın tazmini kapsamında değerlendirmiştir.

Bu çerçeveden olarak, Ali Hafîf[106], Zekiyyüddîn Şa’bân[107], Nezih Kemâl Hammâd[108], Abdülaziz Bayındır[109] borcun geciktirilmesi sebebiyle tazminatın caiz olmadığı görüşündedirler. Ahmet Akman, Hayrettin Karaman’ın danışmanlığında hazırladığı doktora tezinde, gerçekten meydana gelen zararın tazmin edilmesi gerektiğini savunmakla[110] birlikte, mahrum kalınan kazancın tazminini faiz kapsamında değerlendirmektedir[111]. Hayrettin Karaman da, Mukayeseli İslâm Hukuku adlı eserinde, “Tazmin edilecek şey kendi kendine var olan ve maddi kıymet taşıyan bir mal değil ise tazmin edilmez.” demektedir.[112] O bu görüşüyle mahrum kalınan kazanç ve/veya kârın tazmin edilmeyeceğine işaret etmektedir. Bununla birlikte İş ve Ticaret İlmihali adlı eserinde katılım bankalarıyla diğer alacaklıları birbirinden ayırmakta, katılım bankası dışındaki alacaklılarda, mahrum kalınan kazancın tazminini faiz kapsamında değerlendirerek caiz görmezken, katılım bankalarına vaktinde ödenmeyen borç için bu tazminatın alınabileceğini söylemiştir.[113] İslâm dünyasında faaliyet gösteren fetva heyetlerinin de bu yönde fetvalar verdiği görülmektedir. İKÖ bünyesinde bulunan İslâm Fıkıh Akademisi, Cidde’de gerçekleştirilen 6. dönem toplantısında, borcun geciktirilmesinden dolayı tazminatın caiz olmadığını kararlaştırmıştır.[114] Râbıtatü’l-Âlemi’l-İslâmî bünyesinde bulunan İslâm Fıkıh Akademisi 19-26.02.1989 tarihlerinde gerçekleştirdiği 11. dönem toplantısında aldığı 8 sayılı kararında; “Alacaklı, borçlunun ödemeyi geciktirmesi durumunda, belirli bir miktarda veya oranda ödeme yapmasını şart koşsa veya onu böyle bir yükümlülük altına soksa, bu şart geçersizdir. Hatta bunu yerine getirmek helal olmaz. Alacaklının banka veya başka bir kişi olması hükmü değiştirmez. Çünkü bu cahiliye ribasıdır.” denmektedir.[115]

Buna karşılık Senhûrî borcun vaktinde ödenmemesi durumunda zararın tazmin edilmesi gerektiğini kabul etmekle birlikte mahrum kalınan kazanç konusunda görüş beyan etmemiştir.[116] Hayrettin Karaman, mahrum kalınan kazanç ve/veya kârın tazminini faiz kapsamında değerlendirmesine rağmen, katılım bankalarına olan borçlarda borçlunun temerrüdü halinde tazminat talep edilebileceğini söyler.[117] Zerkâ[118], Darîr[119], İbn Menî’[120], Hamdi Döndüren[121] ise mahrum kalınan kazancın ve/veya kârın tazmin edilebileceğini kabul etmektedirler. Zerkâ, borcun vaktinde ödenmemesini gasp[122] ve hakkın menfaatinin izinsiz olarak yenmesi[123] olarak değerlendirip, mahrum kalınan kazancın/menfaatin tazmin edilmesi gerektiğini[124] belirtir. Suudî Arabistan Temyiz Mahkemesi Hakimi ve Kibâr-i Ulemâ Üyesi İbn Menî’, borçlunun temerrüdü sebebiyle alacaklının mahrum kaldığı kazancın tazminini gasp edilen malın tazmini ve cezâî şart kapsamında değerlendirerek caiz olduğunu söyler.[125] Darîr ise, bankaya olan borç bağlamında konuyu değerlendirerek, borçlunun zamanında borcunu ödememesi durumunda belli bir meblağ veya oranda ödeme yapmasının başlangıçta akitle belirlenmesinin caiz olmadığını, çünkü bunun faiz olduğunu belirtmekle birlikte, akitte meydana gelen zararın tazmin edileceğinin kararlaştırılabileceğini kabul eder. Bu durumda zarar, müşterinin ödemeyi geciktirdiği süre içinde bankanın gerçekleştirdiği fiili kâr esas alınarak hesaplanır.[126] Rahmi Yaran da borcun vaktinde ödenmemesinin gasp gibi kabul edilebileceğini ve ayn borçlarında emsal kira bedelinin, para borçlarında da mudarebe şeklinde çalıştırıldığı takdirde elde edeceği kârın esas alınabileceğini söyler.[127]

İslâmî Finans Kuruluşları Muhasebe ve Denetim Örgütü (AAOIFI) tarafından belirlenen “Şer’î Standartlar”dan 3 numaralı standardın 2/1/3. maddesinde, temerrüde düşen borçludan, borcunu geciktirdiği için mali bir tazminat talep edilmesinin caiz olmadığı; 8. maddesinde ise, borcun geciktirilmesinin müeyyidesi olarak, akit esnasında borçlunun ödeme imkanı olduğu halde borcunu geciktirmesi durumunda, hayır işlerinde harcanmak üzere belli bir meblağın veya oranın ödenmesinin kararlaştırılabileceği kabul edilmiştir.[128]

Temerrüt tazminatıyla ilgili direkt ayet veya hadis bulunmamaktadır. Bu konuda görüş beyan eden İslâm bilginleri, faiz ve genel çerçeve hükümlerle ilgili bazı ayet ve hadisleri yorumlayarak sonuca ulaşmaya çalışmışlardır. Söz konusu görüşler şöyle değerlendirilebilir:

Daha önce de geçtiği üzere faiz, malın mal ile değişiminde akitte şart koşulan ve karşılığı olmayan hakîkî veya hükmî fazlalıktır.[129] Buna göre borç doğuran işlemin kurulduğu esnada, borcun geciktirilmesi durumunda belli bir meblağın veya oranın ödenmesinin şart koşulması faiz kapsamına girdiği için caiz değildir. Ancak meydana gelen zararın tazmini akit esnasında şart koşulursa, burada bir fazlalık söz konusu olmadığı için faiz cereyan etmez. Fakat burada da mahrum kalınan kazancın zarar olarak nitelenip nitelenemeyeceği, zarar kabul edilmesi durumunda nasıl hesaplanacağı konusu ortaya çıkmaktadır.

Borç ilişkilerinde borçlunun da, alacaklının da zarar görmemesi asıldır Fakat borçlunun ödeme imkanı olduğu halde borcunu ödememesi, özellikle bankaların ve diğer ticari şirketlerin zarara uğramasına sebep olmaktadır. Ticari hayatta güvenin devam etmesi, borcun zamanında ödenmesine bağlıdır. Ticari ilişkilerde borcun ödenmemesi, ticari hayatın istikrarını bozar: Şöyle ki ticari işletmeler, iç içe geçmiş ilişkiler zinciriyle birbirine bağlıdır; işletmeler bazı ilişkilerde borçlu iken bazılarında alacaklı olur. Bunun sonucu olarak, bir tüccarın borcunu vadesinde ödememesi, müteselsil olarak başkalarının da borçlarını ifa edememesine sebep olabilir. Mesela bankadan kredi alan üreticiye toptancı, toptancıya perakendeci borçlu olabilir. Perakendeci borcunu ödememesi durumunda bu, toptancının ve üreticinin de borcunu ödeyememesine sebep olabilir. Ayrıca ticari işletme alacağını tahsil etmiş olsaydı, onu ticari işlerinde kullanacak ve gelir elde edecekti; borcun vaktinde ödenmemesi sebebiyle bu kazançtan mahrum olmuştur. Hayrettin Karaman, “Katılım bankaları ile bazı şirketlerde kâr garanti gibidir ve belli periyodların sonunda belli olur. Bu durumda mazeretsiz olarak tehir edilen borç ödemelerinin zararı (vaktinde ödenseydi ondan kazanılacak kârın kaybı) da bellidir ve kesindir. Bunun bir şekilde tahsili “zararın ve haksızlığın engellenmesi” ilkelerine uygundur.” demektedir.[130] Diğer taraftan ödeme imkanı olduğu halde borcunu ödemeyen borçlu, alacaklının malını haksız olarak kullanmakta, belki de haksız kazanç elde etmektedir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.s), “Ödeme imkânı olan kişinin borcunu ödememesi zulümdür.”[131], “Borcunu ödeyecek malı olan kişinin savsaklaması, cezalandırılmasını ve kişilik haklarına müdahaleyi helal kılar.[132] buyurur.

Buna göre, ödeme imkanına sahip borçlunun borcunu ödememesini hakkın gaspı olarak kabul edip alacaklının zararının giderilmesi, ayrıca borçlunun haksız menfaat veya kazanç elde etmesine engel olunması gerekir. Burada da iki tarafın zarar görmeyeceği adaletli bir usül ve kaybı kesine yakın ortaya koyacak objektif bir yöntem belirlenmesi gerekmektedir. Bunun için borçlunun tâcir/ticârî işletme olup olmamasını ayrı değerlendirmek uygun olacaktır. Borçlu, tâcir/ticârî işletme ise, onun ödemesi gereken parayla elde ettiği kazanç/kâr dikkate alınmalıdır. İbn Teymiyye, haksız olarak, haram yolla bir malı elinde bulunduran kişi, onu işletir ve kâr elde ederse, -her ne kadar farklı görüşler olsa da- en adaletli çözümün, bunu mudarebe gibi kabul edip elde edilen kâr veya kazancın mal sahibi ile kazancı/kârı elde eden arasında taksim edilmesi olduğunu söyler.[133] İbn Teymiyye bu görüşünü Hz. Ömer (r.a.) zamanında meydana gelen bir hadiseyle delillendirir. Söz konusu olay özetle şöyledir: Hz. Ömer’in oğulları Abdullah ve Ubeydullah, ordu ile Irak’a giderler. Dönüşte Basra Valisi Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye uğrarlar. Ebû Mûsâ, “Burada zekat malından var; onu sizinle Emîrü’l-mü’minîn’e göndermek istiyorum. Onunla Irak malı alırsınız, Medine’ye varınca orada satar, anaparayı Emîrü’l-mü’minîn’e verirsiniz, kârı da sizin olur.” der. Böyle yaparlar ve Medine’ye varınca durumu Hz. Ömer’e anlatırlar. Hz. Ömer, “Bu Müslümanların malıdır, dolayısıyla kârı da onlarındır.” diye bu işlemi kabul etmez. Ubeydullah, “Mal helak olsaydı bize ödetecektin; dolayısıyla bu bizim hakkımızdır.” diye itiraz eder. Bir sahabî, “Onları mudarip olarak kabul et; kârın yarısı onların, yarısı da Müslümanların olsun.” deyince, Hz. Ömer (r.a.) bunu kabul eder.[134] Aslında İbn Teymiyye’nin görüş beyan ettiği konu ile konumuz olan borçlunun temerrüdü meselesi Hz. Ömer zamanında meydana gelen bu olaydan daha ağırdır. Ayrıca borcun ödenmemesini mudarebe şirketine benzetmek, borcun ödenmemesine meşruiyet kazandıracak ve borçlu borcunu geciktirmeyi bir hak olarak görebilecektir.

Bu sebeple Hanbelî mezhebinde bunun benzeri davranışlar için kabul edilen görüş daha uygun olabilir. Bu görüşe göre bir kişi, gasp ettiği semen veya malla ticaret yapıp kâr elde etse ya da işletmek üzere sermaye olarak birine verse, bunlardan sağladığı kazanç mal sahibinin olur. Çünkü bu kazanç, kendi malının getirisidir. Fakat zarar ederse, zarara kendisi katlanır.[135] Bu kâr veya kazanç, vaktinde ödenmeyen borç veya semenin geliri olarak kabul edilirse, Mâlikî mezhebindeki gasp edilen malın gelirinin mal sahibine ait olacağı görüşü de bunu destekler. Mâlikî mezhebinde, gasp edilen malın geliri ister bizzat malın kendisinden doğsun, isterse gâsıp gasp ettiği malı kiraya vererek ücret olarak elde etsin, mal sahibine aittir. Hatta gasp edilen mal helak olsa, gâsıp, gasp edilen malın kıymetini ve elde edilen geliri ödemekle yükümlüdür.[136] Şâfiî mezhebinde gelen iki görüşten biri; İmam Şâfiî’nin kadîm mezhebi de böyledir.[137] Bu görüş, borçlunun haksız kazanç elde etmesine engel ve borcunu geciktirmemesi için caydırıcı bir yaptırım olmakla birlikte, bu defa da alacaklının borçlunun emeğinin karşılığını haksız olarak alması söz konusudur. Bu da, borçlunun ecr-i mislinin tasadduk edilmesiyle telafi edilebilir.

Borçlunun tâcir/ticârî işletme olmaması durumunda ise, tâcirin borcun geciktirildiği dönemdeki kazanç/kârı dikkate alınmalıdır. Genelde mahrum olunan kazanç/kârın caiz olmamasının gerekçesi olarak, -daha önce de ifade edildiği gibi- bu işlemin faiz şüphesi barındırması ile tahsil edilmesi durumunda kazanç/kâr elde edeceğinin kesin olmaması ileri sürülmektedir. Başlangıçta belirli bir miktar veya oranın şart koşulmaması durumunda, bu işlemin faiz olmayacağı daha önce açıklanmıştı. Borcun vaktinde ödenmesi durumunda kazancın kesin olmadığı konusuna gelince, ticarî işletmelerde belirsizliğin bulunmadığı söylenebilir. Çünkü ticari işletmede, geçmişe yönelik olarak belirli dönemlerde kâr elde edip etmediği ve kâr elde ettiyse ne kadar olduğu blançosuna bakılarak tespit edilebilir.  Konuyu basitleştirerek bir örnekle şöyle anlatabiliriz. Meselâ bir kişinin ticâri bir işletmeye 5.000 TL. borcu olsa ve borcunu iki ay geciktirse; alacaklı ticârî işletme de borcun geciktirildiği dönemde, 100.000 TL. sermaye ile 10.000 TL. kazanmış olsa; burada ticârî işletmenin 5.000 TL.nı tahsil etseydi onunla 500 TL. kazanacağına hükmedilerek borçlunun tazmin etmesi istenir.

F.     Ticari İşlerde Zamanaşımı

Türk Ticaret Hukukuna göre ticâri işlerin özelliklerinden biri de zamanaşımı sürelerinin sözleşme ile değiştirilemeyeceğidir.[138] Bir hukuk terimi olarak zamanaşımı, belli bir süre alacaklının hakkını istememesi veya borçluyu dava etmemesi sebebiyle, hakkını isteme veya dava açma hakkının ortadan kalkması anlamına gelmektedir.[139] Zamanaşımını ifade etmek üzere, fıkıh kitaplarımızda ve Osmanlı hukukunda, tekâdüm, hiyâze, murûr-i zaman ve tekâdüm-i zaman terimleri kullanılmaktadır. Günümüz hukuk literatüründe zamanaşımı, kazandırıcı ve düşürücü kısımlarına ayrılmaktadır. Zamanın geçmesi, bir kişinin aynî bir hakkı kazanmasını sağlıyorsa, buna kazandırıcı zamanaşımı denir. Buna karşılık zamanın geçmesi, o süre içinde hak sahibinin hakkını kullanmaması veya yapması gerekeni yapmaması sebebiyle bir hakkın sona ermesine yol açıyorsa, buna düşürücü zamanaşımı denilir.[140] İslâm hukukunda hukuk ve ceza davalarında farklı zamanaşımı süreleri bulunmaktadır. Burada sadece ticaret hukukunu ilgilendiren konularda zamanaşımı konusu ele alınacaktır.

Hanefî fıkhında bir kişi, herhangi bir engel bulunmadığı halde dava açmadan 33 yıl[141] geçtikten sonra bir hak iddia ederek dava açmak istese, davası dinlenmez. Çünkü dava açma imkanı olduğu halde bu kadar süre dava açmaması, zahiren hakkının olmadığına delalet etmektedir. Ayrıca şahitlerin de bu kadar eski bir olayda hata etmeleri muhtemeldir. İşte bütün bunlar dava konusu hakkın varlığında şüphe oluşturmaktadır.[142] Bunun yanında yargı, devlet başkanının görevi kapsamında kabul edildiğinden zamanaşımı süresini belirlemek de onun yetkisinde kabul edilmektedir. Bunun için Hanefî fıkıh kitaplarında, devlet başkanı bir olayın üzerinden 15 yıl geçtikten sonra davaya bakılmasını yasakladığı için, bu süre geçince davaya bakılmayacağına fetva verilmektedir.[143] Mecelle de bunu kanunlaştırarak, ticaret hukuku alanına giren borç, emanet, gelir ve benzeri hakların 15 yıl dava edilmemesi durumunda, davasının dinlenmeyeceğini hükme bağlamıştır.[144]

Mâlikî fıkhında borcun ayn ve deyn olması birbirinden ayrılmıştır. Birinin elinde bulunan akarda zaman aşımı süresi on yıl olarak kabul edilir. Bu hüküm, Mâlikî fıkıh kitaplarında hadis olarak nakledilen, “Bir kişi on yıl süreyle bir malı elinde bulundurursa, artık onundur.” sözüne dayandırılmaktadır.[145] Buna karşılık zilyedinde bulunan menkul mallarda ise, malın cinsine göre zamanaşımı belirlenmektedir; meselâ elbisede bir-iki yıl, hayvanda iki-üç yıl zamanaşımı süresi olarak kabul edilmiştir. Zimmetteki borcun talep edilmesini düşüren zamanaşımı konusunda ise, farklı görüşler ortaya konmuştur. Zamanaşımının etkili olmayacağı şeklinde görüş beyan edildiği gibi, 20-30 yıl gibi çok uzun süre geçmesi gerektiği de söylenmiştir.[146]

İslâm hukukunda zamanaşımının, aynî bir hakkı kazandırması veya bir hakkın kendisini düşürmesi söz konusu değildir. Çünkü İslâm dininde mülkiyet hakkı zamana bağlı olarak tanınmamıştır. Nitekim bazı Malikî kaynaklarında Hz. Peygamber (s.a.s)’den “Ne kadar zaman geçerse geçsin bir Müslümanın hakkı batıl olmaz” buyurduğu nakledilmektedir.[147] Bunu kanun haline getiren Mecelle’de de, “Tekâdüm-i zaman ile hak sâkıt olmaz.” denilmektedir.[148] Ayrıca İslâm’da mülkiyet hakkı muhterem/dokunulmaz kabul edilmiş[149], haksız olarak başkasının malını almak yasaklanmıştır.[150] Bu sebeple, ne kadar zaman geçerse geçsin, başkasının malını almak helal olmaz. İslâm hukukunda zamanaşımı yeni bir hak doğurmamasına veya hakkın bizzat kendisini düşürmemesine rağmen, ticari hayatın istikrarı ve güvenini sağlamak, mahkemelerde dava yükünü hafifletmek amacıyla, ayrıca uzun süre geçtiği için şaibe bulunduğundan belli bir süre geçince davaya bakılmayabilir. Bu konuda devlet (yasama organı) yetkilidir.[151] Ancak zamanaşımı dava hakkını düşürmekle birlikte, başkasının malını helal kılmaz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), “Bana davalarınızı getiriyorsunuz. Taraflardan biri diğerine göre delillerini daha güzel ortaya koyabilir; ben de dinlediğime göre onun lehine hüküm verebilirim. Bu şekilde birine, kardeşinin bir hakkını verirsem onu almasın. Çünkü bu ateşten bir parçadır.” buyurmuştur.[152] Bu sebeple, borçlu borcunu ikrar ederse, zamanaşımı süresi dolsa da aleyhine hüküm verileceği kabul edilmiştir.[153]

IV. Ticari İş Çeşitleri

Türk ticaret hukukunda ticarî iş çeşitlerinden pek bahsedilmez. Ancak ticarî işlerin kriterlerinden hareketle ticari işler dört grupta toplamak mümkündür. Bunlar ticaret kanununda düzenlenen işler, ticari işletmeyi ilgilendiren işler, ticari iş karinesi ve bir taraf için ticari iş niteliğinde olan sözleşmeler şeklinde sıralanabilir.[154] Fakat bunlar ticari iş çeşitlerinden ziyade, onun kriterleri olduğu için, ticari iş çeşitlerini ortaya koyan bir taksim yapılması uygun olur. Genel olarak hukukçular ticarî işleri, aslî ticâri işler, şeklî ticâri işler, nisbî ticâri işler kısımlarına ayırmıştır. Bunlara dördüncü olarak da, karma ticâri işler eklenebilir.[155] Böylece ticâri işler dört grupta incelenebilir. Bu başlık altında söz konusu ticari iş türleri ele alınacaktır.

A.    Aslî Ticâri İşler

Aslı itibarıyla ticari işler, kanun koyucunun ticari iş olarak kabul ettiği tasarruflardır. Buna göre hukuk sisteminin açık bir şekilde ticarî iş olarak belirlediği tassaruflar ile bunlara kıyasla ticari iş olduğuna hükmedilen tasarruflar bu tür ticârî işlerdir.[156] Bu kısma giren ticari işler; münferit ticari işler ve sözleşme sebebiyle ticari işler olmak üzere iki çeşittir.

1.      Münferit Ticari İşler

Münferit ticari işler, kanun koyucu tarafından bizzat kendisi ticari iş kabul edilen tasarruflardır; bunlar, düzenli olma ve tekrarlanma şartı aranmaksızın isterse bir defa yapılsın, yine de ticari iş kabul edilirler. Burada işlemi gerçekleştiren kişinin vasfı, tasarrufun ticari iş sayılmasında etkili değildir; bu kişinin tâcir olup olmaması  hükmü değiştirmez.  Bu grup ticârî işlere; “üzerine kârını ekleyerek satmak amacıyla menkul veya gayr-i menkul mal satın almak”, “kıymetli evrak”, “simsarlık, sarf ve bankacılık işlemleri”, “deniz ticareti işlemleri” örnek olarak verilebilir.[157]

Satmak amacıyla mal almak, başka bir ifadeyle ticaret malı satın almak münferit ticâri iş olduğuna göre, İslâm hukukunda ticari malın kriterleri, ticari işin belirlenmesinde yararlı olacaktır. İslâm bilginleri, kâr etmek amacıyla alışveriş için hazırlanan her şeyi, ticari mal olarak nitelemişlerdir.[158] Buna göre ticaret amacıyla satışa arz edilen menkul ve gayrimenkul her türlü mal; ev eşyası, makine, alet, yiyecek, giyecek, bina, inşaat malzemesi, arsa, arazi, süs eşyası, maden, hayvan vb. ticaret malıdır. Fıkıh kaynaklarında, bir malın ticaret malı kabul edilmesi için, ticaret niyetinin bulunması ve fiilen pazara sunulmasının gerektiği belirtilmektedir. Hanefilere göre niyet, kâr etme amacının bulunmasıdır. Şâfiî ve Hanbelîlere göre, niyetin ticaret için alınan malın karşılığı verilirken veya tespit edilirken yapılması ve her satışta da niyetin yenilenmesi gerekir. Hanefîlerden Ebû Yusuf (ö. 182/798) ve Tahavî’ye (ö. 321/923) göre ise, bir malın ticari mal olması için niyet yeterli olup, ayrıca eyleme dönüşmesi gerekmez.[159]

Burada niyet, sarih bir şekilde olabileceği gibi delalet yoluyla da olabilir. Bu çerçeveden olarak, ticaret malıyla alınan ticarî mal veya ticaret için olan evin, ticaret malıyla kiraya verilmesi, delalet yoluyla niyet olarak kabul edilir.[160] Dolayısıyla bir ticari işletmeye alınan mal, ticarî maldır. Bu işletmenin büyük veya küçük olması, mükellefin tâcir veya esnaf olması hükmü değiştirmez. Bunun yanında, önce kişisel kullanım amacıyla alınan veya bulundurulan bir mal, daha sonra ticarete arz edilirse, ticaret malına dönüşür. Ticarî mal, başka bir amaçla kullanılmaya niyet edilmediği sürece, ticaret malı sayılır.

Buna karşılık, ticaret amacı bulunmaksızın satın alınan mallar, kişisel kullanım için alınmış olur. Hatta bir kişi, ileride iyi bir kâr elde ederse satmayı düşünerek kullanmak amacıyla bir mal, örneğin araba almış olsa, bu ticaret eşyası kabul edilmez. Ayrıca, ticaret için bulundurulan mallar da, kişisel kullanıma niyet edilirse ticarî mal olmaktan çıkar. Ve İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre burada sadece niyet yeterlidir; eyleme geçmesi gerekmez.[161]

Kıyetli evrak konusu ileriki bölümlerde geniş olarak ele alınacağı için burada bir açıklama yapılmamıştır. Deniz ticareti konusu ise kitabımızın konuları arasında yer almamaktadır.

2.      Ticari Proje/Sözleşme Kapsamında Olan Ticari İşler

Bu tür ticari işler, münferit ticari işlerde olduğu gibi bizzat kendisi ticari iş kabul edilmez; bunların ticari iş kabul edilebilmesi için ticari proje/sözleşme kapsamında gerçekleştirilmesi gerekir. Burada “ticari proje” ifadesiyle kastedilen, meslek olarak icra edilmesi ve düzenli-planlı yapılmasıdır. Başka bir ifadeyle bu işlemlerin tekrar etmesi gerekir; sadece bir defa yapılmakla ticari iş olmaz. Buna ticari proje denilmesinin sebebi, daha önce yapılan düzenleme çerçevesinde işlemlerin tekrar etmesidir. Bu düzenlemeler, ticari amacı gerçekleştirmek için, işçi çalıştırmak, üretim araçlarını bir araya getirmek, mutad işini yürütmek üzere belirli bir yerde yerleşik olmak gibi gerekli olan maddi ve kanûni araçlardır.[162] Bu tür ticari işlere, “sanayî faaliyetleri”, “ithalat ve ihrâcât”, “menkul ve gayr-i menkul malları kiraya vermek”, “kara, hava ve su üstü taşımacılık”, “madencilik faaliyetleri”, “inşaat sektörü”, “hizmet sektörü” örnek verilebilir.

B.     Şeklî Ticari İşler

Bazı hukukî işlemler, şekilleri sebebiyle ticari iş niteliği kazanır. Meselâ kambiyo senetleri kullanmak, ticari şirket faaliyetleri, ticâri ajans ve ofisler, ticari mağazalarla ilgili işlemler, şekilleri bakımından ticari iş sayılır.[163]

C.    Nisbî (Şahsî/Tebeî) Ticari İşler

Nisbî/şahsî ticari işler, aslında medenî iş olmasına rağmen tâcir tarafından işlenmesi sebebiyle ticari iş vasfını kazanan tasarruflardır. Burada işlemin ticari iş olması için iki şart aranır; işlemi yapan kişinin tâcir olması ve tâcirin ticari faaliyetlerine ilişkin veya ticarethanesinin/dükkanının ihtiyacı olması gerekir. Buna göre, bu tür işlemler tâcir olmayan bir kişi tarafından gerçekleştirilmiş olsa ticari iş sayılmaz. Aynı şekilde tâcir kendi özel ihtiyacı veya ailesinin/evinin ihtiyacı için böyle bir tasarrufta bulunsa ticari iş olmaz. Mesela tâcirin dükkanının tefrişi için halı, mobilya, dolap vb. eşya alması; ekipman, makine ve araçları için yağ, mazot alması gibi işlemler bu tür ticari işlerdendir. Fakat onun evine eşya; özel otomobiline benzin alması ticari iş sayılmaz.[164]

D.    Karma Ticari İşler

Karma ticari işler, taraflardan biri açısından ticari iş, diğeri açısından ise medeni iş olan tasarruflardır. Bu tür ticari işler, isminden dolayı ilk akla geldiği gibi, ticari ve medeni işlerin karışımından meydana gelen işler değildir. Çünkü bir işlem bütün olarak ya ticari iştir, ya da medenî iştir. Burada kast edilen, taraflardan biri için ticarî iş olurken, diğeri için medenî iş olmasıdır. Taraflardan biri için ticari iş olan tasarrufun, aslî, şeklî veya nisbî ticârî iş olması hükmü değiştirmez. Karma ticari işlemlere, tâcirin son tüketiciye mal satması veya çiftçiden ürün satın alması; ticari şirketin işçiyle hizmet sözleşmesi imzalaması; yazarın telif hakkını yayıncıya satması… gibi işlemler örnek verilebilir.[165]

V.    Cari Hesap

A.    Tanımı ve İşlevi

İki kişinin herhangi bir hukuki sebep ve ilişkiden doğan alacaklarını teker teker ve ayrı ayrı istemekten karşılıklı olarak vazgeçip, bunları kalem kalem alacak ve borç şekline çevirerek hesabın kesilmesinden sonra çıkan bakiyeyi isteyebileceklerine dair yapılan sözleşmeye cari hesap denir. Aralarında sürekli iş ilişkisi bulunan kişiler, bazen alacaklı, bazen borçlu olurlar. Her alacak veya borcun doğduğunda ödenmesi ve teker teker ve ayrı ayrı hesabının yapılması, işlem  hacmini artırır ve zaman kaybına sebep olur. Cari sözleşme ile bu kişiler, alacaklarını ayrı ayrı istemek yerine bunları, alacak ve borç kalemleri olarak bir hesaba kaydedip, daha sonra kararlaştırdıkları günde karşılıklı borç ve alacaklarını takas ve mahsup ederler. Takas sonunda geriye kalan fark, borçlu çıkan tarafından diğerine ödenir. Cari hesap, ticari iş niteliğine sahip olmasına rağmen, cari hesap sözleşmesinde tarafların tâcir olması şart değildir. Cari hesap, bir ödeme aracıdır. Bunun yanında, güvence işlevi ve alacağın ödenmesini belli bir süre geciktirdiği için kredi işlevi de görmektedir. Cari hesap sözleşmesinin yazılı olarak yapılması gerekir; yazılı olmayan sözleşmeler geçerli olmaz. Cari hesap sözleşmesinin, taraflar arasındaki borçları doğuran temel ilişki ile birlikte yapılması gerekir; aksi halde bunlar cari hesabın konusu olmaz.[166]

B.     Cari Hesaba Geçirilebilecek ve Geçirilemeyecek Alacaklar

Cari hesaba hangi alacakların geçirileceği, taraflarca belirlenir. Normalde cari hesap sözleşmesi yapıldıktan sonra doğan borç ve alacaklar bu hesaba yazılmakla birlikte, taraflar anlaşırlarsa daha önce doğmuş borç ve alacakları da cari hesap sözleşmesine dâhil edilebilirler. Cari hesaba misli olan alacaklar geçirilebilir; dolayısıyla para alacakları ve para dışındaki karşılıklı aynı cins alacaklar cari hesaba yazılabilir. Şarta bağlı alacaklar, hesabın kapatılmasından önce şartın gerçekleşmesi kaydıyla; kambiyo senetleri, bedelleri tahsil edilmek kaydıyla cari hesaba geçirilebilir. Hesap kapatılıncaya kadar şart gerçekleşmezse, hesaptan çıkarılır. Buna karşılık, takas edilmesi mümkün olmayan alacaklar, belirli bir amaca harcanmak veya emre hazır tutulmak üzere teslim edilen paralar ve mallardan doğan alacaklar cari hesaba yazılamaz.[167]

C.    Cari Hesabın Hükmü

Cari hesap sözleşmesiyle, borç ve alacakların cari hesaba yazılması, borç ve alacağın birbiriyle takası ve bakiyenin ödenmesi kabul edilmiş olur. Bunun için, artık alacaklar teker teker talep ve dava edilemez ve hesaba kaydedilen alacaklara zamanaşımı işlemez, alacak devredilemez ve rehin sözleşmesine konu olamaz. Hesap devreleri sözleşmede belirlenebilir. Sözleşmede bir hüküm yoksa ticari teâmüle bakılır. Belli bir teamül yoksa, her takvim yılının son günü hesap devresinin sonu olarak kabul edilir. Her devrenin sonunda hesap kapatılır ve borç ile alacak kalemleri arasındaki fark tespit edilir. Bakiyenin kabulü veya kabul etmiş sayılmasından sonra bakiye, alacaklı olan tarafın yeni hesap devresine ilk alacak olarak yazılır. Fakat bunun ödenmesi istenemez. Bu durum cari hesap sözleşmesinin sonuna kadar devam eder. Cari hesap sözleşmesinin sona ermesi ise, sözleşmenin süreli veya süresiz olmasına göre değişir. Cari hesap sözleşmesi süreli veya süresiz yapılabilir. Sözleşme süreli ise, süre sona erdiğinde sözleşme sona erer. Süre sona erince, hesap kesilir ve borçlu olduğu ortaya çıkan taraf, alacaklı olduğu ortaya çıkan tarafa aradaki farkı öder. Sözleşme süresiz ise, taraflardan birinin fesih ihbarıyla veya taraflardan birinin iflasıyla sözleşme sona erer.[168]

VI. Haksız Rekabet

İslâm hukukunda, serbest pazar ekonomisi geçerlidir; piyasaya müdahale edilmemesi bir kuraldır. Fiyatların serbest piyasa içerisinde, arz ve talep kanununa göre belirlenmesi esastır. Nitekim fiyatlar yükselince ashab Hz. Peygamber (s.a.s)’den narh koymasını talep etmiş, fakat o buna yanaşmamış ve fiyatları ayarlayan, yükselten ve indirenin Allâh olduğunu belirtmiştir.[169] Buna göre dürüst işleyen, tatlı bir rekabet meşrûdur. Çünkü piyasada etkili bir rekabet, fiyatların düşmesi, ürün çeşitliğinin ve kalitesinin artması gibi faydalı sonuçlar doğurmaktadır. Bu faydalar da tüketici refahınının artmasına sebep olmaktadır. Bunun için Rasûlullâh (s.a.s), “Pazara mal getiren rızıklanır, karaborsacılık yapan ise Allâh’ın rahmetinden uzak kalır.” buyurmuştur.[170] Buna karşılık haksız ve yıkıcı rekabet yasaklanmıştır.

Türkçede rekabet kelimesi, “aynı amacı güden kimseler arasındaki çekişme, yarışma, yarış” anlamına gelmektedir.[171] Hukuk ve iktisat terimi olarak rekabet, Rekabet Kurumu tarafından “bir piyasada satıcıların daha fazla müşteri edinerek mal ve hizmet satışlarını, dolayısıyla da kârlarını artırmak için giriştikleri yarış” şeklinde tanımlanmaktadır.[172] Fakat karşılıklı mal alış-verişi üzerine kurulan ekonomik modelde rekabet, hem satıcılar arasında, hem de müşteriler arasında yaşanabilmektedir. Aynı sektörde mal üreten, aynı malları satan ve aynı iş sektöründe hizmet sunanlar arasında rekabet oluşabileceği gibi, aynı malı veya hizmeti alanlar arasında da rekabet olabilir. Üretici, satıcı ve hizmet sunanların rekabeti fiyatları düşürür; buna karşılık alıcıların rekabeti, fiyatları yükseltir. Buna göre rekabeti, “her türlü iktisadi faaliyette bulunan kişilerin, serbestçe mal, hizmet, ürün veya sermayenin arz veya talebini yükseltmek için birbirleriyle yarışması” şeklinde tanımlayabiliriz.[173] Arapça’da rekâbet terimini ifade etmek üzere münâfese kelimesi kullanılmaktadır. Rekabetin gerçekleşebilmesi için; a) çok sayıda üretici, satıcı veya hizmet sunucunun bulunması, b) rekabet şartlarının eşit olması ve c) üretici, satıcı veya hizmet sunucuların aralarında bir anlaşma bulunmaması şarttır.[174] Bunlara ek olarak, serbest rekabetin oluşabilmesi için sözleşme özgürlüğü ve piyasaya giriş-çıkışın serbest olması gerekir.[175]

İktisatta rekabet teriminin yanında, “tam rekabet” ve “eksik rekabet” kavramları da kullanılmaktadır. Tam rekabet, çok sayıda alıcı ve satıcı bulunduğu için fiyatları etkilemenin imkansız olduğu, bu sebeple fiyatların veri kabul edildiği, pazara giriş ve çıkışın tamamen serbest olduğu, piyasa şartları hakkında tam bilgi elde etmenin mümkün olduğu, malların homojen, kâr maksimizasyonuna yönelik rasyonel davranış biçiminin egemen olduğu ve hiç bir sınırlama olmadan üretim ve mübadelenin yapılabildiği varsayılan piyasa modelindeki rekabettir.[176] Tanımdan da anlaşılacağı üzere, tam rekabetin gerçekleşmesi için, a) üretici/satıcı ve alıcıların çok sayıda olması, b) tüketicilerin mal veya hizmet hakkında tam bilgi sahibi olması, c) malların homojen, yani bir malın bütün birimlerinin eş kalitede olması, d) alıcı ve satıcıların piyasaya giriş-çıkışlarının serbest olması gerekir. Fakat gerçek hayatta tam rekabet söz konusu değildir. Çünkü piyasadaki mallar homojen değildir; araların küçük veya büyük farklılık bulunmaktadır. Ayrıca monopol, düopol, triopol, oligopol piyasası gibi tam rekabeti ortadan kaldıran durumlar bulunmaktadır. Tüketicilerin de piyasa ve mallar konusunda tam bilgi sahibi olması imkansızdır. İşte tam rekabet için gerekli olan şartlardan bir veya bir kısmının bulunmaması durumuna, eksik rekabet denir.[177]

Türk Ticaret Kanununda haksız rekabet, rakipler arasında veya tedarik edenlerle müşteriler arasındaki ilişkileri etkileyen aldatıcı veya dürüstlük kuralına aykırı davranışlar ve ticari uygulamalar şeklinde tanımlanmıştır.[178] İktisâdi rekabetin, dürüstük kurallarına aykırı davranışlar ve diğer şekillerle her türlü kötüye kullanılmasına haksız rekabet denir. Dolayısıyla hukuka ve tüccâr örfüne aykırı olarak başkasına zarar veren her türlü rekabet, haksız rekabet kapsamına girmektedir.[179] Haksız rekabetten söz edilebilmesi için, a) rakipler veya tedarikçiler ile müşteriler arasındaki ilişkileri etkileyen davranış veya ticari uygulamanın olması, b) bu davranış veya uygulamanın dürüstlük kuralına aykırı olması ve c) zarara veya en azından zarar tehlikesine yol açması gerekir.[180] Buna göre başkalarını veya onların ürünlerini, faaliyetlerini, fiyatlarını yanlış, yanıltıcı veya incitici açıklamalarla kötülemek; kendisi, ürünleri, faaliyetleri, fiyatları hakkında gerçek dışı veya yanıltıcı açıklamalarda bulunarak rekabette öne geçirmek veya bunu üçüncü kişiler için yapmak;  paye, diploma veya ödül almadığı halde bunlara sahipmiş gibi hareket etmek, meslek adı ve sembolleri kullanmak… gibi dürüstlük kuralına aykırı reklamlar ve satış yöntemleri ile diğer hukuka aykırı davranışlar; kendisiyle sözleşme yapabilmesi için başkasıyla yaptığı sözleşmeye aykırı davranmaya yöneltmek; üçüncü kişilerin işçi, vekil ve diğer yardımcılarına, onları yükümlülüklerine aykırı davranmaya yöneltebilecek yararlar sağlamak ve bunların dışında kişileri başkasıyla yaptığı sözleşmeyi ihlale veya sona erdirmeye yöneltmek; başkalarının iş ürünlerinden yetkisiz yararlanmak; üretim ve iş sırlarını hukuka aykırı olarak ifşa etmek; iş şartlarına uymamak; dürüstlük kuralına aykırı işlem şartları kullanmak, haksız rekabetin örneklerindendir.[181]

A.    İslâm Hukukunda Haksız Rekabet Yasakları

İslâm hukukunda her ne şekilde olursa olsun başkasına zarar vermek yasaklanmıştır; isterse bu, verilen bir zarara karşılık olsun… Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), “Zarar ve zarara karşılık zarar vermek yoktur.” buyurmuştur[182]. Bu sebeple İslâm hukukunda, haksız rekabete yol açarak kişilerin zarara uğramasına vesile olacak bazı uygulamalar yasaklanmıştır. Bu başlıkta söz konusu uygulamalar ele alınacaktır.

1.      Ticârî Hile

Bir hukuk terimi olarak hile, birini hukukî işlem yapmaya sevk etmek amacıyla onun zihninde yanlış fikirler oluşturmak veya sahip olduğu yanlış kanaatini devam ettirmek için yapılan her türlü eylem ve beyandır.[183] Şelebî hileyi “tağrîr” başlığı altında ele alarak, “akitte taraflardan birini, öyle olmadığı halde akdin kendi yararına olduğunu zannederek  işlemi gerçekleştirmeye yönelten aldatma” şeklinde tanımlamış ve bunu yapan kişinin akdin diğer tarafı olması ile üçüncü kişiler olması arasında bir fark olmadığını belirtmiştir.[184] Zerkâ ise, “hilâbe” üst başlığı altında hileyi işlemiş ve “akitte taraflardan birinin diğerini, akitte istediği vasıfların olduğunu sanmasını sağlayacak söz veya fiillerle aldatmasıdır” şeklinde tanımlamıştır. Daha sonra bu başlık altında “hıyanet”, “neceş”, “tağrîr” ve “tedlîsü’l-ayıp (aybın gizlenmesi)” konularını ele almıştır.[185] Buna göre mevzuatta kendisi için belirlenen kurallara veya sektör ilkelerine aykırı olarak hileli yollarla bir mal veya hizmetin özelliklerini bozacak veya faydasını ya da fiyatını azaltacak/artıracak her türlü eylem veya beyan ticâri hile olarak kabul edilmelidir.[186]

Ticari hayatta çok sayıda hile türü ile karşılaşılmaktadır. Fıkıh kitaplarında hıyanet, ğışş, tağrîr, gabn, neceş, tedlîsü’l-ayb gibi başlıklar altında hile çeşitleri işlenmiştir. Genel olarak hile, fıkıhta rızayı sakatlayan hususlardan kabul edilmiştir. Bu sebeple, belirli şartlarla hile mağduru taraf için muhayyerlik hakkı tanınmıştır.[187] Bunun yanında hile, akdin diğer tarafı için aldatma iken, ticari rakipler açısından haksız rekabet oluşturmaktadır. Nitekim daha önce geçtiği üzere haksız rekabet, rakipler arasında veya tedarik edenlerle müşteriler arasındaki ilişkileri etkileyen aldatıcı veya dürüstlük kuralına aykırı davranışlar ve ticari uygulamalar şeklinde tanımlanmıştı.[188]

Klasik fıkıh kaynaklarımızda hile için, hile mağduru olan tarafa muhayyerlik hakkı tanımak şeklinde bir müeyyide düzenlenmiş olmakla birlikte, haksız rekabet açısından bir müeyyide bulunmamaktadır. Fakat hile yapmayı ve başkasına zarar vermeyi yasaklayan deliller ile İslâm’ın temel ilkeleri dikkate alınarak bu konuda bir düzenleme yapılabilir: İslâm dininde hile, aldatma, yalan beyanla haksız kazanç elde etmek yasaklanmıştır. Bu çerçeveden olarak Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayalı ticaretin dışında, haksız yollarla birbirinizin malını yiyerek kendinizi mahvetmeyin. Şüphesiz Allâh, size karşı çok merhametlidir.[189]; “Eksik ölçüp tartanların vay haline! Onlar insanlardan bir şey alırken tam ölçer. Fakat bir şey verecekleri zaman, eksik ölçüp tartarlar. Bunlar, öldükten sonra dirileceklerini bilmiyorlar mı?[190] buyrulmaktadır. Rasûlullâh (s.a.s) de, yağmurda ıslanan buğdayın ıslağını göstermeyen kişiye, “Bizi aldatan bizden değildir” buyurur[191]. Başka hadislerinde de şöyle buyurmaktadır: “Müslüman’a, kusurlu bir malı ayıbını söylemeden satmak helal olmaz.[192]; “Satıcı doğru söyler ve açık sözlü olursa, ticareti bereketli olur. Fakat yalan söyler ve olumsuzlukları gizlerse ticaretinin bereketi ortadan kalkar.[193]; “Deve ve koyunların sütünü sağmayıp memesinde biriktirerek bol sütlü göstermeye çalışmayın. Böyle bir hayvan satın alan kişi, akdi bozup bozmamakta muhayyerdir…[194]. Bu nasslar ticari hayatta hile ve aldatmayı yasaklamaktadır. Ticari hileye başvuran açısından bu yasak/hurmet maddî ve manevî müeyyide ile karşılanması sonucunu doğururken, hile mağduru taraf açısından hak doğurmaktadır. Bunun için de, yukarıda da ifade edildiği gibi, bazı şartlarla ona muhayyerlik hakkı verilmiştir. Diğer taraftan ticarî hilede, sadece akdin diğer tarafı değil, ticari hileye başvuran tarafın rakipleri de mağdur olmaktadır. Çünkü ticari hileyle, aldatarak dürüst tâcirin müşterisini almakta ve onun kaybına sebep olmaktadır. Hâlbuki İslâm’da, her ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun zarar vermek yasaklanmıştır.[195]

2.      Dürüstlük Kuralına Aykırı Reklamlar

Türk Ticaret Kanununda dürüstlük kurallarına aykırı şekilde yapılan reklamlar haksız rekabet olarak tanımlanmakta ve başkalarını veya onların ürünlerini, faaliyetlerini, fiyatlarını yanlış, yanıltıcı veya incitici açıklamalarla kötülemek; kendisi, ürünleri, faaliyetleri, fiyatları hakkında gerçek dışı veya yanıltıcı açıklamalarda bulunarak rekabette öne geçirmek veya bunu üçüncü kişiler için yapmak; paye, diploma veya ödül almadığı halde bunlara sahipmiş gibi hareket etmek, meslek adı ve sembolleri kullanmak bu tür reklamlara örnek verilmektedir.[196]

İslâm dininde doğruluk ve dürüstlük ahlâkî bir erdem olarak emredilmiş, bunun aksine yalan ve dürüstlük kurallarına aykırı davranmak yasaklanmıştır.[197] Hayatın bütün alanlarında emredilen doğruluk ve dürüstlük, ticari hayatta da zorunludur. Hz. Peygamber (s.a.s), doğru ve güvenilir tâcirlerin, ahirette peygamberler, sıddîklar ve şehitlerle beraber[198] ve cennete ilk girenlerden[199] olacağını haber vermiştir. Bunun için tâcirin mal veya ürününü pazarlarken veya hizmet tanıtımı yaparken dürüstlük kurallarına uyması, bunlar hakkında gerçek dışı veya yanıltıcı açıklamalarda bulunmaması gerekir. Nitekim Rasûlullâh (s.a.s), “Alışveriş yapan kişiler doğru söyler ve malın iyi-kötü özelliklerini tam olarak açıklarsa, alışverişleri bereketli olur. Fakat yalan söyler ve malın kusurlarını gizlerlerse bereketi ortadan kalkar.[200] buyurmuştur. Buna göre dürüstlük kurallarına aykırı olarak reklam yapılması caiz değildir. Ayrıca İslâm hukukunda yasaklanan neceş, alışveriş esnasında yemin ve tedlîs de dürüstlük kurallarına aykırı reklam kapsamında değerlendirilebilir. Şimdi bu konular kısaca açıklanacaktır.

a)      Neceş

Neceş, müşteri kızıştırarak fiyatın yükselmesini sağlamak; bir malın fiyatını yükseltmek amacıyla o malı almaya niyetli olmadığı halde alacakmış gibi davranmak demektir.[201] Hz. Peygamber (s.a.s) neceşi yasaklamıştır.[202] Bu sebeple İslâm bilginleri, almak niyeti olmadığı halde müşteri kızıştırmak amacıyla fiyat yükseltmenin haram[203] olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Fakat bu şekilde yapılan alışverişin geçerli olup olmadığı konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Hanefîlere göre, böyle gerçekleştirilen bir akit dinen yasaklanmış olsa da hukuken geçerlidir.[204] Şâfiîlere göre satıcı, bunu yapan kişinin fiyatı kızıştırmak için yaptığını bilmiyorsa akit sahihtir. Fakat satıcı ile fiyat kızıştıran kişi arasında bir anlaşma varsa iki görüş bulunmaktadır; birinci görüş, akit sahih olmakla birlikte müşterinin muhayyerlik hakkının bulunduğu, ikincisi ise akdin sahih ve bağlayıcı olduğu şeklindedir.[205] Hanbelî mezhebinde Ahmed b. Hanbel’den (ö. 241/855), akdin batıl olduğu nakledilmektedir. Fakat mezhepte tercih edilen görüş, akdin sahih olduğudur. Burada satıcının bunu bilip bilmemesinin hükme bir etkisi yoktur. Bununla birlikte neceş sebebiyle müşteri gabn-i fâhiş ile aldanmışsa, kendisine muhayyerlik hakkı tanınır.[206] Malikîler ise, herhangi bir kayıt olmaksızın böyle bir satışta müşteriye muhayyerlik tanımaktadır. Alınan mal mevcutsa, müşteri akdi bozup malı iade etme hakkına sahiptir; mal mevcut değilse kıymetini ödemekle yükümlü olur.[207]

b)     Yemîn

Bir fıkıh terimi olarak yemîn, bir kişinin Allâh’ın adını veya sıfatını zikrederek sözünü kuvvetlendirmesi anlamına gelmektedir. Bunun dışında, sözü kuvvetlendirmek amacıyla bazı fıkhi sonuçlar doğuracak şekilde, bir şeyin köle azât etmeye veya boşamaya bağlanmasına da yemin denilmiştir.[208] Dünyalık mal ve menfaat elde etmek için yeminin araç olarak kullanılması İslâm dininde hoş karşılanmamıştır. Ashaptan biri malını pazara getirmiş ve bir Müslüman’a yemin edip onun vermediği fiyatı başkasının verdiğini söyleyerek malı alması konusunda ikna etmeye çalışması üzerine “Allâh’a verdiği sözü ve yeminlerini geçici dünya malına değişenler, ahiret nimetlerinden hiçbirini elde edemezler. Kıyamet gününde Allâh onlarla konuşmayacak, yüzlerine bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.[209] ayeti nazil olmuştur.[210] Hz. Peygamber (s.a.s) de, “Alışverişte çok yemin etmekten kaçının. Çünkü yemin önce belki rağbeti artırır fakat sonra kazancın bereketini yok eder.” buyurmuştur.[211] Benzer bir rivayette de, “Yemin, satıcının zannına göre müşterinin rağbetini artırır, hâlbuki o kazancın bereketini yok eder.” buyurur.[212]

Tâcirin malını satabilmek için yalan yere yemin etmesi ise büyük bir günahtır. Rasûlullâh (s.a.s) üç kere, “Üç sınıf insan vardır ki, Allâh Teâlâ kıyamet günü onları muhatap almaz, onların yüzüne bakmaz, onları temize çıkarmaz, onlar için acı verici bir azap olacaktır.” der. Ebû Zer, “Böyle kimseler mahvolmuş, herşeyini kaybetmiş olur. Peki bunlar kimlerdir?” diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s), “Onlar, kibirinden eteklerini sürüyenler, yaptığı iyiliği başa kakanlar ve malını satabilmek için yalan yere yemin edenlerdir” buyurur.[213]

c)      Tedlîs

Sözlükte “bir şeyin kusurunu gizlemek, ticaret malının ayıbını gizlemek” anlamına gelen[214] tedlîs, fıkıhta da sözlük anlamına uygun olarak, tâcirin ticaret malının ayıbını müşteriden gizlemesini ifade etmektedir.[215] Ticaret malındaki ayıbın açıklanması gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), ayıbını söylemeden kusurlu bir malı satmanın helal olmadığını bildirmiştir.[216] Yine o, birgün pazarda dolaşırken elini buğday yığınına daldırır, altının ıslak olduğunu görünce, satıcıya sebebini sorar. Adam yağmurdan ıslandığını söyleyince Rasûlullâh (s.a.s), ıslak tarafını halkın görmesi için üste getirmesi gerektiğine işaret ettikten sonra, “Bizi aldatan bizden değildir” buyurur.[217] Bu ve benzer delillerden hareketle İslâm bilginleri tedlisin haram olduğu konusunda ittifak etmiştir.[218] Fakat İslâm bilginleri, bu hurmetin doğurduğu hukuki sonuçları konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Hanefîlere ve Hanbelîlere göre tedlîse maruz kalan müşteri muhayyerdir; akdi bozma hakkına sahiptir.[219] Malikî mezhebinde, müşteri tedlis sebebiyle meydana gelen zararı satıcıdan talep etme hakkına sahiptir; ancak zararın büyük olması durumunda muhayyer olur.[220] Şâfiîlere göre ise, bazı tedlis türleri müşteriye muhayyerlik hakkı doğururken, bazılarında muhayyerlik hakkı bulunmamaktadır.[221]

3.      Kişileri Başkasıyla Yaptığı Sözleşmeyi İhlal veya Bozmaya Yöneltmek

Türk Ticaret Kanununda haksız rekabete örnek olarak verilen davranış ve ticârî uygulamalar arasında, kendisiyle sözleşme yapabilmesi için başkasıyla yaptığı sözleşmeye aykırı davranmaya yöneltmek; üçüncü kişilerin işçi, vekil ve diğer yardımcılarına, onları yükümlülüklerine aykırı davranmaya yöneltebilecek yararlar sağlamak ve bunların dışında kişileri başkasıyla yaptığı sözleşmeyi ihlale veya sona erdirmeye yöneltmek de zikredilmektedir.[222]

İslâm hukukunda yasaklanan pazarlık üzerine pazarlık ve satış üzerine satış, bu tür haksız rekabet kapsamda değerlendirilebilir. Akit görüşmeleri esnasında veya muhayyerlik bulunan akitlerde muhayyerlik süresi içinde üçüncü şahısların, satıcıya “ben daha çok veririm” veya alıcıya “sana daha ucuza bulurum” diyerek akdi bozmaya yöneltmesi böyledir. Hz. Peygamber (s.a.s) bu konuda “Kişi (…) Müslüman kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmasın…” buyurmuştur.[223] Bu sebeple İslâm bilginleri, başkasının yaptığı pazarlık üzerine pazarlık yapmanın caiz olmadığı konusunda ittifak etmiş ve birbirine yakın görüşler ortaya koymuşlardır.[224]

Akit henüz kurulmadan pazarlık aşamasında iken, üçüncü kişilerin malına yüksek fiyat teklif etmesinde dört ihtimal bulunabilir. Birinci ihtimal, ilk pazarlık eden taraflar anlaşamayarak ayrılmış olabilirler. Bu durumda üçüncü kişilerin teklif getirmelerinde bir sakınca bulunmamaktadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), pazarlık üzerine pazarlığı yasakladığı hadisin bazı rivayetlerinde, pazarlık yapan kişiler alışverişten vazgeçerlerse teklif götürülebileceğini söylemiştir.[225] İkinci ihtimal, pazarlık yapan taraflar, üçüncü kişilerin de teklif sunabileceğini beyan etmiş olabilir. Bu durumda üçüncü kişilerin teklif sunması caizdir. Buhârî’nin bab başlığı ile bazı hadis kaynaklarında gelen bir rivayet bunda sakınca olmadığına delalet etmektedir.[226] Üçüncü ihtimal, tâcir malını pazara getirip satışa arz etmiş olmakla birlikte, henüz herhangi bir kişiyle anlaşmamış ise, farklı kişilerin fiyat teklif etmeleri ve artırmaları caizdir. Nitekim Rasûlullâh (s.a.s) dilencilik yapan kişinin yaygı olarak kullandığı çulunu ve su kabını satışa sunmuş, bir sahabî bir dirhem teklif edince, birkaç defa “artıran yok mu?” diye sormuş ve sonra iki dirhem veren başka bir sahabiye bunları satmıştır.[227] Dördüncü ihtimal ise, satıcı ile alıcı fiyat ve alışveriş konusunda anlaşmış olmakla birlikte henüz akit gerçekleşmemiştir. Bu durumda üçüncü kişilerin teklif getirmesi caiz değildir. İslâm bilginleri, hadiste yasaklanan pazarlık üzerine pazarlığın bu olduğunu söylemişlerdir. Bununla birlikte, genel olarak akdin geçerli olduğu kabul edilmiştir.[228]

Hz. Peygamber (s.a.s), alışveriş üzerine alışverişi yasakladığı hadisinde, “…Biriniz Müslüman kardeşinin alışverişi üzerine alışveriş yapmasın…” buyurmuştur.[229] Pek çok İslâm bilgini bu hadisteki “alışveriş” kelimesiyle kastedilenin pazarlık olduğunu söyler.[230] Ancak İbn Mâce’de nakledilen “Kişi Müslüman kardeşinin alışverişi üzerine alışveriş yapmasın; kişi Müslüman kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmasın.[231] hadisinde  hem pazarlığın, hem de alışverişin ayrı ayrı zikredilmesi, Hz. Peygamber (s.a.s)’in her ikisini de yasakladığını göstermektedir.[232] Ancak akit sahih olarak kurulmuş, lâzım ve nâfiz ise, iki tarafı da bağladığı için onlardan birinin tek taraflı irade beyanıyla akdin bozulması mümkün değildir. Başka bir ifadeyle böyle bir akitte üçüncü kişilerin teklif getirmesi ve dolayısıyla akit üzerine akit söz konusu değildir. Buna karşılık akit sahih olarak kurulmuş olmakla birlikte muhayyerlik bulunması durumunda, akit bağlayıcı olmadığı için, muhayyerlik hakkı bulunan taraf tek taraflı irade beyanıyla akdi bozma yetkisine sahiptir. Bu durumda üçüncü kişilerin, muhayyerlik hakkı bulunan tarafa teklif götürerek akdi bozmasını istemesi caiz değildir. Çünkü bu işlem, Rasûlullâh (s.a.s)’ın yasakladığı “alışveriş üstüne alışveriş” kapsamına girmektedir. Nitekim Şâfiî fıkhında bu hadisle kastedilenin meclis muhayyerliği içinde üçüncü kişilerin teklif getirmesi olduğu belirtilmektedir.[233] Burada akit tamamlandığı ve sadece tarafların veya taraflardan birinin muhayyerlik hakkı bulunduğu için, bunun yukarıda geçen “pazarlık üzerine pazarlık” konusundaki “dördüncü ihtimal” kapsamında değerlendirilmesi gerekir. Dolayısıyla böyle bir alış verişin caiz olmadığı konusunda İslâm bilginlerinin ittifak ettiği söylenebilir. Ancak bu alışverişin dünyevi yaptırımı konusunda, farklı görüşler ortaya çıkmıştır. İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre böyle gerçekleştirilen alışveriş caiz olmamakla beraber geçerlidir. Fakat özellikle Hanbelî fakihlerin içinde bulunduğu bir kısım İslâm bilginine göre ise bu akit batıl/fâsittir.[234]

4.      Kartel Oluşturma ve Yoğunlaşma (Tekel) Yasağı

Haksız rekabet hukuku bağlamında rekabetin üç şekilde sınırlanacağı söylenebilir. Birincisi, bir firmanın pazara hakim olarak diğer firmaları piyasadan çekilmeye zorlamasıdır. İkincisi, piyasadaki işletmelerin anlaşarak kartel oluşturmasıdır. Üçüncüsü ise, yatay veya dikey birleşmedir. Başka bir ifadeyle aynı seviyede ya da farklı seviyede faaliyet gösteren teşebbüslerin tek bir kişilik altında birleşmeleridir.[235]

Rekabet Kurumu’nca kartel, aynı veya benzer ekonomik faaliyette bulunan bağımsız teşebbüslerin, müşterileri, sağlayıcı, bölge veya ticaret kanallarının paylaşılması; arz miktarının sınırlandırılması veya kotalar konması, ihalelerde danışıklı hareket etme veya fiyat tespiti konularında gerçekleşen rekabeti sınırlayıcı anlaşma ve/veya uyumlu eylemler şeklinde tanımlanmaktadır.[236] Karteller rekabet hukukunu ihlal eden sakıncalı uygulamalardır. Kartel üyesi işletmeler ve gerçek kişiler, haksız olarak tüketicinin parasını kendilerine aktarmaktadır. Bu sebeple kartel anlaşma veya uygulamaları, bir çok ülke mevzuatında, yasadışı ve geçersiz kabul edilmiştir.[237]

Yoğunlaşma ise, ekonomik karar alma gücünün, başka bir ifade ile kontrolün, teşebbüsler arasında el değiştirerek belirli merkezlerde toplanması ve bu durumun ilgili piyasadaki oyuncuları azaltacak şekilde yapısal değişikliklere yol açmasıdır.[238] Geniş anlamıyla yoğunlaşma, piyasada büyük teşebbüs sayısının artıp, küçük teşebbüslerin ortadan kalktığı veya büyük teşebbüslere bağımlı hale geldiği süreçtir. Bu süreçte büyük firmaların pazar payı artarak ekonomik güç belli ellerde toplanmaktadır. Bu durumun karteller veya birleşmeler yoluyla gerçekleşmesi mümkündür. Bunun yanında şirketlerin kendi verimliliğine bağlı olarak içsel dinamikleriyle büyüyerek yoğunlaşmaya neden olması da mümkündür.[239] Yoğunlaşmalar bazen piyasada etkili rekabete katkıda bulunmakla birlikte bazen rekabetin kısıtlanmasına yol açmaktadır. Meselâ küçük işletmelerin birleşmesiyle oluşan yeni işletme, piyasaya hakim olan büyük işletmelerin karşısına rakip olarak çıkmak suretiyle rekabete katkıda bulunabilir. Buna karşılık, pazardaki rakiplerin sayısını azaltarak piyasanın yapısında değişiklik meydana getiren yoğunlaşmalar, rekabeti olumsuz etkilemektedir. Böyle yoğunlaşmalar sonucu ortaya çıkan teşebbüs, pazar gücünü elde ederek piyasaya hakim olabilir; ayrıca değişen piyasa yapısı, firmaların rekabeti bozucu anlaşmalar yapmasına zemin hazırlayabilir. Bunun için rekabeti kısıtlayacak veya ortadan kaldıracak yoğunlaşmalar yasaklanmıştır.[240]

Fıkhın oluşum ve tedvin dönemlerinde, günümüzdeki gibi büyük teşebbüslerden söz etmek mümkün değildir. Bu sebeple fıkıh kitaplarında günümüzdeki gibi kartel, yoğunlaşma, tekelleşmeden söz edilmez. Ancak serbest piyasa işleyişine müdahale oluşturan ve rekabeti bozucu etkileri bulunan eylemler yasaklanmıştır. Bu çerçeveden olarak hadislerde yasaklanan pazara mal getiren kişilerin pazar dışında karşılanması (telakki’r-rükbân) ile şehirlinin köylü adına satışı bu başlık altında değerlendirilecektir.

a)      Telakki’r-Rükbân

Hz. Peygamber (s.a.s), pazara mal getiren kervanların pazar dışında karşılanarak mallarının alınmasını yasaklamış[241]; “Mal pazara inmeden onu dışarda karşılamayın[242], “Bir kişi, dışarıdan mal getiren tâciri pazara girmeden karşılayıp malını satın alırsa, tâcir pazara girince muhayyerdir; dilerse bu alışverişi bozar.[243] buyurmuştur. Hadislerde geçen ifadelerden hareketle bu konu, fıkıh kitaplarında “telakki’r-rukbân” veya “telakki’l-celeb” başlıkları altında incelenmiştir. Hadislerde yasaklanan ticaret kervanının veya dışarıdan mal getiren tâcirin pazar dışında karşılanması; a) onlardan malı alıp piyasaya hakim olarak pazarda yüksek fiyata satmak, b) dışarıdan mal getiren tâcirin veya üreticinin piyasa fiyatını öğrenmeden ucuza almak şeklinde olabilir.[244] Buna göre dışarıdan mal getiren tüccar veya üreticinin pazar dışında karşılanması, biri topluma, diğeri de tüccar veya üreticiye olmak üzere iki zarar meydana getirir. Pazara gelmeden malı dışarıda karşılayıp alan tâcir, tekel oluşturarak piyasaya hakim olur ve fiyatı yükselterek toplumu zarara uğratır. Diğer taraftan dışarıdan mal getiren tâcir ve/veya üreticinin piyasa fiyatını öğrenmesine engel olup malı ucuza alarak bunların zarara uğramasına sebep olur.[245]

Hanefîlere göre böyle bir alışveriş topluma zarar veriyorsa veya dışarıdan mal getiren kişi pazarın fiyatını bilmiyorsa, tahrimen mekruhtur; fakat topluma bir zararı yoksa ve mal getiren kişi pazarın fiyatını biliyorsa, tüccar veya üreticinin dışarıda karşılanmasında bir sakınca yoktur. Hanefîler dışarıdan mal getiren tâcir ve üreticinin pazar dışında karşılanmasını tahrimen mekruh kabul etmekle birlikte, böyle bir işlem yapılırsa bunun geçerli olduğunu söylemişlerdir.[246]

Malikîlere göre de şehre mal getiren kişinin pazar dışında karşılanması haramdır. Ancak yasaklamanın gerekçesi pazar esnafını ve şehir halkını korumak için olduğundan, şehirde pazar yoksa böyle bir yasak olmadığı gibi, şehirden uzakta karşılanmasında da sakınca yoktur. Bu uzaklığın mesafesi konusunda farklı görüşler ortaya konulmuştur. Tercih edilen görüşe göre altı milden uzakta karşılanması caiz kabul edilmiştir. Şehre mal getirenlerin pazar dışında karşılanması haram olmakla birlikte, onların malı satınalınırsa akit geçerli olur. Bu akdin feshedilip edilmeyeceği konusunda mezhepte farklı görüşler bulunmaktadır. İmam Malik’ten gelen ve mutemet olan görüşte, akdin fehedilmeyeceği kabul edilir. Diğer görüşe göre ise, akdin feshedilmesi ve malın pazar esnafı arasında taksim edilmesi gerekir.[247]

Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise, şehire mal getiren kişilerin pazar dışında karşılanması haram olmakla birlikte, eğer alışveriş gerçekleşirse akit sahih olur; ancak  dışarıdan mal getiren satıcı muhayyerdir, pazara girdiğinde akdi feshetme hakkına sahiptir. Çünkü bu yasak, şehire mal getiren kişinin hakkını korumak amacıyladır. Bunun için böyle bir davranış haram kılınmakla birlikte, akit batıl kabul edilmemiştir.  Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s), dışarıdan mal getiren kişinin pazar dışında karşılanmasını yasaklamakla birlikte, pazara girince muhayyer olduğunu belirtmesi, akdin geçerli olduğunu göstermektedir.[248]

b)     Şehirlinin Köylü Adına Satışı

Hz. Peygamber (s.a.s) şehirlinin köylü adına satış yapmasını yasaklamış[249]; “Şehirli köylü için satış yapmasın. İnsanları kendi haline bırakın ki Allâh onların bir kısmıyla diğerlerini rızıklandırsın.” buyurmuştur.[250] İbn Abbâs’a, şehirlinin köylü için satış yapmasının ne anlama geldiği sorulduğunda, o bunun simsarlık yapmak olduğunu söylemiştir.[251] Ayrıca hadiste geçen “satış yapma” ifadesi alışveriş yapmak anlamına gelmektedir. Nitekim Enes b. Mâlik hadiste geçen bey’ kelimesinin câmi olduğunu, dolayısıyla hem satış, hem de alış işlemini kapsadığını belirtmiştir.[252] Bunun yanında hadiste geçen köylü ifadesi, onlar gibi şehre mal getiren ve piyasayı bilmeyen diğer kişileri de kapsamaktadır. Hadiste “köylü” denmesinin sebebi, genellikle köylüler pazara mal getirdiği içindir.[253] Hadislerde bu alışverişin yasaklanmasının sebebi, üretici ile tüketici arasına giren aracıların fiyatın yükselmesine sebep olmasıdır. Ayrıca bu kimseler, tekel oluşturarak piyasaya hakim olabilmekte, ürünü piyasaya arz etmeyip suni fiyat artışına da yol açabilmektedir.[254] Bunun için Rasûlullâh (s.a.s) bu hadislerinde, fiyatların serbest piyasa içinde oluşmasının toplum yararına olduğuna işaret ederek piyasaya müdahaleyi yasaklamıştır.

Hanefîlere göre, şehirlinin köylü adına satışı, fiyatları yükseltiyor ve şehir halkı mala ihtiyaç duyuyorsa, başka bir ifadeyle şehir halkına zarar veriyorsa, tahrimen mekruhtur; zarar vermiyorsa bir sakıncası yoktur.[255] Şehirlinin köylü adına satışı yasaklanmış olmakla birlikte, yapılan alışveriş sahihtir.[256] Mâlikî bilginler şehirlinin köylü adına satış yapmasının caiz olmadığı konusunda ittifak etmiş olmakla birlikte; alış yapması konusunda caiz olduğu ve olmadığı şeklinde iki görüş ortaya koymuşlardır. Bu işlemin müeyyidesi konusunda da farklı görüşler ortaya çıkmıştır: Bu görüşlerden birine göre akit feshedilir; diğer bir görüşe göre, satılan mal, olduğu gibi mevcutsa feshedilir. Başka bir görüş ise, her halukârda akdin feshedilmeyeceği yönündedir. Ayrıca bu tür işlemleri alışkanlık haline getirenlerin cezalandırılacağı görüşünün yanında bunların cezalandırılamayacağı da Mâlikî mezhebinde ortaya konan görüşlerdendir.[257] Şâfiîlere göre şehirlinin köylü adına satış yapması haramdır; bu yasağı bilerek yapan kişi günahkar olur. Bununla birlikte böyle bir alışveriş yapılırsa, akit geçerli ve taraflar için bağlayıcı olur.[258] Hanbelî mezhebinde, şehirlinin köylü adına satışı konusunda biri sahih olduğu, diğeri ise bazı şartlarla sahih olmadığı şeklinde iki görüş bulunmaktadır. Bu akdin sahih olmaması için; köylünün malını o günün fiyatıyla satmak üzere getirmiş olması, fakat malın piyasa fiyatını bilmemesi, insanların o mala ihtiyacı olması ve şehirlinin ona yönelerek böyle bir işlem yapmayı istemesi şarttır. Bu şartların bulunması halinde, bu işlem haram ve bâtıldır; şartlardan biri bulunmadığında akit sahih olur.[259]

B.     Haksız Rekabetin Müeyyideleri

Türk Ticaret Kanununda haksız rekabetin müeyyideleri olarak; a) Haksız rekabetin tespiti, b) Haksız rekabetin men’i, c) Haksız rekabetin sonucu olan maddi durumun ortadan kaldırılması, d) Kusur varsa zarar ve ziyanın tazmini ve e) Bazı durumlarda manevî tazminat davası açmak sayılmıştır.[260] Ayrıca mahkeme, davayı kazanan tarafın istemi üzerine, haksız rekabet sebebiyle meydana gelen itibar kaybını gidermek amacıyla, gideri haksız çıkan taraftan alınmak üzere, hükmün kesinleşmesinden sonra ilan edilmesine de karar verebilir.[261]

Klasik fıkıh kaynaklarında, haksız rekabet kapsamında yukarıda açıklanan yasakların müeyyidesi, genel olarak, mağdur tarafa belirli şartlarla muhayyerlik hakkı verilmesi şeklindedir. Fakat bu eserlerde, haksız rekabete uğrayan taraf açısından uygulanacak müeyyide konusunda açık bir hüküm bulunmamaktadır. Bununla birlikte, rekabetin kızıştığı, yok edici boyutlara geldiği günümüzde, haksız rekabetin müeyyidelerinin değerlendirilmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu bağlamda haksız rekabetin müeyyideleri olarak, haksız rekabetin tespiti, giderilmesi ve tazminat konuları söz konusu edilebilir.

1.      Tazminat

Adalet Bakanlığı Hukuk Sözlüğünde tazminat, “maddi veya manevi zarara karşılık ödenen bedel; zarar ödencesi; hukuka aykırı olarak başkalarına verilen zararların ödetilmesi biçiminde müeyyide” şeklinde tanımlanmaktadır.[262] Haksız rekabete uğrayan tarafın durumu, uygulanabilecek müeyyidelerden tazminat açısından incelendiğinde, haksızlığa maruz kaldığı açık olmakla birlikte, ekonomik zararının olup olmadığı, varsa ne kadar olduğu konusunda kesin bir veri bulunmamaktadır. Çünkü haksız rekabette bulunan kişi veya işletme, bunu yapmasaydı, müşterilerinin o ürün veya hizmeti kendisinden almayacağı belli değildir. Ondan almaması halinde aynı ürün veya hizmeti başka bir işletmeden alıp almayacağı; alacaksa haksız rekabet iddiasında bulunan kişi veya firmadan alacağı da bilinmemektedir. Dolayısıyla burada herhangi bir maddi tazminat talebi söz konusu olamaz. Ancak haksız rekabet, başkalarını veya onların ürünlerini, faaliyetlerini, fiyatlarını yanlış, yanıltıcı veya incitici açıklamalarla kötülemek şeklinde gerçekleşmişse, manevî tazminat talebi gündeme gelebilecektir.

Manevi tazminat, en kısa şekilde, manevî zararı gidermek olarak tanımlanabilir. Manevi zarar ise, kişinin şeref, namus, itibar ve kişilik haklarına yönelik, toplum nezdinde küçük düşürecek şekilde, ona sözlü veya fiilî eziyet etmektir. Mesela sövmek, iffete iftira atmak, bedenine acı vermek, iz bırakmayacak şekilde döverek saygınlığını zedelemek, tahkir etmek, ilişkilerinde itibarsızlaştırmak manevî zarar kapsamına giren davranışlardır.[263] Ayrıca Arapça İslâm Hukuku eserlerinde manevi zarar, borcun vaktinde ifa edilmemesinden kaynaklanan menfaat kaybı olarak da tanımlanmaktadır. Burada aynın sahibinin, maddi bir mal kaybı söz konusu değildir; sadece malının menfaatinden mahrum kalmaktadır. Bu tanıma göre ödünç alan kişinin ödünç aldığı malı, kiracının sürenin sonunda kiraladığı malı sahibine iade etmemesinden kaynaklanan menfaat kaybı manevi zarar kapsamına girmektedir. Arapça fıkıh literatüründe birinciye, edebî zarar, ikinciye ise manevi zarar denilmektedir.[264] Buna göre manevî tazminat, manevi zararın giderilmesi için, zarar görenin çektiği acıları yeterince dindirmek, bozulan ruhi düzenini dengelemek, kırılan yaşama arzusunu tazelemek, hayata yeniden bağlanmasını sağlamak maksadıyla tazminat yollarından biriyle mağduru veya ailesini tatmin etmektir.[265]

İslâm hukukunda zarar vermek yasaklandığı gibi, meydana gelen zararın giderilmesi de esastır. Hz. Peygamber (s.a.s), “Zarar ve zarara karşılık zarar vermek yoktur.” buyurmuştur.[266] Mecelle’de yer alan “Zarar izâle olunur[267], “Bir zarar kendi misli ile izâle olunmaz[268], “Zarar-ı âmmı def’ için zarâr-ı hâss ihtiyâr olunur.[269], “Zarâr-ı eşedd, zarâr-ı ehaff ile izâle olunur.[270], “Def’-i mefâsid, celb-i menâfi’den evlâdır[271], “Zarar bi-kaderi’l-imkân def’ olunur[272] şeklindeki fıkıh kaideleri zararın giderilmesinin esas olduğunu göstermektedir. Manevî zararın da, İslâm hukukunun benimsediği temel prensipler çerçevesinde ve kamu yararı gözetilerek, kendine mahsus bir şekilde giderilmesi gerekir. Günümüz hukukunda manevi zararın giderilmesinde, mali tazmin genel kural olarak benimsenmiştir. Bununla birlikte, hâkime “bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir giderim biçimi kararlaştırma veya bu tazminata ekleme; özellikle saldırıyı kınayan bir karar verme ve bu kararın yayımlanmasına hükmetme” yetkisi de verilmiştir.[273] Buna göre para dışındaki bir eda da tazminat olarak hükme bağlanabilir. Başka bir ifadeyle burada “aynî tazmin” şeklinde bir uygulama söz konusudur. Mesela mahkumiyet kararının ilan edilmesi veya sorumlunun tarziye vermesi, özür dilemesi, sözlerini geri alması, mahkumiyet kararının saldırının cereyan ettiği daireye tebliği veya ilgili dosyaya konulması bu tür uygulamalardandır. Sonuç olarak manevî tazminata esas olan düşüncenin imkanlar ölçüsünde mağdurun tatmin ve teskini olduğu söylenebilir.[274] Manevi zararda mağdurun tatmin ve teskini için ön görülen müeyyideler ise, Ömer Nasuhi Bilmen tarafından; “a) Manevi zararların maddi ivazlarla karşılanması, b) Mütecavizi tedip ile mutazarrırın tatminine çalışılması, c) Tecavüzün tazir suretiyle takbih edilmesi, d) Haksızlığın teşhiri ve mahiv ve ıslahı, e) Mutazarrırın mütecavize bilmukabele cevap vermesi” şeklinde beş madde olarak sıralanmıştır.[275]

Nasslarda öncelikle manevî zarara uğrayana sabretmesi, karşı tarafı affetmesi tavsiye edilmiş[276], affetmemesi durumunda kişiliğe saldırının ağırlığına göre ceza[277], kınama-azarlama[278], misliyle mukabele[279] gibi yaptırımlar ön görülmüş olmakla birlikte, manevî zararda uygulanması öngörülen müeyyideler arasında, mali tazminat zikredilmemiştir. Klasik dönem İslâm bilginleri kazif dışındaki sövme, hakaret etme gibi kişinin onur ve haysiyetini zedeleyen, kişilik haklarını hedef alan fiillere, detayda bazı farklılıklar bulunmakla birlikte, genel olarak ta’zîr uygulanacağını[280] veya aynıyla karşılık verileceğini[281] söylemişlerdir. Ta’zîrin malî olarak uygulanıp uygulanmayacağı konusunda ise, farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Ancak malî ta’zîri caiz gören İslâm bilginleri de, alınan malın tazmînat olarak mağdura verilmesinden bahsetmemişlerdir. Ebû Yûsuf, alınan malı baskı aracı olarak muhafaza ederken, Malikî ve Hanbelî bilginler hazineye konulabileceğini veya uygun görülen yerlere harcanabileceğini söylemişlerdir.[282] Buna göre klasik dönem fıkıh bilginleri, manevi zarara karşılık ödenen bedel anlamındaki manevî tazminattan bahsetmemişler, onun yerine ta’zîr ve misliyle mukabele gibi yaptırımlar önermişlerdir.

Çağdaş ve yakın dönem İslâm bilginleri ise bu konuda farklı görüşler ortaya koymuşlardır; bir kısmı  manevi zararın malî tazminatla giderilmesinin caiz olduğunu söylerken, bir kısmı buna sıcak bakmamıştır. Ömer Nasuhi Bilmen[283], Hamza Aktan[284], Muhammed Fevzi Feyzullah[285], Ali Muhyiddin el-Karadâğî[286] manevî zararın malî tazminatla giderilebileceği görüşünü savunan İslam bilginlerindendir. Bu görüş sahipleri, “Size saldıranlara, siz de aynı şekilde karşılık verin[287], “Kötülüğün karşılığı, onun dengi bir cezadır[288], “Bir suç işlendiğinde, ona denk bir cezayla cezalandırın[289] ayetleri ile “Zarar ve zarara karşılık zarar vermek yoktur.[290] hadisi ve bundan çıkarılan kaidelere dayanmışlardır. Bunun yanında İslâm fıkhında zina iftirasında kazf cezası, diğer iftiralarda ta’zirin öngörülmesinin, ayrıca diyet, erş, hükûmetü’l-adl ve hükûmetü’l-elem gibi hükümlerin, manevî zarara karşılık verilebileceğini gösterdiği ve bunun bazı müçhetidlerce malî ta’zirin caiz görülmesi ile birlikte değerlendirildiğinde, mali tazminatın mümkün olduğu şeklinde yorumlanmıştır.[291]

Buna karşılık Mustafa Ahmet ez-Zerkâ[292],  Ali Hafîf[293], Subhi Mahmesânî[294], Sıddık Muhammed Emin ed-Darîr[295] ise, manevî zararın malî tazmininin caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu görüş sahipleri, görüşlerini şöyle delillendirmektedirler: İslâm hukukunda sadece mütekavvim olan şeyler tazminata konu olabilir ve tazminatla kişinin kaybının telafi edilmesi amaçlanmaktadır. Bunun için zararla tazminatın birbirine denk olması gerekir. Hâlbuki insanın şeref, itibar, şöhret ve kişilik haklarının maddi bir karşılığı bulunmamaktadır. Dolayısıyla manevî zararın tazminatla karşılanması mümkün değildir. Asr-ı saadet, hulefâ-i râşidîn ve müçtehit imamlar döneminde de manevî zarar bulunmakla birlikte, nasslarda, hulefâ-i râşidînin uygulamalarında ve müçtehit imamların içtihatlarında bunlar kesin bir şekilde yasaklanmış ve hadd, ta’zîr gibi cezaî müeyyide ile karşılanmış olmakla birlikte manevî tazminat geçmemektedir. Manevî tazminatın caiz olduğunu iddia edenlerin getirdikleri deliller, maddî zararın tazminine yönelik olup manevî zararın tazminine örneklik teşkil etmemektedir.[296] İslâm Konferansı Örgütü bünyesinde yer alan İslâm Fıkıh Akademisinin 28 Eylül 2000 tarihinde Riyad’da gerçekleştirdiği 12. dönem toplantısında aldıkları 109 sayılı kararın 5. maddesinde; “tazmin edilebilen zararlar, fiilî malî zararlar ve ona dahil olan gerçek zararlar ile kaybedilen kesin kazançlardır. Manevî zararlar, tazmin edilebilen zararlar kapsamında yer almamaktadır.” denilmektedir.[297]

İslâm bilginlerine göre malî tazminatın şartları şunlardır:

  1. a) Zarara sebep olan haksız fiil olması,
  2. b) Zararın, haksız fiilin bizzat veya tesebbüben sonucu olması,
  3. c) Zarar verilen şeyin mütekavvim mal olması,
  4. d) Zararın fiilen gerçekleşmiş olması ve geçici olmaması,
  5. e) Zarar verenin vücup ehliyetine sahip olması,
  6. f) Tazminata hükmetmenin bir anlamı olması,

gerekir. Zarar veren kişinin akıllı, ergen olması şart değildir; insan olması yeterlidir. Mal olmayan bir avuç saman veya mütekavvim olmayan domuz eti tazmine konu olmaz. Aynı şekilde yabancı ülkedeki yabancı ülke vatandaşı aleyhine veya eşkıya aleyhine tazminata hükmetmenin anlamı yoktur.[298]

Buna göre haksız rekabet, bağlanmış bir iş, ürün veya hizmetin yanlış, yanıltıcı veya incitici açıklamalarla bozulmasına sebep olmuş ise, maddi tazminat istenebilecektir.

2.      Haksız Rekabeti Tespit ve İzâle Davâsı

Haksız rekabete uğrayan taraf, yargıya müracaat ederek haksız rekabeti tespit ve izale davası açabilir. Haksız rekabet yanlış veya yanıltıcı beyanlarla yapılmışsa, bu beyanların düzeltilmesini ve tecavüzün önlenmesini talep edebilir. Bunun için, kendisiyle haksız rekabetin işlendiği araç ve malların imha edilmesine hüküm verilebilir. Mesela, karışıklığa sebep olan markanın değiştirilmesine, bu markayı içeren ambalaj ve etiketlerin toplanması ve imha edilmesine hükmedilebilir. Haksız rekabet ticari hile, kartel oluşturma ve yoğunlaşma şeklinde yapılmışsa, haksız rekabete maruz kalan taraf bunun engellenmesini ve ilgililerin cezalandırılmasını yargıdan talep edebilir. Ayrıca haksız rekabet teşhir edilebilir, ilgili üçüncü kişilere ve hile mağdurlarına yargı kararı ilâm edilebilir.[299]

İslâm hukukunda zarar vermek yasaklandığı[300] gibi, zararın giderilmesi de esastır. Nitekim bu esas, Mecelle’de, “Zarar izâle olunur[301], “Zarar bi-kaderi’l-imkân def’ olunur[302] şeklindeki fıkıh kaideleri ile yer bulmuştur. Zararın giderilmesinin yanında caydırıcılığın sağlanması, üçüncü kişilerin mağduriyetinin önlenmesi için haksız rekabetin teşhiri de bir müeyyide olarak kullanılabilir. Hz. Ömer (r.a.)’in Amr b. Âs’a uyguladığı yaptırım buna örneklik teşkil etmektedir. Amr b. Âs’ın, Mısır valisiyken, Kanbere denilen birine “ey Münafık” dediği Hz. Ömer (r.a.)’e ulaşınca o, Amr’a bir mektup yazarak, delillerin aleyhine olması durumunda cezalandıracağını bildirir ve insanlardan araştırır. Amr suçunu itiraf eder. Bunun üzerine Hz. Ömer ona, minberden insanlara o kişi hakkında söylediğinin doğru olmadığını ilan etmesini emreder ve Amr da bunu yapar.[303]

3.      Cezâî Yaptırımlar

İslâm Huku­kunda kısas ve hadd suçları dışında kalan her türlü hukuka aykırı fiile ta’zîr uygulanması öngörülmüştür. Zararlı fiiller de bu kapsamdadır. Maddi zarar doğuran fiillerde ayrıca zararın giderilmesi, tazminat yükümlülüğü bulunmaktadır. Fakat İslâm hukukunda manevî zarardan dolayı malî tazminata sıcak bakılmamış, bu tür fiillerin hadd, ta’zîr gibi cezâî müeyyideyle karşılanması tercih edilmiştir. Nitekim namuslu kişilere zina iftirası atılmasına kazf haddi getirilmiştir.[304] Kazf dışındaki sövme, hakaret etme gibi kişinin, duygularını rencide eden, şeref ve haysiyetini zedeleyen, kişilik haklarını hedef alan fiillere ta’zîr uygulanması öngörülmüştür.[305] Bu tür fiillere karşı uygulanacak ta’zîr ise, fiilin ağırlığına, fail ve mağdurun konum ve durumuna göre celde, hapis, sürgün, iznin kaldırılması, kınama, ikaz gibi yaptırımlar olabilir.[306]

Buna karşılık ta’zîrin malî ceza olarak uygulanıp uygulanamayacağı konusunda, İslâm bilginleri farklı görüşler ortaya koymuşlardır. İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre, tercih edilen görüş ta’zîr amacıyla mal alınması caiz değildir.[307] Fakat Hanefîlerde, Ebû Yusuf’tan gelen görüşe göre mal ile ta’zîr caizdir. Ancak alınan mal devlet hazinesine konulmaz veya fakirlere dağıtılmaz; tövbe edinceye kadar muhafaza edilir, tövbe edince kendisine iade edilir. Tövbe etmez ve direnirse, uygun görülen yere harcanır.[308] Mâlikîlere göre belli konularda mal ile ta’zîr mümkündür.[309] Hanbelî fıkhında tercih edilen görüş malî ta’zîr caiz olmamakla birlikte, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım el-Cevziyye’ye göre, belli konularda hem malın alınması, hem de itlafı şeklinde malî ta’zir caizdir.[310]

Buna göre, hukuka aykırı ve zararlı fiil olan haksız rekabeti önlemek amacıyla ta’zîr uygulanabilir. Haksız rekabet mağdurunun talebi üzerine, haksız rekabetin mahiyet ve ağırlığına göre cezâî müeyyide uygulanır. Tatbik edilecek cezanın belirlenmesinde, sadece haksız rekabetin mahiyeti değil, bunu yapan kişi veya işletme ile haksız rekabet mağdurunun durum ve konumu da dikkate alınır.

C.    Haksız Rekabeti Önleyici Düzenlemeler

Haksız rekabeti önlemek amacıyla uygulanan müeyyidelerin yanında, İslâm hukukunda ticari hayata getirilen bazı düzenlemeler de haksız rekabeti engellemektedir. Bunlar arasında gabn-ı fâhiş ve ihtikar yasağı ile iç piyasaya mal arzı sağlamak sayılabilir.

1.      Gabn-ı Fahiş Yasağı

İslâm hukukunda gabn-i fahiş yasağı, haksız rekabetin de önüne geçen bir düzenlemedir. Bir fıkıh terimi olarak gabn, alışveriş, kiralama, şirket, sulh gibi iki tarafa karşılıklı borç yükleyen akitlerde iki bedel arasındaki değer farklılık ve dengesizliğini ifade eder. Buna göre alışverişte bir malın normal piyasa değerinin altında veya üstünde satılması gabn olarak adlandırılır. Akitlerin kuruluşunda ve yürürlüğünde, tarafların rızalarının bulunması kadar, bu rızanın sıhhati de önem taşımaktadır. Bu sebeple, hata, galat, hile ve ikrah hallerinde rıza sakat ve arızalı olarak bulunduğu için, bunlara irade ayıpları denilmiştir. Bunların yanında iki taraflı akitlerde bedeller arasında değer bakımından makul bir denkliğin bulunmaması da rızayı sakatlayan etken olarak kabul edilmiştir.[311]

Gabnin hukukî sonuçlarının belirlenmesinde, gabnin kaynağı, ağırlığı ve yol açtığı olumsuzluklar dikkate alınmıştır. İslâm hukukçuları, alışverişte makul ölçüler içinde aldatma ve aldanmayı kabul etmekle birlikte, müşterinin rağbeti, ihtiyacı veya bilgisizliğinden yararlanarak yüksek fiyatla satışı hoş karşılamamıştır. Bu nedenle gabn-i yesir ve gabn-i fahiş olmak üzere gabnı ikiye ayırmışlardır. Gabn-i yesir, basit ve önemsiz gabn anlamına gelmekte olup, bedelde önemsiz sayılabilecek, ekseriya vuku bulabilen eksiklik veya fazlalıktır. Bu nedenle kaçınılması mümkün olmadığı varsayılır ve tabiî karşılanır. Gabn-i fahiş ise, bedeldeki aşırı ve belirgin fazlalık veya eksikliktir. Değer ile fiyat arasındaki farklılık aşırı olduğu için bundan kaçınmak mümkündür. Bu nedenle, olağandışı sayılarak, maruz kalan tarafın rızası dışında gerçekleştiği kabul edilir. Bir akitte vuku bulan gabnin, fahiş olup olmadığını belirlemede örf ve adet ölçü alınır. Buna göre, bilirkişilerin belirledikleri değişik değerlerin alt ve üst sınırını aşan fiyatlar gabn-i fahiş; ikisi arasında kalanlar ise gabn-i yesir olarak adlandırılır. Bir akitte gabn-i fahiş var ise, gabnin rızayı sakatlayan bir sebepten kaynaklanıp kaynaklanmadığına bakılır. Bir kimse kendi iradesiyle, bilerek ve farkında olarak gabin sayılacak bir bedelle akdi kurmuş ise, bu gabin sebebiyle kendisine fesih hakkı tanınmaz. Ancak kişinin bilgisizliği ve dikkatsizliği sebebiyle aşırı gabne maruz kalmışsa, aldatma söz konusu ise, zarara uğrayan tarafın akdi feshetme hakkı vardır.[312]

Buna göre ticari hile ve dürüstlük kurallarına aykırı haksız rekabet türlerinde, mağdurun akdi feshetme hakkı bulunmaktadır. Haksız rekabet mağduru kişiler, ihtiyaç veya bilgisizlikleri istismar edilerek aldatılmış ise muhayyerdirler; dilerlerse tek taraflı irade beyanı ile akdi feshedebilirler.

2.      İhtikâr

İslâm hukukunda haksız rekabetin önüne geçen düzenlemelerden bir diğeri de ihtikardır. İhtikâr Türkçede karaborsacılık, stokçuluk, tekelcilik anlamında bir fıkıh terimi olup; fıkıhta halkın ihtiyaç duyduğu malları toplayıp, fiyatının yükselmesi için piyasaya arz etmeyip saklamak demektir. İhtikâr yapan kişiye muhtekir denir. İhtikâr, malı stok ederek talebi artırmak suretiyle malın pahalanmasına sebep olmak ve fiyatlar yükselince malı satarak aşırı ve haksız kazanç elde etmektir.[313]

Karaborsacılık topluma zarar veren haksız kazanç olduğu için bütün dinlerde ve hukuk düzenlerinde yasaklanmıştır. İslâm dininde de ihtikâr kesin bir şekilde yasaklanmıştır. Bu yasağı çiğneyen kişiler, günahkar asilerden olur. Rasûlullâh (s.a.s), “Ancak günahkar kişiler karaborsacılık yapar” buyurmuştur.[314] Bunun için Hz. Peygamber (s.a.s); “Uzak yerden mal getirip piyasaya süren rızıklanmış, karaborsacı ise lânetlenmiştir[315]; “Kırk gün insanların temel gıdalarını stoklayıp pazara sunmayan kişiler Allâh’tan, Allâh da onlardan uzaktır.[316] buyurur. Karaborsacılar, kendi menfaati için insanları sıkıntıya sokan, içinde yaşadığı topluma haksızlık eden, onları sömüren zalimlerdir. Toplumun sıkıntılı anlarında, halkın ihtiyaç duyduğu maddeler üzerinde karaborsacılık yaparak vurgun vurmak isteyen; mutluluğunu insanların sıkıntısında arayan karaborsacının karanlık ruhi yapısını Hz. Peygamber şöyle açıklar: “Karaborsacı ne kötü insandır! Allâh Teâlâ fiyatları ucuzlatırsa üzülür; fiyatlar yükseldiğinde ise sevinir.[317] Dürüstlük ve ahlâkî değerlerle bağdaşmayan, din kardeşliği anlayışına ters düşen karaborsacılık, Müslüman’a asla yakışmayan çirkin bir iş ve kötü bir davranıştır. Bu davranış Allâh’a ve topluma karşı işlenen o derece büyük bir suçtur ki, ihtikar yapan kişi, stokladığı malı ve bundan kazandığı paranın tamamını keffâret olarak dağıtsa, işlediği günahını karşılamaz.[318]

İhtikâr Mâlikîler, Hanbelîler ve Şâfiîlerin çoğunluğuna göre haram; Hanefîlere göre ise tahrimen mekruhtur. İhtikar yapıldığı yetkili makama intikal edince, öncelikle ihtikar yapan kişiye stokçuluktan vazgeçmesi ve malı piyasaya arz etmesi ihtar edilir. Muhtekirin ihtar edilmesine rağmen karaborsacılık yapmaya devam etmesi ve ihtikârın topluma zarar vermesi durumunda, hapis, celde, teşhir gibi cezalarla malı piyasa fiyatından satmaya zorlanır. Bu konuda İslâm bilginleri görüş birliği içindedir. Fakat ihtikar yapan kişinin stokladığı malı satmamakta direnmesi durumunda malın müsadere edilerek satılıp satılamayacağı konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’ye göre, ihtikâr yapan kişi hapis ile malını satmaya zorlansa da malı müsadere edilerek satılamaz; malını satıncaya kadar hapsedilir. İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ise, muhtekir istiflediği malı satmamakta ısrar ederse, mal müsadere edilerek piyasa fiyatından satılır.[319]

İhtikârı, dolayısıyla haksız rekabeti önleyen müeyyidelerden biri de fiyatlara narh koymaktır. Narh, resmî makamların pazara müdahale ederek, mallar için azami ve asgari fiyat sınırları belirlemesi anlamına gelmektedir.[320] İslâm’da, prensip olarak alış-verişlerin karşılıklı rızaya dayandığı ve kimsenin razı olmayacağı bir akde zorlanamayacağı kabul edilmiştir. Medine’de fiyatlar yükselince halk Hz. Peygamber’e müracaat ederek fiyatlara narh koymasını istemiş, fakat Rasûlullah (s.a.s) buna yanaşmamış ve onlara, “Fiyatları koyan Allah’tır. Rızkı veren, artırıp eksilten de O’dur. Ben ise, Allâh’a kavuştuğumda, hiç kimsenin benden kan ve mal hususunda hak talebinde bulunmasını istemiyorum.” şeklinde cevap vermiştir.[321] Fakat İslâm bilginlerince, tüccarın haklarını kötüye kullanarak fiyatları fahiş ölçüde yükseltip de halkın zarar görmesi halinde, fiyatlara narh konulabileceği kabul edilmiştir. Hanefîler ve Mâlikîlere göre, tâcirler haddi aşarak fiyatları fahiş bir şekilde artırdıklarında, insanların zarara uğramasını önlemek amacıyla, bu konudaki uzmanların görüşleri alındıktan sonra narh konulabilir.[322]

İslâm hukukunda ihtikâr konusunda yapılan bu düzenlemeler, aynı zamanda yoğunlaşma ve tekel oluşturma şeklindeki haksız rekabeti de önlemektedir. Karaborsacılığın, stokçuluğun yasaklanması yoğunlaşma ve tekel oluşturma şeklindeki haksız rekabete engel olacaktır. Çünkü stokçuluğun yasaklanması ve fiyatlara narh konulması durumunda, fiyatların belirlenmesinde tekel oluşturmanın anlamı kalmamaktadır.

3.      İç Piyasaya Mal Arzını Artırmak

Piyasaların sağlıklı bir şekilde işlemesini sağlamak ve karaborsa ve tekeli önlemek amacıyla alınan tedbirlerden biri de devlet imkânları kullanılarak iç piyasaya mal arzını sağlamaktır. Hz. Peygamber (s.a.s) dışarıdan mal getirenleri övmüş, insanları buna teşvik ederek, “Dışarıdan mal getirip piyasaya arz eden rızıklanır, karaborsacı ise Allâh’ın rahmetinden uzaktır” buyurmuştur.[323] Hz. Ömer (r.a.) de piyasaya arz etmek üzere dışarıdan mal getiren kişileri “Ömer’in misafiri” diyerek taltif etmiş, yaz-kış diledikleri gibi pazarda satış yapabileceklerini söyleyerek onlara kolaylık sağlamıştır. Buna karşılık, malı piyasaya arz etmeyip stokçuluk yapanları ise ikaz etmiştir.[324] Ve yine o, insanların ihtiyacı olduğunda, toplanan verginin o bölgedeki insanların ihtiyacını karşılamak üzere harcanmasını emretmiş, başka bölgelere nakledilmesine müsaade etmemiştir.[325] Böylece o, bölgede mal arzının artmasını sağlamıştır. Aynı şekilde, şiddetli kıtlık sebebiyle talebin artması üzerine Mısır valisi Amr b. Âs’a bir yazı göndererek Hicaz bölgesine mal sevkini sağlamıştır. Ayrıca Mısır’dan Medine’ye mal akışını sağlamak amacıyla Nil ile Kızıldeniz arasında kanal açtırmıştır.[326]

 

 

[1] TTK, Madde: 3/1.

[2] FTK, Madde: 6-8; YTK, Madde: 8-12; Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 48.

[3] Âşûr, el-Kânûnu’t-Ticârî, 12; Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 32-33; Cerrâde, el-Vecîz, 25.

[4] Cerrâde, el-Vecîz, 25; Âşûr, el-Kânûnu’t-Ticârî, 13.

[5] Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 33; Âşûr, el-Kânûnu’t-Ticârî, 12.

[6] Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 34; Âşûr, el-Kânûnu’t-Ticârî, 13; Cerrâde, el-Vecîz, 27; Damra, Mukarraru’l-Kânûni’t-Ticârî, 7-8.

[7] Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 34-35; Âşûr, el-Kânûnu’t-Ticârî, 13; Cerrâde, el-Vecîz, 27; Damra, Mukarraru’l-Kânûni’t-Ticârî, 7-8.

[8] Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 35; Âşûr, el-Kânûnu’t-Ticârî, 13-14; Cerrâde, el-Vecîz, 28; Damra, Mukarraru’l-Kânûni’t-Ticârî, 8.

[9] Âşûr, el-Kânûnu’t-Ticârî, 13.

[10] Cerrâde, el-Vecîz, 28; Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 36.

[11] Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 36; Cerrâde, el-Vecîz, 30.

[12] Cerrâde, el-Vecîz, 30.

[13] Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 37.

[14] Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 37.

[15] FTK, Madde: 6-7; YTK, Madde: 9-12; el-Cebr, el-Kânûnu’t-Ticâri’s-Su‘ûdî, 48 vd.; Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 29-32.

[16] Bahti̇yar, Ticaret Hukuku, 18; Cağatay Dal, Ticari İş Kavramı ve Sonuçları (Konya: Selçuk Üniversitesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2007), 6-8; Kürşat Göktürk, “Ticari İş Kavramı, Sınırlandırılması ve Faiz Meselesi”, (2015), 13-16; Emrullah Özübek, Ticari İş ve Sonuçları (Konya: Selçuk Üniversitesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2013), 11-16; Durgut, Ticaret Hukuku, 23; Cengiz, Ticaret Hukuku, 34-35.

[17] Özübek, Ticari İş ve Sonuçları, 16-21; Göktürk, “Ticari İş Kavramı, Sınırlandırılması ve Faiz Meselesi”, 16-17; Dal, Ticari İş Kavramı ve Sonuçları, 8-12; Bahti̇yar, Ticaret Hukuku, 18; Cengiz, Ticaret Hukuku, 35; Durgut, Ticaret Hukuku, 23-25.

[18] Bahti̇yar, Ticaret Hukuku, 18,; Durgut, Ticaret Hukuku, 25-26, 91; Özübek, Ticari İş ve Sonuçları, 22 vd.; Göktürk, “Ticari İş Kavramı, Sınırlandırılması ve Faiz Meselesi”, 17 vd.; Dal, Ticari İş Kavramı ve Sonuçları, 12 vd.

[19] Özübek, Ticari İş ve Sonuçları, 35-36; Göktürk, “Ticari İş Kavramı, Sınırlandırılması ve Faiz Meselesi”, 26-28; Dal, Ticari İş Kavramı ve Sonuçları, 17-19; Bahti̇yar, Ticaret Hukuku, 19; Cengiz, Ticaret Hukuku, 36; Durgut, Ticaret Hukuku, 26.

[20] Salim Bozkurt, Ticari Davalar (Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2015), 4.

[21] Demi̇rci̇, Osmanlı’da Ticaret Mahkemeleri, 11-12.

[22] Karaman, “Fıkıh”, 13/12; Aydın, “Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye”, 28/231; Demi̇rci̇, Osmanlı’da Ticaret Mahkemeleri, 15, 38-39, 78; Bozkurt, Ticari Davalar, 7; İnan, “Kaanunname-i Ticarete Göre Protestolar”, 829; Demi̇rci̇, Osmanlı’da Ticaret Mahkemeleri, 13-15; Ercimet Sariay, “Tanzimat Sonrası Kanunlaştırma Çalışmalarının Kaynakları ve Metodolojisi”, Bayterek Uluslar arası Akademik Araştırmalar Dergisi 2/1 (30 Haziran 2019), 28.

[23] Bozkurt, Ticari Davalar, 4; Dal, Ticari İş Kavramı ve Sonuçları, 98-101; el-Cebr, el-Kânûnu’t-Ticâri’s-Su‘ûdî, 37; Damra, Mukarraru’l-Kânûni’t-Ticârî, 11.

[24] Cerrâde, el-Vecîz, 31; Fudayl, el-Kânûnu’t-Ticâi’l-Cezâirî, 49.

[25] Zeynüddîn b. İbrâhîm b. Muhammed İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir alâ Mezhebi Ebî Hanîfete’n-Nu’mân (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1999), 183; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, 2/462; Ali Bardakoğlu, “İsbat”, DİA (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2000), 22/492-493; Vezâratü’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslamiyye, el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyye, 1/234.

[26] Bardakoğlu, “İsbat”, 22/492-493; Vezâratü’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslamiyye, el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyye, 1/233-234; Feyza Tenger, İslâm Hukukunda Hakimin Takdir Yetkisi Bağlamında Kendi Bilgisiyle Hüküm Vermesi (Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2006), 22-23; M. Fatih Turan, “İslam Ceza Hukukunda Cinayet Davalarında Zayıf Delil ‘Levs’”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 31 (30 Haziran 2009), 173.

[27] İbn Ferhûn, Tebsıratu’l-Hukkâm, 1/172; Tenger, Hakimin Kendi Bilgisiyle Hüküm Vermesi, 23; Ömer Tozal, “İslam Muhâkeme Hukukunda Beyyine (İbn Kayyim Örneği)”, İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 8/2 (27 Aralık 2017), 355; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1985, 6/777-784.

[28] ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1985, 6/777-784.

[29] TDK, “teselsül”, Güncel Türkçe Sözlük, https://sozluk.gov.tr/ (e.t. 03.07.2021); Bahti̇yar, Ticaret Hukuku, 19.

[30] Cerrâde, el-Vecîz, 33.

[31] Bk. TBK, Madde: 162.

[32] Ali Haydar, Düreru’l-Hukkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, çev. Fehmî el-Hüseynî (Beyrut: Dâru Âlemi’l-Kütüb, 2003), 1/797.

[33] TTK, Madde: 7; el-Cebr, el-Kânûnu’t-Ticâri’s-Su‘ûdî, 45-46; Fudayl, el-Kânûnu’t-Ticâi’l-Cezâirî, 54,; Cerrâde, el-Vecîz, 33; Damra, Mukarraru’l-Kânûni’t-Ticârî, 10; Âşûr, el-Kânûnu’t-Ticârî, 14.

[34] Bk. TBK, Madde: 581.

[35] Bk. TBK, Madde: 585.

[36] el-Merginânî, el-Hidâye, 3/87 vd.; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 4/148 vd.; Ömer b. İbrâhîm Sirâcüddîn İbn Nüceym, en-Nehrü’l-Fâik Şerhu Kenzi’d-Dekâik (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2002), 542 vd.; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 6/341 vd.; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, 7/553 vd.; H. Yunus Apaydın, “Kefâlet”, DİA (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2002), 25/168-177.

[37] TTK, Madde: 724.

[38] Kambiyo senetleri, “Kıymetli Evrak” bölümünde ele alınacaktır.

[39] el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/3; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 171; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 410 vd.; Sirâcüddîn İbn Nüceym, en-Nehrü’l-Fâik, 585; el-Meydânî, el-Lübâb, 2/160.

[40] el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/181; Muzafferüddîn Ahmed b. Ali b. Sa’leb İbnü’s-Sâ’âtî, Mecma’u’l-Bahreyn ve Mülteka’n-Neyyireyn fi’l-Fıkhi’l-Hanefî (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2005), 442.

[41] Bakara 2/280.

[42]  Müslim, “Müsâkât”, 28; İbn Mâce, “Sadakât”, 14.

[43] Müslim, “Müsâkât”, 26, 27, 32; Tirmizî, “Buyû’”, 67; İbn Mâce, “Sadakât”, 14.

[44] Müslim, “Zühd”, 74; Tirmizî, “Buyû’”, 67; İbn Mâce, “Sadakât”, 14; Dârimî, “Buyû’”, 50.

[45] el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 7/173; el-Merginânî, el-Hidâye, 3/104-105; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/90; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 4/181; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1985, 5/463-465.

[46] el-Cebr, el-Kânûnu’t-Ticâri’s-Su‘ûdî, 46-47; Fudayl, el-Kânûnu’t-Ticâi’l-Cezâirî, 53; Cerrâde, el-Vecîz, 34; Âşûr, el-Kânûnu’t-Ticârî, 17; Damra, Mukarraru’l-Kânûni’t-Ticârî, 10.

[47] el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/90; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 4/180; el-Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtâr, 468; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, 8/62.

[48] Dal, Ticari İş Kavramı ve Sonuçları, 35-64; Durgut, Ticaret Hukuku, 28-31; Bahti̇yar, Ticaret Hukuku, 20-21; Cengiz, Ticaret Hukuku, 37-44; Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 40-42; Fudayl, el-Kânûnu’t-Ticâi’l-Cezâirî, 55-56; Cerrâde, el-Vecîz, 34-35; Âşûr, el-Kânûnu’t-Ticârî, 15.

[49] Fudayl, el-Kânûnu’t-Ticâi’l-Cezâirî, 55-56; el-Cebr, el-Kânûnu’t-Ticâri’s-Su‘ûdî, 37-47; Damra, Mukarraru’l-Kânûni’t-Ticârî, 9-11.

[50] Bk. Bakara, 2/275-278; Âl-i İmrân, 3/130; Buhârî, “Buyû’”, 54, 74, 76; Müslim, “Müsâkât”, 82; Tirmizî, “Buyû’”, 2; Ebû Dâvûd, “Buyû’”, 4, 12; İbn Mâce, “Ticârât”, 58; Nesâî, “Ziynet”, 25.

[51] Bk. Bakara, 2/275-278; Âl-i İmrân, 3/130.

[52] “Buyû’”, 1965; Ebu Abdillah Muhammed b. Nasr b. el-Haccâc Mervezî, es-Sünnet li’l-Mervezî (Beyrut: Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiyye, 1408), 54.

[53] Âl-i İmrân, 3/130.

[54] Müslim, “Hacc”, 147; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 57; İbn Mâce, “Menâsik”, 76, 84; Dârimî, “Menâsik”, 34.

[55] Buhârî, “Buyû’”, 79; Nesâî, “Buyû’”, 50; İbn Mâce, “Ticârât”, 49; Dârimî, “Buyu’”, 42.

[56] Müslim, “Müsâkât”, 75-82.

[57] Buhârî, “Büyû’”, 54, 74, 76; Ebû Dâvûd, “Büyû’”, 12.

[58] es-Serahsî, el-Mebsût, 12/109; el-Merginânî, el-Hidâye, 3/61; Bâbertî, İnâye, 7/3; İsmail Özsoy, “Faiz”, DİA (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1995), 12/110.

[59] es-Serahsî, el-Mebsût, 12/113; el-Merginânî, el-Hidâye, 3/61-62; İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 7/4-5; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 4/85; Muvaffakuddîn İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/133-135; Merdâvî, el-İnsâf; Merdâvî, el-İnsâf, 5/13-14.

[60] eş-Şâfiî, el-Ümm, 4/44-46; Ebû Zekeriyyâ Muhyiddîn b. Şeref en-Nevevî, Kitâbu’l-Mecmû’ Şerhu’l-Mühezzeb li’ş-Şîrâzî (Cidde: Mektebetü’l-İrşâd, ty.), 9/490, 496; eş-Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, 2/34.

[61] İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, 2/129-133.

[62] Ebû Muhammed Alî b. Ahmed b. Saîd İbn Hazm, el-Muhallâ (Mısır: İdâretü’t-Tabâati’l-Münîrîyye, 1347), 8/467-468.

[63] Müslim, “Müsâkât”, 105, 106; Tirmizî, “Buyû’”, 2; Ebû Dâvûd, “Buyû’”, 4; İbn Mâce, “Ticârât”, 58.

[64] Etem Hakan Ergeç, “Para Politikasının Yürütülmesi ve Para Politikası Araçları”, Para Politikası (Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2019), 89-97; Fatma İdil Baktemur, “Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Enflasyon ve Faiz Oranları Arasındaki Nedensellik İlişkisi”, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 29/3 (26 Ekim 2020), 150.

[65] Yaşar Uysal, “Türkiye’de Enflasyon: Sektörel Kaynakları ve İç Ticaret Hadleri”, Finans Politik & Ekonomik Yorumlar 44/508 (2007), 27; Baktemur, “Enflasyon ve Faiz Oranları Arasındaki Nedensellik”, 150; Ayşe Nur Destebaşi, “Enflasyon ve Faiz İlişkisi Üzerine İslamiyet Açısından Bir Değerlendirme”, Enderun 2/1 (09 Mayıs 2018), 33.

[66] Uysal, “Türkiye’de Enflasyon”, 27; Baktemur, “Enflasyon ve Faiz Oranları Arasındaki Nedensellik”, 151.

[67] İbn Mâce, “Ticârât”, 58; Ebû Saîd el-Heysem b. Küleyb b. Süreyc b. Ma’kil eş-Şâşî el-Binkesî eş-Şâşî, el-Müsnedü li’ş-Şâşî (Medine: Mektebetü’l-Ulûmi ve’l-Hükm, 1410), 2/239; Celâlüddin b. Ebî Bekr es-Süyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr fî Ehâdisi’l-Beşîri’n-Nezîr (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2004), 477.

[68] Bakara 2/276.

[69] Recep Özdirek, “Vade Farkı”, DİA (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2012), 42/416; Özübek, Ticari İş ve Sonuçları, 76.

[70] Özübek, Ticari İş ve Sonuçları, 77-79.

[71] Yargıtay “Karar İçeriği 19. Hukuk Dairesi 2016/17725 E. ,  2018/2299 K. İçtihat Metni”, https://karararama.yargitay.gov.tr/YargitayBilgiBankasiIstemciWeb/ (e.t. 24.07.2021). Aynı şekilde 15. Hukuk Dairesinin 2009/6128 E., 2009/6805 K. ve 2013/3943 E.,  2013/5537 K. sayılı, 19. Hukuk Dairesinin 2016/17725 E.,  2018/2299 K. Sayılı ve 11. Hukuk Dairesinin 2020/2517 E.,  2020/4051 K. sayılı kararlarında da vade farkının faiz olmadığı belirtilmektedir.

[72] Bakara 2/282.

[73] Bk.  Buhârî, “Buyû’”, 14; “Selem”, 6; “İstikrâz”, 1; Müslim, “Müsâkât”, 124-126.

[74] Bk. Buhârî, “Selem”, 2-3, 6-7; Müslim, “Müsâkât”, 127; Tirmizî, “Buyû’”, 70; Ebû Dâvûd, “İcâre”, 21; İbn Mâce, “Ticârât”, 59, 63; Nesâî, “Buyû’”, 70.

[75] Bedrüddîn Ebu Muhammed Mahmûd b. Ahmed el-Aynî, Umdetü’l-Kâri Şerhu Sahihi’l-Buhârî (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2001), 11/261; Ebu’l-Abbâs Şihâbuddîn Ahmed b. Muhammed b. Ebî Bekir b. Abdilmelik el-Kastallânî, İrşâdü’s-Sârî li-Şerhi Sahîhi’l-Buhârî (Mısır: el-Matbaatu’l-Kübrâ’l-Emîriyye, 1323), 4/18, 296; Ebu Yahyâ Zekeriyyâ el-Ensârî, Menhatü’l-Bârî bi-Şerhi Sahîhi’l-Buhârî (Tuhfetü’l-Bârî) (Riyad: Mektebetü’r-Rüşd Nâşirûn, 2005), 4/500.

[76] Tirmizî, “Buyû’”, 18; Nesâî, “Buyû’”, 72; Ahmed, Müsned, 11/203, 516, 15/358, 16/134.

[77] İbn Hazm, el-Muhallâ, 9/15; Ebu’l-Hasan Nureddin Ali b. Muhammed Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 2002), 5/1938; Ebu’t-Tayyib Muhammed Şemsü’l-hak el-Azîm Âbâdî, Avnu’l-Ma’bûd Şerhu Süneni Ebî Dâvûd (Medine: el-Mektebetü’s-Selefiyye, 1969), 9/333; Şerefüddin el-Hüseyin b. Abdullah et-Tîbî, Şerhu’t-Tîbî alâ Mişkâti’l-Mesâbîh (el-Kâşifu an Hakâiki’s-Sünen) (Riyad: Mektebetü Nezâr Mustafâ el-Bâz, 1997), 7/2154.

[78] Muhammed b. Ali b. Muhammed eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr Şerhu Münteka’l-Ahbâr men Ehâdîsi Seyyidi’l-Ahyâr (Mısır: Şeriketü Mektebeti ve Matba’ati Mustafa el-Bâbî el-Halebî ve Evlâduhu, ts.), 5/172; Ebu Süleymân Hamd b. Muhammed el-Hattâbî, Me’âlimü’s-Sünen (Haleb: Matbaatu Muhammed Râğıb et-Tabbâh el-İlmiyye, 1933), 3/123; el-Hüseyn b. Mes’ûd el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne (Beyrut: el-Mektebü’l-İslâmî, 1983), 8/143; el-Azîm Âbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, 9/332-333; Ebu’l-Alâ Muhammed Abdurrahman b. Abdirrahîm el-Mubârekfûrî, Tuhfetü’l-Ahvezî bi-Şerhi Câmi’i’t-Tirmizî (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts.), 4/427-429; Muhammed b. İsmâîl es-San’ânî, Sübülü’s-Selâm Şerhu Bulûği’l-Merâm (Riyad: Mektebetü’l-Meârif li’n-Neşri ve’t-Tevzî’, 2006), 3/33-34.

[79] Hayrettin Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri (İstanbul: Nesil Yayınları, 1993), 1/312-314; Özdirek, “Vade Farkı”, 42/417.

[80] es-Serahsî, el-Mebsût, 13/8; İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 6/410; eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 5/172; Muvaffakuddîn İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/290; el-Buhûtî, Keşşâfu’l-Kınâ’, 2/482. Konuyla ilgili topluca bilgi için bk. ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1997, 5/3461-3462; Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, 1/291-329.

[81] Mecma’u’l-Fıkhi’l-İslâmî, Mecelletü Mecma’i’l-Fıkhi’l-İslâmî (Cidde: İKÖ Mecma’u’l-Fıkhi’l-İslâmî, 1990), 6/1/447.

[82] Buhârî, “Buyû’”, 16; Ahmed, Müsned, 23/26.

[83] Hüseyin Altaş, “Munzam Zararda İspat Sorunu”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 50/1 (01 Şubat 2001), 121; Emin Zeytinoğlu, “Para Borçlarında Temerrüt Hallerinde Munzam Zarar”, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 4/8 (Şubat 2005), 254; Özübek, Ticari İş ve Sonuçları, 80-81.

[84] TBK, Madde: 122; Özübek, Ticari İş ve Sonuçları, 80-81.

[85] Bakara, 2/280. Ayrıca bk. el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 7/173; el-Merginânî, el-Hidâye, 3/104-105; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/90; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 4/181; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1985, 5/463-465.

[86] Buhârî, “Havâlât”, 1, 2, “İstikrâz ve Edâ’u’d-Duyûn” 12; Müslim, “Müsâkât”, 33; Tirmizî, “Buyû’”, 68; Ebû Dâvûd, “Buyû’”, 10; Nesâî, “Buyû’”, 101; İbn Mâce, “Sadakât”, 18.

[87] Buhârî, “İstikrâz ve Edâ’u’d-Duyûn”, 13; Ebû Dâvûd, “Ekdiye”, 29; Nesâî, “Buyû’”, 100; İbn Mâce, “Sadakât”, 18.

[88] el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 7/173; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1997, 6/4516-4521; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, 2/534-535.

[89] Yılmaz Kılıçaslan – Ethem Esen (ed.), İktisada Giriş (Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2019), 189; Bülent Günsoy, “Makro İktisadın Genel İlkeleri”, İktisada Giriş II (Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2020), 29; Sevilay Küçüksakarya, “İşsizlik ve Enflasyon”, İktisada Giriş II, ed. Bülent Günsoy (Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2020), 143.

[90] Küçüksakarya, “İşsizlik ve Enflasyon”, 143.

[91] es-Serahsî, el-Mebsût, 14/30; el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 5/242; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 6/338; Şihâbuddîn Ahmed eş-Şelebî, Hâşiyetü Tebyîni’l-Hakâik Şerhi Kenzi’d-Dekâik (Bolak: Matbaatu’l-Kübrâ’l-Emîriyye, 1310), 4/143; Şemsüddîn Ebû Abdillâh Muhammed b. Muhammed b. Abdirrahman et-Tarablisî el-Mağribî el-Hattâb er-Ruaynî, Mevahibü’l-Celîl li-Şerhi Muhtasari Halîl (Dâru Âlemi’l-Kütüb, ts.), 6/188; Muhammed Kadri Paşa, Mürşidü’l-Hayrân ilâ Ma’rifeti Ahvâli’l-İnsân (Bolak: el-Matbaatu’l-Kübrâ’l-Emîriyye, 1891), 114; Muhammed Emîn İbn Âbidîn, “Tenbîhü’r-Rukûd”, Mecmû’atu Resâili İbn Âbidîn (Beyrut: İhyâu Turâsi’l-Arabî, ty.), 2/2/58-60.

[92] İbn Mâze, el-Muhîtu’l-Burhânî, 6/306; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 6/338; Sirâcüddîn İbn Nüceym, en-Nehrü’l-Fâik, 3/540; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 3/106; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, 7/55; İbn Âbidîn, “Tenbîhü’r-Rukûd”, 2/2/58-60; Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, ???

[93] Bilge Kağan Özdemir, “Para ve Ödemeler Sistemi”, Para Teorisi, ed. Sevgi Gerek (Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2018), 32; Ümit Yıldız, “Kripto Para Olgusu ve Finansal Piyasalar”, Ekonominin Güncel Sorunları, ed. Güler Günsoy (Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2020), 61.

[94] Bakara, 2/279.

[95] Ahmed, Müsned, 5/55, 37/438; İbn Mâce, “Ahkâm”, 17.

[96] el-Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtâr, 429; el-Cezîrî, el-Mezâhibu’l-Erbe’a, 2/304; eş-Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, 2/364.

[97] Bk. Ahmed, Müsned, 5/55, 37/438; İbn Mâce, “Ahkâm”, 17.

[98] Bk. Bakara, 2/188; Nisa, 4/29.

[99] Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd Hâfizu’d-dîn en-Nesefî, Kenzü’d-Dekâik (Beyrut: Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, 2011), 409; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 4/14; Sirâcüddîn İbn Nüceym, en-Nehrü’l-Fâik, 3/361; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 5/511-512; el-Büceyrimî, Hâşiyetü’l-Büceyrimî, 7/364; el-Buhûtî, Keşşâfu’l-Kınâ’, 2/543.

[100] Ahmed, Müsned, 5/55, 37/438; İbn Mâce, “Ahkâm”, 17.

[101] İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, 72; es-Süyûtî es-Süyûtî Celâlüddin Abdurrahmân, el-Eşbâh ve’n-Nezâir fî Kavâidi ve Furû’i Fıkhi’ş-Şâfi’iyye (Mekke: Mektebetü Nezâr Mustafâ el-Bâz, 1997), 1/140; Tâcü’d-dîn Abdülvehhâb b. Ali İbn Abdilkâfî es-Sübkî, el-Eşbâh ve’n-Nezâir (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1991), 1/41; Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye, Madde: 30.

[102] İslâmî Finans Kuruluşları Muhasebe ve Denetim Örgütü AAOIFI, el-Me’âyîrü’ş-Şer’iyye en-Nassu’l-Kâmilu li’l-Me’âyiri’ş-Şer’iyyeti’lletî Temme İ’timâduhâ Hatta Safer 1439 h. – November 2017 (Bahreyn: Hey’etü’l-Muhâsebeti ve’l-Mürâcaati li’l-Müessesâti’l-Mâliyyeti’l-İslâmiyye, 2017), 94.

[103] es-Serahsî, el-Mebsût, 11/76-77; el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 7/145; el-Merginânî, el-Hidâye, 4/20; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 5/233-234; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 8/205-206; el-Bağdâdî, Mecma’u’d-Damânât, 1/313.

[104] Tâcüddîn Behrâm b. Abdillah b. Abdilaziz ed-Demîrî, Tahbîru’l-Muhtasar (Merkezü Necîbeveyh li’l-Mahtûtati ve Hidmeti’t-Turâs, 2013), 4/400; el-Maverdî, el-Hâvî, 7/160; eş-Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, 2/369; Ebu’l-Vefa Ali b. Akîl b. Muhammed b. Akîl İbn Akîlel-Bağdâdî, et-Tezkiratü fî’l-Fıkh alâ Mezhebi’l-İmâmi Ahmede b. Muhammed b. Hanbel (Riyad: Dâru İşbiliyye li’n-Neşri ve’t-Tevzî’, 2001), 154; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1997, 6/4794; Rahmi Yaran, İslam Hukukunda Borçlunun ve Alacaklının Temerrüdü (İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 1994), 136-137.

[105] Yaran, Borçlunun ve Alacaklının Temerrüdü, 143.

[106] Ali el-Hafîf, ed-Damân fi’l-Fıkhi’l-İslâmî (Kahire: Dâru’l-Fikri’l-Arabî, 2000), 17.

[107] Zekiyyüddîn Şa’bân, “Ta’liku Zekiyyüddîn Şa’bân alâ Mekâleti’z-Zerkâ: Hel Yukbelu Şer’an el-Hukmu ale’l-Medîni’l-Mumâtıli bi’t-Ta’vidi ale’d-Dâin”, Mecelletü Câmi’ati’l-Meliki Abdülazîz: El-İktisâdü’l-İslâmî 1/ (1989), 215-219.

[108] Nezîh Kemâl Hammâd, “el-Müeyyidâtü’ş-Şer’iyyetü li-Hamli’l-Medîni’l-Mumâtıli ale’l-Vefâi ve Butlânu’l-Hükmi bi’t-Ta’vîdi’l-Mâlî an Darari’l-Mumâtale” 3/1 (1985), 107-115.

[109] Abdülaziz Bayındır, Ticaret ve Faiz (İstanbul: Süleymaniye Vakfı Yayınları, 2007), 304-305.

[110] Ahmet Akman, İslam Hukuku’nda Akdî Mesuliyetten Doğan Tazminat (İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 1992), 34-38.

[111] Akman, İslam Hukuku’nda Akdî Mesuliyetten Doğan Tazminat, 34.

[112] Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, 2/430.

[113] Hayrettin Karaman, İş ve Ticaret İlmihali (İstanbul: İz Yayıncılık, 2012), 160.

[114] Mecma’u’l-Fıkhi’l-İslâmî, Mecelletü Mecma’i’l-Fıkhi’l-İslâmî, 1990, 6/1/448.

[115] Mecma’u’l-Fıkhi’l-İslâmî, Karârâtu’l-Mecma’i’l-Fıkhi’l-İslâmî bi-Mekkete’l-Mükerreme ed-Devrât: Mine’l-Ûlâ ila’s-Sâbi’ate aşrate el-Karârât: Mine’l-Ûlâ ile’s-Sânî Ba’de’l-Mie (Mekke: Rabıtatü’l-Âlemi’l-İslâmî, ts.), 266.

[116] Abdurrazzâk es-Senhûrî, Mesâdiru’l-Hak fi’l-Fıkhi’l-İslâmî Dirâsetün Mukâranetün bi’l-Fıkhi’l-Garbiyyi (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1997), 6/169-171.

[117] Karaman, İş ve Ticaret İlmihali, 160.

[118] Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, “Hel Yukbelu Şer’an el-Hukmu ale’l-Medîni’l-Mumâtıli bi’t-Ta’vidi ale’d-Dâin”, Mecelletü Ebhâsi’l-İktisâdi’l-İslâmî 2/2 (1985), 103-112.

[119] Sıddîk Muhammed el-Emîn ed-Darîr, “el-İttifâku alâ İlzâmi’l-Medîni’l-Mûsiri bi-Ta’vîdi Darari’l-Mumâtale”, Mecelletü Ebhâsi’l-İktisâdi’l-İslâmî 3/1 (1985), 117-119.

[120] Abdullah b. Süleymân İbn Menî’, “Matlu’l-Ganiyyi Zulmün Yuhillu Irdahu ve ’Ukûbetehu”, Mecelletü’l-Mecma’i’l-Fıkhi’l-İslâmî 2/2 (ts.), 93-107.

[121] Hamdi Döndüren, “İslâm’da Para-Kredi Faiz ve Enflasyon İlişkileri”, İslami Araştırmalar Dergisi 1/3 (1987), 68.

[122] ez-Zerkâ, “Hel Yukbelu Şer’an el-Hukmu ale’l-Medîni’l-Mumâtıli bi’t-Ta’vidi ale’d-Dâin”, 109.

[123] ez-Zerkâ, “Hel Yukbelu Şer’an el-Hukmu ale’l-Medîni’l-Mumâtıli bi’t-Ta’vidi ale’d-Dâin”, 106.

[124] ez-Zerkâ, “Hel Yukbelu Şer’an el-Hukmu ale’l-Medîni’l-Mumâtıli bi’t-Ta’vidi ale’d-Dâin”, 110.

[125] İbn Menî’, “Matlu’l-Ganiyyi Zulmün”, 105-107.

[126] ed-Darîr, “el-İttifâku alâ İlzâmi’l-Medîni’l-Mûsiri bi-Ta’vîdi Darari’l-Mumâtale”, 118.

[127] Yaran, Borçlunun ve Alacaklının Temerrüdü, 241-242.

[128] AAOIFI, el-Me’âyîrü’ş-Şer’iyye, 93-94.

[129] es-Serahsî, el-Mebsût, 12/109; el-Merginânî, el-Hidâye, 3/61; Bâbertî, İnâye, 7/3; Özsoy, “Faiz”, 12/110.

[130] Karaman, İş ve Ticaret İlmihali, 160.

[131] Buhârî, “Havâlât”, 1, 2, “İstikrâz ve Edâ’u’d-Duyûn” 12; Müslim, “Müsâkât”, 33; Tirmizî, “Buyû’”, 68; Ebû Dâvûd, “Buyû’”, 10; Nesâî, “Buyû’”, 101; İbn Mâce, “Sadakât”, 18.

[132] Buhârî, “İstikrâz ve Edâ’u’d-Duyûn”, 13; Ebû Dâvûd, “Ekdiye”, 29; Nesâî, “Buyû’”, 100; İbn Mâce, “Sadakât”, 18.

[133] Şeyhülislam Takiyyüddîn Ahmed b. Teymiyye el-Harrânî İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ (Mansûra: Dâru’l-Vefâ, 2005), 30/78-79.

[134] Mâlik, “Kırâd”, 2534, 4/992; Ali b. Ömer ed-Dârakutnî, Sünenü’d-Dârakutnî (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 2004), 4/23; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 1352, 6/110.

[135] Muvaffakuddîn İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/416.

[136] Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed er-Rab’î el-Lahmî, et-Tebsıra (Katar: Vezâretü’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, 2011), 8/3886; Ebû Abdillah Şemsüddîn Muhammed b. İbrâhîm b. Halîl et-Tetâî, Cevâhirü’d-Dürer fî Halli Elfâzi’l-Muhtasar (Beyrut: Dâru İbn Hazm, 2014), 6/269; Muhammed Ilîş, Şerhu Minahi’l-Celîl alâ Muhtasari’l-Allâme Halîl (Tarablus: Mektebetü’n-Necâh, ts.), 3/524.

[137] el-Maverdî, el-Hâvî, 7/336; Ebu’l-Mehâsin Abdülvâhid b. İsmâîl er-Rûyânî, Bahru’l-Mezheb fi Furû’i’l-Mezhebi’ş-Şâfiî (Dâru’l-İlmiyye, 2009), 7/74, 98.

[138] TTK, Madde: 6.

[139] Ahmet Kılınç, “Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye’ye Göre Zamanaşımı: Uygulamada Görülen Aksaklıklar ve Çözüm Önerileri”, Türkiye Adalet Akademisi Uluslar arası Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye Sempozyumu Tebliğleri (Bursa: Bursa Büyükşehir Belediyesi, 2021), 131; Abdüsselam Ari, “İslâm Hukukuna Göre Hukuk ve Ceza Davalarında Zamanaşımı”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 11 (18 Nisan 2012), 59-60; Davut Yaylalı, “İslam Hukukunda Zamanaşımı”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 4/1 (01 Ocak 1992), 157; Osman Kaşıkçı, “Zaman Aşımı”, DİA (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2013), 44/114.

[140] Kemal Oğuzman – Turgut Öz, Borçlar Hukuku Genel Hükümler (İstanbul: Filiz Kitabevi, 2000), 447-448; Ari, “İslâm Hukukuna Göre Hukuk ve Ceza Davalarında Zamanaşımı”, 62, 65; Yaylalı, “İslam Hukukunda Zamanaşımı”, 156; Kılınç, “Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye’ye Göre Zamanaşımı”, 135-136; Abdülkerim Ünalan, “İslam Hukukunda Zamanaşımı (Tekaddüm)”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi 12 (1999), 103-107.

[141] İbn Âbidînzâde, Tekmiletü Reddi’l-Muhtâr, 11/654.

[142] Ahmed b. Muhammed el-Hanefî el-Hamevî, Gamzu Uyûni’l-Besâir Şerhu Kitâbi’l-Eşbâhi ve’n-Nezâir (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1985), 2/337; et-Tûrî, Tekmiletü’l-Bahr, 7/386; İbn Âbidînzâde, Tekmiletü Reddi’l-Muhtâr, 11/653-654.

[143] el-Hamevî, Gamzu Uyûni’l-Besâir, 2/338; et-Tûrî, Tekmiletü’l-Bahr, 7/386-387; İbn Âbidînzâde, Tekmiletü Reddi’l-Muhtâr, 11/653.

[144] Mecelle, Madde: 1660.

[145] et-Tenûhî, el-Müdevvene, 4/50; Ebu Abdillâh Muhammed b. Yûsuf b. Ebi’l-Kâsım el-Abderî, et-Tâc ve’l-İklîl li-Muhtasari Halîl (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1398), 6/210; ed-Desûkî, Hâşiyetü’d-Desûkî, 4/234.

[146] et-Tetâî, Cevâhirü’d-Dürer, 7/380-382; el-Hattâb er-Ruaynî, Mevahibü’l-Celîl li-Şerhi Muhtasari Halîl, 8/125-127; el-Haraşî, Şerhu Muhtasari Sîdî Halîl, 7/244; Ebu’l-Berekât Ahmed b. Muhammed b. Ahmed ed-Derdîr, eş-Şerhü’s-Sağîr alâ Akrabi’l-Mesâliki ilâ Mezhebi’l-İmâmi Mâlik (Kahire: Dâru’l-Me’ârif, ts.), 4/323-325.

[147] Ahmed b. Muhammed es-Sâvî, Hâşiyetü’s-Sâvî ale’ş-Şerhi’s-Sağîr alâ Akrabi’l-Mesâliki ilâ Mezhebi’l-İmâmi Mâlik (Kahire: Dâru’l-Me’ârif, ts.), 4/325; Ebu Abdillah Muhammed Ilîş, Fethu’l-Aliyyi’l-Mâlik fi’l-Fetâvâ alâ Mezhebi’l-İmâmi Mâlik (Mısır: el-Mektebetü’t-Ticâriyyetü’l-Kübrâ, ts.), 2/273; Ilîş, Minahu’l-Celîl, 4/337; el-Hattâb er-Ruaynî, Mevahibü’l-Celîl li-Şerhi Muhtasari Halîl, 6/611, 612, 8/280, 287, 288.

[148] Mecelle, Madde: 1674.

[149] Buhârî, “İlim”, 9; “Hacc”, 131; “Megazî”, 72; Müslim, “Kasâme”, 29, 30; Tirmizî, “Tefsîrü’l-Kur’ân” 10; Ebû Dâvûd, “Menâsik” 58; İbn Mâce, “Menâsik” 76, 84.

[150] Nisâ, 4/29.

[151] Arı, “İslâm Hukukuna Göre Hukuk ve Ceza Davalarında Zamanaşımı”, 87-88.

[152] Buhârî, “Şehâdât”, 27; “Hiyel” 9; “Ahkâm”, 20; Müslim, “Ekdiye”, 4; Tirmizî, “Ahkâm”, 11; Ebû Dâvûd, “Ekdiye”, 7; Nesâî, “Âdâbu’l-Kudât”, 13; İbn Mâce, “Ahkâm”, 5.

[153] İbn Âbidînzâde, Tekmiletü Reddi’l-Muhtâr, 11/655.

[154] Durgut, Ticaret Hukuku, 23-26; Bahti̇yar, Ticaret Hukuku, 18-19.

[155] Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 45-46; el-Cebr, el-Kânûnu’t-Ticâri’s-Su‘ûdî, 55, 72, 85, 91; Damra, Mukarraru’l-Kânûni’t-Ticârî, 12-19.

[156] Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 45; el-Cebr, el-Kânûnu’t-Ticâri’s-Su‘ûdî, 55.

[157] Âşûr, el-Kânûnu’t-Ticârî, 24; Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 48; el-Cebr, el-Kânûnu’t-Ticâri’s-Su‘ûdî, 55; Damra, Mukarraru’l-Kânûni’t-Ticârî, 12; Fudayl, el-Kânûnu’t-Ticâi’l-Cezâirî, 63.

[158] er-Ruhaybânî, Metâlibu Üli’n-Nühâ, 2/96; Yûsuf Karadavî, Fıkhu’z-Zekât Dirâsetün Mukâranetün li-Ahkâmihâ ve Felsefetihâ fî Dav’i’l-Kur’âni ve’s-Sünnet (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1973), 1/327; Vezâratü’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslamiyye, “Urûd”, el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyye (Küveyt: Vezâretü’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, 1994), 30/66; et-Tüveycirî, Mevsû’atu’l-Fıkhi’l-İslâmî, 3/34.

[159] es-Serahsî, el-Mebsût, 2/198; el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 2/11-13; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 1/256-257; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, 3/186-187; el-Abderî, et-Tâc ve’l-İklîl, 2/303; Şemsüddîn Muhammed b. Muhammed el-Hatîb eş-Şirbînî, el-İknâ’ fî Halli Elfâzi Ebi’ş-Şucâ’ (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2004), 1/436; el-Maverdî, el-Hâvî, 3/296-299; Ebu Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme el-Makdisî Muvaffakuddîn İbn Kudâme, el-Mukni’ (“eş-Şerhu’l-Kebîr” ve “el-İnsâf” ile birlikte) (Cize: Hecr, 1993), 7/55-60; Şemsüddin Abdurrahman b. Ebu Ömer Muhammed b. Ahmed İbn Kudâme el-Makdisî Ebu’l-Ferec İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr (“el-Mukni’” ve “el-İnsâf” ile birlikte) (Cize: Hecr, 1993), 7/55-61; Alâuddîn Ebu’l-Hasen Ali b. Süleymân b. Ahmed el-Merdâvî, el-İnsâf fî Ma’rifeti’r-Râcihi mine’l-Hilâf (“el-Mukni’” ve “eş-Şerhu’l-Kebîr” ile birlikte) (Cize: Hecr, 1993), 7/55-61; Karadavî, Fıkhu’z-Zekât, 1/327.

[160] el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 2/11-13; Sirâcüddîn İbn Nüceym, en-Nehrü’l-Fâik, 1/417-418; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, 3/186-187.

[161] es-Serahsî, el-Mebsût, 2/198; el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 2/11-13; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 1/256-257; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, 3/186-187; el-Abderî, et-Tâc ve’l-İklîl, 2/303; eş-Şirbînî, el-İknâ’, 1/436; el-Maverdî, el-Hâvî, 3/296-299; Muvaffakuddîn İbn Kudâme, el-Mukni’, 7/55-60; Ebu’l-Ferec İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, 1993, 7/55-61; el-Merdâvî, el-İnsâf, 7/55-61; Karadavî, Fıkhu’z-Zekât, 1/327.

[162] el-Cebr, el-Kânûnu’t-Ticâri’s-Su‘ûdî, 72-74; Fudayl, el-Kânûnu’t-Ticâi’l-Cezâirî, 79-80; Âşûr, el-Kânûnu’t-Ticârî, 28-29; Damra, Mukarraru’l-Kânûni’t-Ticârî, 12.

[163] Fudayl, el-Kânûnu’t-Ticâi’l-Cezâirî, 109; Şevâyidiyye, Muhâdarât fi’l-Kânûni’t-Ticârî: Medhalun li’l-Kânûni’t-Ticârî, el-A’mâlu’t-Ticariyye, et-Tâcir, 35; Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 45.

[164] Damra, Mukarraru’l-Kânûni’t-Ticârî, 18-19; el-Cebr, el-Kânûnu’t-Ticâri’s-Su‘ûdî, 85-86; Fudayl, el-Kânûnu’t-Ticâi’l-Cezâirî, 97-98; Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 45-46; Şevâyidiyye, Muhâdarât fi’l-Kânûni’t-Ticârî: Medhalun li’l-Kânûni’t-Ticârî, el-A’mâlu’t-Ticariyye, et-Tâcir, 43.

[165] el-Cebr, el-Kânûnu’t-Ticâri’s-Su‘ûdî, 91-92; Fudayl, el-Kânûnu’t-Ticâi’l-Cezâirî, 121; Sâlih, el-Kânûnu’t-Ticârî, 46; Damra, Mukarraru’l-Kânûni’t-Ticârî, 19; Şevâyidiyye, Muhâdarât fi’l-Kânûni’t-Ticârî: Medhalun li’l-Kânûni’t-Ticârî, el-A’mâlu’t-Ticariyye, et-Tâcir, 49.

[166] TTK, 89; Bahti̇yar, Ticaret Hukuku, 77; Gürbüz Usluel, “Ticaret Hukuku”, 174; Durgut, Ticaret Hukuku, 30; Veliye Yanlı, “Ticaret Hukuku Ders Notları” (Erişim 05 Şubat 2022), 16-17; Milli Eğitim Bakanlığı, Ticaret Hukuku, 47; MTK, Madde: 361; FTK, Madde: 106; YTK, Madde: 367.

[167] TTK, Madde: 90, 92, 93; Bahti̇yar, Ticaret Hukuku, 77-78; Gürbüz Usluel, “Ticaret Hukuku”, 174; Yanlı, “Ticaret Hukuku Ders Notları”, 16-17.

[168] TTK, Madde: 90, 94, 97, 98; Bahti̇yar, Ticaret Hukuku, 78; Gürbüz Usluel, “Ticaret Hukuku”, 174; Yanlı, “Ticaret Hukuku Ders Notları”, 17; FTK, Madde: 112-114; YTK, Madde: 375, 377, 379, 380.

[169] Tirmizî, “Buyû’”, 73; Ebû Dâvûd, “Buyû’”, 51; İbn Mâce, “Ticârât”, 27.

[170] İbn Mâce, “Ticârât”, 6.

[171] TDK, “rekabet”, Güncel Türkçe Sözlük, https://sozluk.gov.tr/ (e.t. 23.09.2021)

[172] Rekabet Kurumu, “Rekabet Hukuku/Genel Bilgiler”, https://www.rekabet.gov.tr/tr/Sayfa/Rekabet-savunuculugu/rekabet-hukuku/genel-bilgiler, (e.t. 04.10.2021).

[173] SBA, “Rekabet”, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (İstanbul: Risale Yayınları, 1991), 3/310; Mehmet Ballı, “Türk Ticaret Kanunu’na Göre Haksız Rekabet Kavramı ve Unsurları”, Gümrük ve Ticaret Dergisi 5 (01 Ocak 2015), 63; Abdülmelik b. İbrâhîm b. Hamd et-Tüveycirî, Tecrîmü’l-Münâfeseti’t-Ticâriyyeti Gayri’l-Meşrû’ati Dirâsetün Te’sîliyyetin Tatbîkiyye (Riyad: Câmi’atu Nâyifi’l-Arabiyyeti li’l-Ulûmi’l-Emniyye Külliyyetü’d-Dirâsâti’l-Ulyâ, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2007), 15; Emel Ahmed Mahmûd el-Hâc Hasen, el-Münâfesetü’t-Ticâriyyetü fi’l-Fıkhi’l-İslâmî ve Eseruha ale’s-Sûk (Filistin: Câmi’atu’n-Necâhi’l-Vataniyye Külliyyetü’d-Dirâsâti’l-Ulyâ, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2012), 12.

[174] SBA, “Rekabet”, 3/310.

[175] Hamdi Pinar, “Rekabet Hukuku ile Haksız Rekabet Hukuku İlişkisi”, Rekabet Dergisi 58 (01 Haziran 2014), 63.

[176] Rekabet Kurumu, “Terimler Listesi/Tam Rekabet”, https://www.rekabet.gov.tr/tr/Sayfa/yayinlar/rekabet-terimleri-sozlugu/terimler-listesi?icerik=cb9175c8-71c7-42f3-b369-85ef49a712b9 (e.t. 06.10.2021)

[177] SBA, “Rekabet”, 3/311; el-Hâc Hasen, el-Münâfesetü’t-Ticâriyyetü fi’l-Fıkhi’l-İslâmî ve Eseruha ale’s-Sûk, 12.

[178] TTK, Madde: 54; Ballı, “Türk Ticaret Kanunu’na Göre Haksız Rekabet Kavramı ve Unsurları”, 65.

[179] Ballı, “Türk Ticaret Kanunu’na Göre Haksız Rekabet Kavramı ve Unsurları”, 65; Hâlid Ali Muhammed el-Ammâmî, Ahkâmu’l-Münâfeseti’t-Ticâriyyeti’l-Mu’âsırati fi’l-Fıkhi’l-İslâmî (Dirâsetün Vasfiyyetin Fıkhiyyetün Mukârane), 2020, 532; et-Tüveycirî, Tecrîmü’l-Münâfeseti’t-Ticâriyye, 16; el-Hâc Hasen, el-Münâfesetü’t-Ticâriyyetü fi’l-Fıkhi’l-İslâmî ve Eseruha ale’s-Sûk, 80.

[180] Bahti̇yar, Ticaret Hukuku, 46; et-Tüveycirî, Tecrîmü’l-Münâfeseti’t-Ticâriyye, 37-40; el-Ammâmî, Ahkâmu’l-Münâsefeti’t-Ticâriyye, 537.

[181] TTK, Madde: 55; Bahti̇yar, Ticaret Hukuku, 46-49; et-Tüveycirî, Tecrîmü’l-Münâfeseti’t-Ticâriyye, 43 vd.

[182] Mâlik, “Ekdiye”, 2171; İbn Mâce, “Ahkâm”, 17; Ahmed, Müsned, 5/55, 37/438.

[183] Abdüsselam Arı, “Fıkıh Açısından Sözleşmelerde Karşı Tarafı Yanıltma (Hile)”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 1 (16 Nisan 2012), 248; Bengi Sermet Sayın Korkmaz, “Roma Hukuku’nda Hile (Dolus) Kavramı”, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 7/2 (15 Temmuz 2017), 426.

[184] Muhammed Mustafa Şelebî, el-Medhal fi’t-Ta’rîfi bi’l-Fıkhi’l-İslâmî ve Kavâ’idi’l-Milkiyyeti ve’l-Ukûdi fîh (İskenderiye: Matbaatu Dâri’t-Te’lîf, 1962), 533.

[185] Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, el-Fıkhu’l-İslâmî fî Sevbihi’l-Cedîd – el-Medhalu’l-Fıkhiyyu’l-Âmm (Dimeşk: Dâru’l-Kalem, 2004), 1/459-467.

[186] el-Ammâmî, Ahkâmu’l-Münâsefeti’t-Ticâriyye, 554.

[187] el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 5/135; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 4/73, 75 vd.; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/28-30; el-Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtâr, 424 vd.; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, 7/107, 349-351; el-Meydânî, el-Lübâb, 2/33-34; ez-Zerkâ, el-Medhal, 1/459-467; Şelebî, el-Medhal, 533-535.

[188] TTK, Madde: 54; Ballı, “Türk Ticaret Kanunu’na Göre Haksız Rekabet Kavramı ve Unsurları”, 65.

[189] Nisâ, 4/29.

[190] Mutaffifîn, 83/1-4.

[191] Müslim, “Îmân”, 164; Tirmizî, “Buyû’”, 74; Ebû Dâvûd, “İcâre”, 16.

[192] İbn Mâce, “Ticârât”, 45.

[193] Buhârî, “Buyû’”, 19, 22, 44; Müslim, “Buyû’”, 47.

[194] Buhârî, “Büyû’”, 64; Müslim, “Büyû’”, 11.

[195] Mâlik, “Ekdiye”, 2171; İbn Mâce, “Ahkâm”, 17; Ahmed, Müsned, 5/55, 37/438.

[196] TTK, Madde: 55/a.

[197] Ahzâb 33/70-71; Buhârî, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 102-105; Tirmizî, “Birr”, 46; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 88.

[198] Tirmizî, “Buyû’”, 4; İbn Mâce, “Ticârât”, 1; Dârimî, “Buyû’”, 8; en-Nîsâbûrî, Müstedrek, 2/6.

[199] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 19/612.

[200] Buhârî, “Buyû’”, 19, 22, 44; Müslim, “Buyû’”, 47.

[201] el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 5/233; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 4/67; “Neceş”, DİA (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2006), 32/488; İbrahim Paçacı, “Neceş”, Dini Kavramlar Sözlüğü (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2015), 521.

[202] Mâlik, “Buyû’”, 1995; Buhârî, “Buyû’”, 60; Müslim, “Buyû’”, 11, 13; Tirmizî, “Buyû’”, 65; Ebû Dâvûd, “Buyû’”, 46; İbn Mâce, “Ticârât”, 14.

[203] Hanêfîlere göre tahrimen mekruhtur (el-Merginânî, el-Hidâye, 3/53.) ve tahrimen mekruh da Hanefî fıkhında amelî haram kabul edildiği (el-Merginânî, el-Hidâye, 4/78; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, 1/257.) için burada neceşin haramlığı konusunda ittifak edildiği söylenmiştir.

[204] el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 5/233; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/27; el-Merginânî, el-Hidâye, 3/53; Ebu Bekir b. Ali b. Muhammed Ebu Bekir el-Haddâd, el-Cevheretü’n-Neyyire alâ Muhtasari’l-Kudûrî (Pakistan: Mektebetü’l-Hakkâniyye, ts.), 1/275-276; el-Meydânî, el-Lübâb, 2/29-30.

[205] el-Maverdî, el-Hâvî, 5/342-343; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, 3/140-141; eş-Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, 2/50-51.

[206] Merdâvî, el-İnsâf, 4/395; Ebu’l-Ferec İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, 1993, 4/79; Muvaffakuddîn İbn Kudâme, el-Kâfî, 2/14.

[207] Ebu Ömer Yûsuf b. Abdullah b. Muhammed b. Abdilberr b. Âsım en-Nemrî el-Kurtubî İbn Abdilberr, el-İstizkâr (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2000), 6/527-528; Ebu’l-Ferec İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, 1993, 3/67-68; Ilîş, Minahu’l-Celîl, 2/573; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, 2/167.

[208] İbrahim Paçacı, “Yemin”, Dini Kavramlar Sözlüğü (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2015), 695-696; Ertuğrul Boynukalın, “Yemin”, DİA (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2013), 43/417.

[209] Âl-i İmrân 3/77.

[210] Buhârî, “Buyû’”, 27.

[211] Müslim, “Müsâkât”, 132; Nesâî, “Buyû’”, 5; Ahmed, Müsned, 37/234-235.

[212] Buhârî, “Buyû’”, 26; Müslim, “Müsâkât”, 131; Ebû Dâvûd, “Buyû’”, 6; Nesâî, “Buyû’”, 5.

[213] Müslim, “Îmân” 171; Tirmizî, “Buyû’”, 5; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 27; İbn Mâce, “Ticârât”, 30.

[214] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, 6/86; Mustafa vd., el-Mu’cemu’l-Vesît, 293.

[215] Vezâratü’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslamiyye, el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyye, 11/126.

[216] İbn Mâce, “Ticârât”, 45.

[217] Müslim, “Îmân”, 164; Tirmizî, “Buyû’”, 74; Ebû Dâvûd, “İcâre”, 16.

[218] el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 7/395; el-Karâfî, ez-Zehîra, 5/92; en-Nefrâvî, el-Fevâkihü’d-Devânî, 2/129; Vezâratü’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslamiyye, el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyye, 11/127; el-Maverdî, el-Hâvî, 5/269.

[219] es-Serahsî, el-Mebsût, 13/39, 86; el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 5/288, 7/395; İbn Mâze, el-Muhîtu’l-Burhânî, 7/4-5; el-Haccâvî, el-İknâ’, 2/92; Merdâvî, el-İnsâf, 4/404-405; el-Buhûtî, Keşşâfu’l-Kınâ’, 2/515-516.

[220] el-Karâfî, ez-Zehîra, 5/71-74; en-Nefrâvî, el-Fevâkihü’d-Devânî, 2/129; İbn Abdilberr, el-Kâfî, 347-349.

[221] en-Nevevî, el-Mecmû’, 11/304-308; Muhyissünne Ebû Muhammed el-Hasen b. Mes’ûd b. Muhammed b. el-Ferrâ el-Beğavî, et-Tehzîb fî Fıkhi’l-İmâmi’ş-Şâfiî (Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1997), 3/468; Abdülmelik b. Abdillah b. Yûsuf el-Cüveynî, Nihâyetü’l-Matlab fî Dirâyeti’l-Mezheb (Cidde: Dâru’l-Minhâc, 2007), 5/279.

[222] 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu Madde: 55/b.

[223] Ahmed, Müsned, 16/5, 227, 406, 495; Müslim, “Nikâh”, 38; Tirmizî, “Buyû’”, 57; İbn Mâce, “Ticârât”, 13.

[224] el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/26; el-Merginânî, el-Hidâye, 3/53; İbn Abdilberr, el-İstizkâr, 6/520-522; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, 2/165; Zekeriyya el-Ensârî, Esne’l-Metâlib fî Şerhi Ravdi’t-Tâlib (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2000), 2/39; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, 3/141; Merdâvî, el-İnsâf, 4/331-332; Ebu’l-Ferec İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, ts., 4/42-43.

[225] Ebû Ya’kûb İshâk b. İbrâhîm b. Muhalled b. İbrâhîm el-Hanzalî İbn Râhaveyh, Müsnedü İshâk b. Râhaveyh (Medine: Mektebetü’l-Îmân, 1991), 1/199; Ebu Hâtim Muhammed b. Hibbân b. Ahmed et-Temîmî İbn Hibbân, Sahîhu İbni Hibbân bi-Tertîbi İbn Belbân (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1993), 9/358; Ebû Ca’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâmet b. Abdilmelik İbn Seleme el-Ezdî et-Tahâvî, Şerhu Meâni’l-Âsâr (Beyrut: Âlemü’l-Kütüb, 1994), 3/4.

[226] Ahmed, Müsned, 8/346, 10/462; Müslim, “Nikâh”, 50; “Buyû’”, 8; Dârimî, “Nikâh”, 7; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 9/472.

[227] Tirmizî, “Buyû’”, 10; Ebû Dâvûd, “Zekât”, 26; Nesâî, “Buyû’”, 22; İbn Mâce, “Ticârât”, 25.

[228] el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/26-27; el-Merginânî, el-Hidâye, 3/53; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 6/164; Bâbertî, İnâye, 6/436; İbn Abdilberr, el-İstizkâr, 6/522; en-Nefrâvî, el-Fevâkihü’d-Devânî, 2/176; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, 2/165; el-Ensârî, Esne’l-Metâlib, 2/39; Ebu Zekeriyya Yahyâ b. Şeref en-Nevevî, Ravdatu’t-Talibîn (Riyad: Dâru Âlemi’l-Kütüb, 2003), 3/80-81; eş-Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, 2/49-50; Ebu’l-Ferec İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, ts., 4/42-43.

[229] Buhârî, “Buyû’”, 70; Müslim, “Nikâh”, 50, “Buyû’”, 8; Nesâî, “Nikâh”, 20.

[230] Tirmizî, 3/578; et-Tahâvî, Şerhu Meâni’l-Âsâr, 4/15; Ebu’l-Hasan Ali b. Halef b. Abdilmelik İbn Battâl, Şerhu Sahîhi’l-Buhârî (Riyad: Mektebetü’r-Rüşd, 2003), 6/267; el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 8/120.

[231] İbn Mâce, “Ticârât”, 13.

[232] İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 6/437.

[233] eş-Şâfiî, el-Ümm, 4/22-23; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, 3/141; el-Maverdî, el-Hâvî, 5/243-244.

[234] el-Haccâvî, el-İknâ’, 2/75; Merdâvî, el-İnsâf, 4/331-332; Ebu’l-Ferec İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, ts., 4/42.

[235] Şebnem Kulaksızoğlu, Rekabet Hukukunda Yatay Birleşmeler: Antirekabetçi Etkiler ile Öne Sürülen Savunma ve Yararlar (Ankara: Rekabet Kurumu, Uzmanlık Tezi, 2003), “Giriş”.

[236] Rekabet Kurumu, “Terimler Listesi/Kartel”, https://www.rekabet.gov.tr/tr/Sayfa/Yayinlar/rekabet-terimleri-sozlugu/terimler-listesi?icerik=59f149d6-377f-4dcd-a290-ca3070db187c, (e.t. 09.10.2021).

[237] Fatma Devrem, İdare Hukukunda ve Ceza Hukukunda Kartellerle Mücadelede Soruşturma Yöntemleri (Ankara: Rekabet Kurumu, Uzmanlık Tezi, 2009), 3-4; Hüseyin Orman, Kartellerde Bireylere Uygulanacak Yaptırımlar (Ankara: Rekabet Kurumu, Uzmanlık Tezi, 2009), 4.

[238] Harun Ulu, Birleşme ve Devralmalarda Ortaya Çıkan Rekabet Sorunları ve Koşullu İzin (Ankara: Rekabet Kurumu, Uzmanlık Tezi, 2004), 10.

[239] Ulu, Birleşme ve Devralmalarda Ortaya Çıkan Rekabet Sorunları ve Koşullu İzin, 10; Kerem Cem Sanlı, Rekabetin Korunması Hakkındaki Kanunda Öngörülen Yasaklayıcı Hükümler ve Bu Hükümlere Aykırı Sözleşme ve Teşebbüs Birliği Kararlarının Geçersizliği (Ankara: Rekabet Kurumu, 2000), 12, 42.

[240] Nazlı Varol, Rekabeti Kısıtlayıcı Birleşme ve Devralmalarda Çözümler ve Taahhütler (Ankara: Rekabet Kurumu, Uzmanlık Tezi, 2009), 1; Ulu, Birleşme ve Devralmalarda Ortaya Çıkan Rekabet Sorunları ve Koşullu İzin, 11-12.

[241] Buhârî, “Buyû’”, 71, 72; “İcâre”, 14; Müslim, “Buyû’”, 11, 19; Nesâî, “Buyû’”, 18; İbn Mâce, “Ticârât”, 16.

[242] Buhârî; Ebû Dâvûd, “İcâre”, 9; Dârimî, “Buyû’”, 33.

[243] Müslim, “Buyû’”, 17; Tirmizî, “Buyû’”, 12; Ebû Dâvûd, “İcâre”, 9; İbn Mâce, “Ticârât”, 16.

[244] İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 6/437; Sirâcüddîn İbn Nüceym, en-Nehrü’l-Fâik, 3/448; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, 7/306.

[245] Sirâcüddîn İbn Nüceym, en-Nehrü’l-Fâik, 3/448; eş-Şelebî, Haşiyetü’ş-Şelebî, 4/68; Ebu Bekir el-Haddâd, el-Cevheretü’n-Neyyire, 1/251.

[246] el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 5/129; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 4/68; İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 6/437-438; Bedrüddîn el-Aynî, el-Binâye, 8/214; el-Cezîrî, el-Mezâhibu’l-Erbe’a, 2/249; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1997, 5/3504.

[247] Ilîş, Minahu’l-Celîl, 2/575-576; Ebu’l-Velîd b. Rüşd el-Kurtubî İbn Rüşd, el-Beyânu ve’t-Tahsîlu ve’ş-Şerhu ve’t-Tevcîhu ve’t-Ta’lîlu fî Mesâili’l-Müstahrece (Beyrut: Dâru’l-Garbi’l-İslâmî, 1988), 9/378, 394; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, 2/166; el-Mazirî, Şerhu’t-Telkîn, 2/609, 1018; el-Cezîrî, el-Mezâhibu’l-Erbe’a, 2/248.

[248] el-Maverdî, el-Hâvî, 5/348-349; el-Mutî’î, Tekmiletü’l-Mecmû’, 12/99-101; Ebu’l-Kâsım Abdulkerim b. Muhammed b. Abdilkerîm el-Kazvînî er-Râfi’î, el-Azîz Şerhu’l-Vecîz (eş-Şerhu’l-Kebîr) (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1997), 4/128-129; el-Ensârî, Esne’l-Metâlib, 2/38-39; Ebu’l-Ferec İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, ts., 4/43-44, 77; Merdâvî, el-İnsâf, 4/394; el-Haccâvî, el-İknâ’, 2/91; el-Cezîrî, el-Mezâhibu’l-Erbe’a, 2/249.

[249] Buhârî, “Buyû’”, 58, 68; Müslim, “Buyû’”, 1520, 1521; İbn Mâce, “Ticârât”, 15.

[250] Müslim, “Buyû’”, 1522; Tirmizî, “Buyû’”, 13; Ebû Dâvûd, “Buyû’”, 47; İbn Mâce, “Ticârât”, 15; Ahmed, Müsned, 22/196.

[251] Buhârî, “Buyû’”, 68; Müslim, “Buyû’”, 1521; Ebû Dâvûd, “Buyû’”, 47; İbn Mâce, “Ticârât”, 15.

[252] Ebû Dâvûd, “Buyû’”, 47; Yakub b. İshâk b. İbrâhîm en-Nîsâbûrî Ebû Avâne el-İsferâyînî, Müstahrecu Ebî ’Avâne (Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, 1998), 3/274.

[253] Ahmed b. Ali İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi-Şerhi Sahîhi’l-Buhârî (Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, 1379), 4/371; el-Kastallânî, İrşâdü’s-Sârî, 4/72.

[254] el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/26; el-Mutî’î, Tekmiletü’l-Mecmû’, 12/100; İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, 4/371; er-Râfi’î, eş-Şerhu’l-Kebîr, 4/127.

[255] el-Merginânî, el-Hidâye, 3/53; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/26; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 4/68; İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 6/438.

[256] Ebu’l-Hasan Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. Cafer el-Kudûrî, Muhtasaru’l-Kudûrî fi’l-Fıkhi’l-Hanefî (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1997), 84; el-Merginânî, el-Hidâye, 3/53; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/26-27; el-Meydânî, el-Lübâb, 2/30.

[257] İbn Abdilberr, el-İstizkâr, 6/529-530; İbn Abdilberr, el-Kâfî, 365; İbn Rüşd, el-Beyân ve’t-Tahsîl, 9/378-381; ed-Desûkî, Hâşiyetü’d-Desûkî, 3/80; Abdülbakî b. Yûsuf b. Ahmed ez-Zerkânî, Şerhu’z-Zerkânî alâ Muhtasarı Halîl (“el-Fethu’r-Rabbânî fî-mâ Zehele anhu’z-Zerkânî” ile birlikte) (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2002), 5/151, 162-163; Vezâratü’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslamiyye, el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyye, 9/85.

[258] eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, 3/143; el-Mutî’î, Tekmiletü’l-Mecmû’, 12/94-95; el-Beğavî, et-Tehzîb, 3/540.

[259] Ebu’l-Ferec İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, ts., 4/43; Muvaffakuddîn İbn Kudâme, el-Kâfî, 2/15; Ebu’l-Berekât Mecdüddîn Abdüsselâm b. Abdillah b. el-Hızır b. Muhammed el-Harrânî İbn Teymiyye, el-Muharrer fî’l-Fıkhi alâ Mezhebi’l-İmâmi Ahmed b. Hanbel (Riyad: Mektebetü’l-Meârif, 1984), 1/311; el-Kelvezânî, el-Hidâye, 233.

[260] TTK, Madde: 56.

[261] TTK, Madde: 59.

[262] Adalet Bakanlığı, “tazminat”, Hukuk Sözlüğü, https://sozluk.adalet.gov.tr/tazminat (e.t. 14.12.2021)

[263] el-Hafîf, ed-Damân, 44; Abdullah Benli, İslâm Hukukunda Manevi Tazminat (Kayseri: Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 1997), 40.

[264] el-Hafîf, ed-Damân, 44.

[265] Benli, Manevi Tazminat, 74.

[266] Mâlik, “Ekdiye”, 2171; İbn Mâce, “Ahkâm”, 17; Ahmed, Müsned, 5/55, 37/438.

[267] Mecelle, Madde: 20.

[268] Mecelle, Madde: 25.

[269] Mecelle, Madde: 26.

[270] Mecelle, Madde: 27.

[271] Mecelle, Madde: 30.

[272] Mecelle, Madde: 31.

[273] TTK, Madde: 58.

[274] Kemal Tahir Gürsoy, “Manevi Zarar ve Tazmini”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 30/1-4 (1973), 33; Yunus Araz, “İslam Hukukunda Manevî Zararların Malî Tazmini”, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 3/5 (2016), 136.

[275] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-i İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu (İstanbul: Bilmen Yayınevi, ts.), 8/274-275.

[276] Buhârî, “Humus”, 19; Müslim, “Zekât”, 140; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 43.

[277] Nûr, 24/4.

[278] Hucurât, 49/11, 12; Hümeze 104/1; Buhârî, “Îmân”, 22; Müslim, “Eymân”, 38..

[279] Yûnus 10/27; Şûrâ, 42/40; Buhârî, “Hibe”, 8; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 49.

[280] ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 3/208-210; el-Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtâr, 318-319; el-Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtâr, 318-319; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 5/71-79; Sirâcüddîn İbn Nüceym, en-Nehrü’l-Fâik, 3/168-170; Ilîş, Minahu’l-Celîl, 4/553; eş-Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, 4/251-252; el-Haccâvî, el-İknâ’, 4/269; Merdâvî, el-İnsâf, 10/250.

[281] et-Tûrî, Tekmiletü’l-Bahr, 7/328; Merdâvî, el-İnsâf, 10/250.

[282] İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 5/330; eş-Şelebî, Haşiyetü’ş-Şelebî, 3/208; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 5/68; Sirâcüddîn İbn Nüceym, en-Nehrü’l-Fâik, 3/165; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, 6/105-106; İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, 20/384, 28/109-111; Ebu Abdullah Muhammed b. Ebî Bekir b. Eyyub İbn Kayyım el-Cevziyye, et-Turuku’l-Hükmiyye fi’s-Siyâseti’ş-Şer’iyye, ts., 688-698; er-Ruhaybânî, Metâlibu Üli’n-Nühâ, 6/224; el-Buhûtî, Keşşâfu’l-Kınâ’, 5/106-107; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1997, 7/5596; Vezâratü’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslamiyye, el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyye, 12/270-271.

[283] Bilmen, Hukuk-i İslamiyye, 8/274-279.

[284] Hamza Aktan, “Daman”, DİA (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1993), 8/453.

[285] Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, el-Fi’lü’d-Dâr ve’d-Damânu fîh (Dimeşk: Dâru’l-Kalem, 1988), 121-123.

[286] Ali Muhyiddîn el-Karadâğî, “Mevkifu’l-Fıkhi’l-İslâmî mine’t-Ta’vîdi ani’d-Darari’l-Ma’nevî”, https://alqaradaghi.com/6976/, 08 Temmuz 2009; Ali Muhyiddîn el-Karadâğî, “el-Eşhâsu’l-Müstahikkûne li’t-Ta’vîdi ’ani’d-Darari’l-Ma’nevî”, https://alqaradaghi.com/6979/, 08 Temmuz 2009.

[287] Bakara, 2/194.

[288] Şûrâ, 42/40.

[289] Nahl, 16/126.

[290] Mâlik, “Ekdiye”, 2171; İbn Mâce, “Ahkâm”, 17; Ahmed, Müsned, 5/55, 37/438.

[291] Fehd Sa’d ed-Debîs er-Reşîdî, “Damânu’d-Darari’l-Edebî fi’l-Fıkhi’l-İslâmî ve’l-Kânûni’l-Küveyti: Dirâsetün Fıkhiyyetün Mukârane”, Mecelletü’d-Dirâsâti’l-Arabiyye 4/26 (Haziran 2012), 1854-1864; Bâsil Muhammed Yûsuf Kubhâ, et-Ta’vîdu ani’d-Darari’l-Edebî (Dirâsetün Mukârane) (Filistin: Câmi’atu’n-Necâhi’l-Vataniyye Külliyyetü’d-Dirâsâti’l-Ulyâ, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2009), 74-77; Fevâz Salih, “et-Ta’vîdu ani’d-Darari’l-Edebiyyi’n-Nâcimi an Cürmin Dirâsetün Mukârane”, Mecelletü Câmi’ati Dimeşk li’l-Ulûmi’l-İktisâdiyyeti ve’l-Kânûniyye 22/2 (2006), 279; Benli, Manevi Tazminat, 167-173; Ahmet Ekşi, “İslam Hukukunda Bir Manevi Tazminat Türü Olarak Hükûmetü’l-Elem”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi 21 (2013), 226.

[292] ez-Zerkâ, el-Fi’lü’d-Dâr ve’d-Damânu fîh, 124-125.

[293] el-Hafîf, ed-Damân, 45.

[294] Subhi Mahmesânî, en-Nazariyyetü’l-’Âmme li’l-Mûcebâti ve’l-Ukûd fi’ş-Şerî’ati’l-İslâmiyye Bahsun Mukâranun fi’l-Mezâhibi’l-Muhtelifeti ve’l-Kavânîni’l-Hadîse (Beyrut: Dâru’l-İlmi li’l-Melâyîn, 1972), 1/171-172.

[295] Sıddîk Muhammed el-Emîn ed-Darîr, “eş-Şartu’l-Cezâî”, Mecelletü Mecma’i’l-Fıkhi’l-İslâmî 12/2 (2000), 76, 87.

[296] Benli, Manevi Tazminat, 163-172; er-Reşîdî, “Damânu’d-Darari’l-Edebî”, 1864-1867; Salih, “et-Ta’vîdu ani’d-Darari’l-Edebî”, 279-280; Araz, “İslam Hukukunda Manevî Zararların Malî Tazmini”, 138-143.

[297] Munazzamatü’t-Te’âvüni’l-İslâmî, Karârâtu ve Tavsiyyâtu Mecma’i’l-Fıkhi’l-İslâmi’d-Devlî el-Münbesiki an Munazzamati’t-Te’âvüni’l-İslâmî (Mecma’u’l-Fıkhi’l-İslâmî, 2020), 346-347.

[298] Vehbe ez-Zuhaylî, Nazariyyetü’d-Damâm ev Ahkâmu’l-Mes’ûliyyeti’l-Medeniyyeti ve’l-Cinâiyyeti fi’l-Fıkhi’l-İslâmî (Dimeşk: Dâru’l-Fikr, 1998), 57-61; es-Senhûrî, Mesâdiru’l-Hak, 1/168; el-Hafîf, ed-Damân, 48-53.

[299] Bilmen, Hukuk-i İslamiyye, 8/281-282.

[300] Mâlik, “Ekdiye”, 2171; İbn Mâce, “Ahkâm”, 17; Ahmed, Müsned, 5/55, 37/438.

[301] Mecelle, Madde: 20.

[302] Mecelle, Madde: 31.

[303] Ebû Bekir Abdurrazzâk b. Hemmâm es-San’ânî, el-Musannef li-Abdirrazzâk (Beyrut: el-Mektebü’l-İslâmî, 1983), 7/428; Alâuddîn Ali el-Müttakî b. Hüsâmiddîn el-Hindî el-Burhânfûrî, Kenzü’l-’Ummâl fî Süneni’l-Ekvâli ve’l-Ef’âl (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1985), 5/564.

[304] Nûr, 24/4.

[305] ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 3/208-210; İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 5/332; el-Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtâr, 318-319; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 5/71-79; Sirâcüddîn İbn Nüceym, en-Nehrü’l-Fâik, 3/168-170; Ilîş, Minahu’l-Celîl, 4/553; eş-Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, 4/251-252; el-Haccâvî, el-İknâ’, 4/269; Merdâvî, el-İnsâf, 10/250.

[306] el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 7/58; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 5/68; el-Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtâr, 316; ed-Desûkî, Hâşiyetü’d-Desûkî, 4/354; Ilîş, Minahu’l-Celîl, 4/553-554; ed-Derdîr, eş-Şerhu’s-Sağîr, 4/504; eş-Şirbînî, el-İknâ’, 2/447; en-Nevevî, Ravdatu’t-Talibîn, 7/381-382; Ebu Bekir b. Muhammed Şota el-Bekrî ed-Dimyâtî, Hâşiyetü İ’âneti’t-Tâlibîn (Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, ts.), 4/168.

[307] ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1997, 7/5596; Vezâratü’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslamiyye, el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyye, 12/270-271.

[308] İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 5/330; eş-Şelebî, Haşiyetü’ş-Şelebî, 3/208; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 5/68; Sirâcüddîn İbn Nüceym, en-Nehrü’l-Fâik, 3/165; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, 6/105-106.

[309] İbn Ferhûn, Tebsıratu’l-Hukkâm, 2/220-221; Muhammed b. Muhammed Sâlim el-Meclisî eş-Şenkîtî, Levâmi’u’d-Dürer fî Hetki Estâri’l-Muhtasar (Moritanya: Dâru’r-Rıdvân, 2015), 14/36-37; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1997, 7/5596; Vezâratü’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslamiyye, el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyye, 12/270-271.

[310] İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, 20/384, 28/109-111; İbn Kayyım el-Cevziyye, et-Turuku’l-Hükmiyye fi’s-Siyâseti’ş-Şer’iyye, 688-698; er-Ruhaybânî, Metâlibu Üli’n-Nühâ, 6/224; el-Buhûtî, Keşşâfu’l-Kınâ’, 5/106-107.

[311] Bardakoğlu, “Gabn”, 13/268-269; Paçacı, “Gabn”, 190.

[312] İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 6/192; İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtâr, 7/363-365; Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye, Madde: 356-360.

[313] Vezâratü’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslamiyye, el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyye, 2/90; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1997, 4/2690-2691; Cengiz Kallek, “İhtikar”, DİA (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2000), 45/560; İbrahim Paçacı, “İhtikâr”, Dini Kavramlar Sözlüğü (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2015), 301.

[314] Ahmed, Müsned, 25/37; Müslim, “Müsâkât”, 130; Tirmizî, “Buyû’”, 40; Ebû Dâvûd, “Buyû’”, 49; İbn Mâce, “Ticârât”, 6.

[315] İbn Mâce, “Ticârât”, 6; Dârimî, “Buyû’”, 12; en-Nîsâbûrî, Müstedrek, 2/12.

[316] Ahmed, Müsned, 8/481; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 10/580-581.

[317] et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 20/95; Nureddîn Ali b. Ebî Bekir el-Heysemî, Buğyetü’r-Râid fî Tahkîki Mecma’i’z-Zevâid ve Menba’i’l-Fevâid (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1994), 4/182; es-Süyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr, 1/191.

[318] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 10/578.

[319] el-Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi’, 5/129; ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 6/27-28; el-Merginânî, el-Hidâye, 4/92-93; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/160-162; el-Hattâb er-Ruaynî, Mevahibü’l-Celîl li-Şerhi Muhtasari Halîl, 6/11-12; el-Mazirî, Şerhu’t-Telkîn, 2/1008-1009; el-Mutî’î, Tekmiletü’l-Mecmû’, 12/122-126; el-Bekrî ed-Dimyâtî, İ’ânetü’t-Tâlibîn, 3/31; Vezâratü’l-Evkâf ve’ş-Şu’ûni’l-İslamiyye, el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyye, 2/90-95; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1997, 4/2690-2694.

[320] Cengiz Kallek, “Narh”, DİA (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2006), 32/387; İbrahim Paçacı, “Narh”, Dini Kavramlar Sözlüğü (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2015), 515.

[321] Tirmizî, “Buyû’”, 73; Ebû Dâvûd, “Buyû’”, 51.

[322] ez-Zeyla’î, Tebyînü’l-Hakâik, 6/28; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 8/370-371; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/161; el-Abderî, et-Tâc ve’l-İklîl, 4/380; el-Mazirî, Şerhu’t-Telkîn, 2/1014-1015; ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1997, 4/2695-2696.

[323] İbn Mâce, “Ticârât”, 6; Dârimî, “Buyû’”, 12; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 1352, 6/30; es-San’ânî, el-Musannef, 8/204; en-Nîsâbûrî, Müstedrek, 2/12.

[324] Mâlik, “Buyû’”, 56; Ahmed, Müsned, 1/284; Ebû Bekir Ahmed b. el-Hüseyin b. Ali b. Mûsâ el-Beyhakî, Şu’abu’l-Îmân (Riyad: Mektebetü’r-Rüşd, 2003), 13/513.

[325] Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr el-Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkâmi’l-Kur’ân ve’l-Mübeyyinü li-mâ Tedammenehû mine’s-Sünneti ve Âyi’l-Furkân (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 2006), 20/352; Ebû Hafs Ömer b. Ali İbn Âdil, el-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1998), 18/578; Vehbe ez-Zuhaylî, et-Tefsîrü’l-Münîr fi’l-Akîdeti ve’ş-Şerî’ati ve’l-Menhec (Dimeşk: Dâru’l-Fikr, 2009), 28/462-463.

[326] et-Tenûhî, el-Müdevvene, 1/336-337, 516; Celâlüddîn Abdurrahman es-Süyûtî, Câmi’u’l-Ehâdîs el-Câmi’u’s-Sağîr ve Zevâiduhu ve’l-Câmi’u’l-Kebîr (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1994), 13/312; el-Burhânfûrî, Kenzü’l-’Ummâl, 12/609-610, 614-617.