İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Özet Olarak İslam (İman)

Birinci Bölüm

İman Esasları

A. Din ve İnanma İhtiyacı

B. Diğer Dinler ve İslam..

C. İslam Dininin Temel Kaynakları 

1. Kur’an

2. Sünnet 

D. İslam Dininin Özellikleri 

1. Tevhid İnancı

2. Evrensel Oluşu.

3. Akla Değer Verişi

4. İnsan Sevgisi ve Hoşgörü.

E. İmanın Tanımı ve İman Esasları

1. İmânın Tanımı

2. Îmân Esasları

F. İmân-Amel İlişkisi Ve İmanın Gündelik Hayata Yansıması

G. Emir ve Yasakların Hikmetleri

H. Allâh Sevgisi

I.  Sevap-Günah ve Tövbe Anlayışı

 

 

 

 

 

 

 

Birinci Bölüm

İman Esasları

A.    Din ve İnanma İhtiyacı

Din; akıl sahibi şuurlu insanları, kendi irade ve arzularıyla, hayırlı, iyi ve güzel olan şeylere sevk eden ilahî kanun; kemale ermek için tutulacak en doğru yoldur[1]. İmâm Ebû Hanêfe dîni; iman (dil ile ikrar, kalp ile tasdîk), İslâm (Allâh’ın emirlerine teslim olmak, itaat etmek) ve bunlarla ilgili hükümlerin hepsine birden verilen isim şeklinde tanımlamıştır[2].

Din, insanın Allah, diğer insanlar ve kainattaki varlıklarla olan ilişkilerini düzenleyen bir kurumdur[3]. Peygamberler aracılığıyla tebliğ edilen bu ilâhi kanun; yaratılışı ve yaratılış gayesini, ölüm ötesini, Yaratana ve yaratılmışlara karşı vazifeleri, hangi işlerin hayırlı, iyi, faziletli, hangi işlerin kötü ve zararlı olduğunu öğretir; insanlara, hidayet ve saadet yollarını gösterir.

Yukarıda zikredilen özellikleri ile din, insana şuurlu bir hayat yaşama imkanı sağlar. İnsanın değerini yüceltir, ondaki bencillik duygusunu ve gururu giderir. Fedakarlık, iyilik ve adalet duygularını geliştirir. Hakkı sevmeyi ve korumayı öğretir. Kişiyi karamsarlıktan ve ümitsizlikten kurtarır;  ona iyimserlik ve kararlılık kazandırır. Sadece Allâh’ın huzurunda eğilmeyi ve sadece O’na kul olmayı öğretir.

İnsan din duygusuyla dünyaya gelen bir varlıktır. Evrensel bir olgu olan din, insanla beraber varolmuş ve insan oldukça da varolacaktır. Tarihin her döneminde ve dünyanın her yerinde az da olsa, dinsiz insana rastlamak mümkün olmakla birlikte, bugüne kadar top yekun bir toplumun dinsiz olduğuna tarih şahit olmamıştır. Toplumun bulunduğu her yerde mutlaka bir din bulunmuştur. Hatta bu konuda, insanların medenî veya gayrimedenî olması arasında fark yoktur.[4]

Yüce Allâh bu hususu, şöyle ortaya koymaktadır: “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allâh’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allâh’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu, bilmezler.” (Rum 30/30).

Her insan, kendisini yaratan, yaşatan, olgunluğa eriştiren, sayısız dünya nimetlerini kendisine veren Yüce Varlığı idrak edecek özellikte yaratılmıştır. İnsanın bu özelliği Kur’an-ı Kerim’de ; “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye, Rabbın, Ademoğlunun sulbünden zürriyetini alıp, onları kendilerine şahit tuttu ve‘Ben sizin Rabbınız değil miyim?’ dedi, onlar da, ‘Evet şahit olduk’ dediler.” (Araf 7/172) şeklinde işaret edilmektedir. Hz. Peygamber’in “Her doğan fıtrat üzere doğar; annesi-babası onu, Yahûdî, Hıristiyan veya Mecûsî yapar”[5] hadisi de, insanda doğuştan din duygusunun var olduğunu ve bunun yönlendirilmeye müsait olduğunu göstermektedir.

İnanma ve ibadet ihtiyacı, insanın havaya ve suya olan ihtiyacı kadar fıtridir. Bu sebeple Allah, canlıların maddi ve manevi ihtiyaçlarına göre bu dünyayı hayata elverişli kılıp çeşitli nimetlerle bezemiştir. İnsan tabiatı gereği yönlendirilmeye müsait olduğundan İslam, insanların inanma ve ibadet ihtiyacına da cevap verecek şekilde, onları Allah’tan başka bir ilah olmadığını bilmeye ve sadece Allah’a ibadet etmeye çağırmaktadır. Bu çağrı, tarih sürecinde peyderpey peygamberler gönderilerek yinelenmiştir. Son olarak da, Hz. Muhammed gönderilerek, Allâh’ın insanlığa olan din nimeti tamamlanmıştır.

İnsan, tabiatında hem iyiliği hem de kötülüğü barındırmaktadır[6]. Toplumsal bir varlık olmakla birlikte, kendi çıkarlarını önde tutma, kendisi için uygun olanı elde etme arzusu da insanın önde gelen özelliklerindendir.

Toplumda her çeşit karakterden insanın bulunması, kuvvet ve zekâ seviyelerinin farklı olması ve yaratılışındaki kendisi için uygun olanı elde etme hırsı, toplu yaşamanın faydaları yanında bazı mahzurlarını da ortaya çıkarmaktadır. Fertlerin birbirlerine ve topluma, toplumun da fertlere karşı  hareket tarzları ile birbirleriyle olan münasebetlerini düzenleyen kaidelerin bulunmadığı bir toplumda düzenden, intizamdan söz edilemez. Bu sebeple, her toplumda, sosyal hayatı düzenleyen din, hukuk, ahlak kuralları gibi normlar ve bunların müeyyideleri bulunmuştur. İşte bunun içindir ki, Allâh Teâlâ da ilk insanla birlikte uyulması gereken kuralları Peygamberleri vasıtasıyla bildirmiştir. Son olarak da, Hz. Muhammed’i, peygamberlikle görevlendirerek ilahi mesajlarını insanlığa ulaştırmıştır.

B.     Diğer Dinler ve İslam

Sosyal ve beşeri bir olgu olarak kabul edilen din, kaynak itibariyle, ya ilâhî vahye, ya da insan aklına dayanmaktadır İslâm, dinin vahye dayanmasını esas kabul etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de “Şüphesiz Allah katında din, İslâm’dır…” buyurulmaktadır (Al-i İmrân 3/19).

Bu ayette bahsedilen İslâm, Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberlerin Allâh’tan alıp tebliğ ettikleri ortak esasların tamamını içermektedir. Kur’an’da, buna işaretle; “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nûh’a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve İsâ’ya emrettiğimizi size de din kıldı…” buyurulmaktadır (Şûra 42/13).

Kur’an, Yahudilik ve Hıristiyanlığı din, Tevrat ve İncil’i de vahiy ürünü kitaplar olarak kabul etmekle birlikte[7], Yahudi ve Hıristiyanları, yanlış davranışlarından dolayı tenkit etmekte, Allah’ın ayetlerini değiştirmelerinden ötürü kınamaktadır. Öte taraftan Yahudi, Hıristiyan ve Sâbiîlerden olup tarihi süreç içinde mensup oldukları dinlerin yürürlükte olduğu dönemlerde Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenlerden övgüyle söz etmiştir[8].

İslâm, beşerî öğretilerin şekillendirdiği dinleri bir fenomen olarak kabul etmesine rağmen, bunların müntesiplerini ilahi vahyin bildirdiği “tevhîd öğretisi”ni tanımaya, Allah’a ortak koşmadan O’na teslim olmaya ve ibadet etmeye davet eder. Bununla beraber bu davete iştirak etmeyenlerin inandıkları değerlere hakaret edilmesini yasaklar[9].

İslâm, din tercihi konusunda kişilere tam bir hürriyet tanımıştır. Kur’an’da “Dinde zorlama yoktur… “buyurulmaktadır (Bakara 2/256). Bu esas çerçevesinde, hiçbir kimsenin dine zorlanması söz konusu olmadığı gibi, zararları dokunmadığı sürece gayrimüslimlerle iyi geçinilmesi gerektiği Kur’ân-ı Kerim’de prensip olarak ortaya konmaktadır: “Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara âdil davranmaktan men etmez. ¹üphesiz Allah âdil davrananları sever. Ancak Allah sizi, sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder.” (Mümtehine 60/8-9).

Tarihi uygulamaya bakıldığında, gayrimüslimlerin dinlerine müdahale edilmediği, öteden beri İslam toplumunda tam bir din hürriyeti içinde yaşama imkanına sahip oldukları görülmektedir. Hz. Peygamber döneminden itibaren gayrimüslimlerle yapılan anlaşmalarda; onlara din ve vicdan hürriyeti tanındığı, dinlerinin gereklerini serbestçe yerine getirebilecekleri açık bir şekilde ifade edilmiştir. Kendi inançlarını koruma, mabetlerini yapma ve dinlerine göre ibadet etme, çocuklarına din eğitimi verme gibi temel hak ve hürriyetleri tanınmış, sadece kamu düzenini ilgilendiren alanlarda bazı sınırlamalar getirilmiştir. İslam toplumunda Hıristiyanların mabetleri de hoşgörü ile karşılanmış; heykellerine, mozaiklerine, resimlerine, çanlarına, özel merasimlerde kullandıkları haçlarına, müdahale edilmemiş, mezarlıkları hoşgörü ortamında günümüze kadar muhafaza edilmiştir.

C.    İslam Dininin Temel Kaynakları

Yüce Allâh insanın hem bireysel hem de toplumsal hayatını tanzime yönelik temel esasları peygamberleri vasıtasıyla insanlara bildirmiştir. İşte İslam dini bu ilahî teklifler bütününün bireysel ve toplumsal hayatta Peygamber önderliğinde uygulamaya konulmasıyla şekillenen son ilahi sistemi temsil etmektedir.  Bu bakımdan Kur’ân ve Sünnet dinin iki temel kaynağını oluşturmaktadır.

Ancak sosyal hayatın çok yönlü, değişken ve dinamik olması nedeniyle ortaya çıkan farklı meselelerin çözümüne dair, her zaman Kur’ân ve sünnette açık bir hüküm bulunamamaktadır. Bu gibi durumlarda, Kur’an ve sünnete dayanılarak içtihatta bulunmak suretiyle yeni problemlere çözümler getirilmektedir. Muaz b. Cebel hadisi olarak bilinen rivayette ifadesini bulduğu üzere Hz. Peygamber, Kur’ân, sünnet ve içtihadı dinî hükümlerin temel kaynağı olarak kabul etmiştir[10].

İçtihat denince, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, Kitap veya sünnette hükmü bilinen bir meseleye göre açıklamak anlamına gelen kıyas akla gelmektedir. Bunun yanında, sahabenin görüşü, örf, istihsan, ıstıslah (mesalih-i mürsele), istishab, sedd-i zerâi gibi deliller[11] de içtihat kapsamına girmektedir. Kur’an, sünnet veya içtihat yoluyla elde edilen hükümler üzerinde, hükmün çıkarıldığı devirde yaşayan bütün İslâm bilginlerinin ittifak etmelerine ise, icma’ denilmektedir. İcma’ ile ulaşılan hüküm, içtihat yoluyla elde edilen diğer hükümlerden daha kuvvetlidir. Bu delillerden, Kitap, sünnet, icma ve kıyasın dinin delilleri olduğu konusunda bilginler ittifak ettikleri için bunlara, dinin asli kaynakları da denilmektedir.

Buna göre İslam dininin kaynakları, esas itibariyle Kur’an ve sünnet, diğerleri ise, bu iki delilden hüküm çıkartma metotlarıdır. Akıl da, bu bağlamda, bir yönden delil, bir yönden de delilleri anlama ve mevcut metotları işleme melekesi konumundadır.

1.      1.   Kur’an

Kur’an, Yüce Allah tarafından vahiy yoluyla Peygamberimiz Hz. Muhammed’e Arapça olarak peyder pey indirilmiş, nesilden nesile tevatüren nakledilmiş, mushaflarda yazılı, Fatiha Suresi ile başlayıp Nas Suresi ile sona eren, okunarak ibadet edilen, 6.236 âyet ve 114 sureden oluşan “ilahî kelâm”ın adıdır. Vahiy ise, Allah’ın insanlara iletmek istediği mesajlarını, doğrudan doğruya veya Cebrail vasıtasıyla peygamberlerine bildirmesine denir.

Hz. Muhammed Kur’ân’ı, yirmi üç yıllık süreçte, kendisine geldiği gibi ayetler ve sûreler şeklinde insanlara tebliğ etmiş, vahiy katiplerine yazdırmış ve hafızlar tarafından da ezberlenmesini sağlamıştır. Çeşitli malzemeler üzerine yazılı bulunan sure ve ayetler Hz. Ebu Bekir döneminde toplanarak kitap haline getirilmiş ve Hz. Osman zamanında da çoğaltılarak ülkenin büyük şehirlerine gönderilmiştir. Hz. Peygamber’den günümüze kadar, yazılı olarak ve ezber yoluyla intikal eden Kur’ân, “ilahî-kutsal” metinler içerisinde Allah’tan geldiği şekliyle muhafaza edilen tek kitaptır.

Allah’ın kelâmı olması ve “icaz özelliği”nin yanında İslam dininin inanç, ibadet, ahlak ve muamelatla (hukukla) ilgili olarak hükümler vazeden bir kitap olması Kur’an’ın en belirgin özelliğidir. Allah’ın birliğinden ve sıfatlarından, ahiret hayatından; cennet ve cehennemden haber verir. Buna ilaveten Kur’ân, öğüt ve ibret maksadıyla, önceki peygamberler ve milletlerden bahseder, geçmişe dair tarihî, sosyal olayları içeren “kıssalar” nakleder. İnsanlara adaletle muamele etmeyi ve “takva” sahibi olmayı emreden Kur’ân, kendisini “insanlar için bir öğüt ve hidayet rehberi” olarak tanımlar.[12]

Kur’ân öncelikle insanları tevhide; Allah’ı bilmeye ve O’na inanmaya çağırır. Bu bilgiye erişmek için de insanı, kendi yaratılışı ve kâinattaki ahengi derinliğine düşünmeye davet eder. Bu davet insana evrenin tek boyutlu olmadığını; insan idrakini aşan metafizik boyutunun da varlığını hatırlatmayı amaçlar.

Kur’ân’a göre hayat, sadece içinde yaşadığımız bu dünyadan ibaret olmayan ve ölümle son bulmayan bir vakıadır. Onun için asıl ve devamlı olan hayat ahiret hayatıdır. Ahiret hayatını kazanmak ise insanın dünyada yaptığı işlerle doğrudan ilgilidir. Bu bakımdan Allah’ın Kur’ân’da yapılmasını isteyip müminlere farz kıldığı ibadet ve amelleri yerine getirmenin ve yapılmamasını isteyip haram kıldığı fiillerden uzak kalmanın gereği sıkça vurgulanır. Bütün bunlar hem birey hem de toplum olarak insanın dünya ve ahiret saadetini temin etmeye yöneliktir.

Kısaca Kur’an, “tevhîd” ilkesi temelinde adaletli ve ahlaklı olmayı davranış biçimi haline getirebilmiş sosyal bir birey ve toplum inşa etmeyi hedefler.

2.      2.   Sünnet

Sünnet, Kur’an’dan sonra şerî delillerin ikincisi olup, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleridir. Sünnetin taksiminde bu üç kriter esas alınmıştır: Hz. Peygamber’in; a) herhangi bir konu hakkında yaptığı açıklamalara, sözlü sünnet, b) sahabe tarafından görülüp nakledilen davranışlarına, fiilî sünnet; c) huzurunda sahabe tarafından söylenen sözleri ya da yapılan şeyleri reddetmeyip susması, onaylaması veya güzel karşılamasına da takrirî sünnet denir.

Kur’ân’da sünnetin dini hükümler için delil olduğunu gösteren ayetler bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır: “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Al-i İmrân 3/31); “Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.”  (Nisâ, 4/80); “Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resülüne karşı gelirse şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.” (Ahzâb, 59/36)

Temel kaynağı ilahî vahiy olan İslam dini, Hz. peygamber’in uygulamaları, davranış ve sözleriyle hayata geçirilmiştir. Bu bakımdan ilahi emirlerin nasıl uygulanacağı ve bunların ne manaya geldiği konusunda Müslümanların müracaat ettiği ilk kaynak Hz. peygamber’in davranış ve sözleri; yani sünnet ve hadisleridir.

Hz. Peygamberin sünneti bağlayıcı olup olmayışı bakımından iki kısma ayrılabilir. Birincisi, sünnet-i hüdâ denilen bağlayıcı sünnetlerdir. Bunlar Hz. Peygamber’in itikat, ibadet, ahlak gibi dinî hükümlere dair açıklayıcı ve tamamlayıcı nitelikteki söz ve fiilleridir. İkincisi, sünnet-i zevâid denilen ve bağlayıcı olmayan sünnetlerdir. Bunlar da, Hz. Peygamber’in gündelik hayatında kendine has davranış biçimleri ve sözleridir. O’nun yemek adabı, güzel koku kullanması; aile reisi ve devlet idarecisi olarak sergilediği tutum ve davranışlar bu tür sünnete örnek olarak verilebilir. Dinî bir sorumluluk yüklemese de bu sünnetlerin, Hz. peygambere olan sevgi ve saygılarının bir ifadesi olarak Müslümanlar tarafından yapılmaya çalışılması uygun olur.

D.    İslam Dininin Özellikleri

1.      1.   Tevhid İnancı

Kelime olarak birlemek anlamına gelen tevhid, Allah’ın varlığını, birliğini, bütün yüce nitelikleri kendisinde topladığını, eksik sıfatlardan uzak olduğunu, eşi ve benzeri bulunmadığını bilmek ve buna inanmak demektir. Bu inanç en özlü biçimde “Lâ İlâhe İllallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) cümlesiyle ifade edilir. Bu nedenle bu cümleye “kelime-i tevhîd” denir.

Kur’an, tevhid inancını Allah’ın zatı, tekliği, sıfatları, evren ve insanla ilişkileri açılarından şu şekilde ortaya koymaktadır: Allah birdir. O hiçbir şeye muhtaç değildir; her şey O’na muhtaçtır, O’nda çocuk meydana gelmemiş ve doğrulmamıştır, O’nun benzeri yoktur.[13] O, ortağı olmaktan münezzehtir[14]. Eğer yerde ve gökte Allâh’tan başka ilahlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu[15]. Allah’a oğul ve kızlar isnat edenler, ona iftira etmiş olurlar[16]. Hiçbir gruba veya kişiye daha yakın ya da daha uzak değildir. Herkesin rabbidir.[17]

Allah, mutlak güç sahibidir. Her şeyin dönüşü, O’nadır. O, yaratıcıdır, yaratma sürecini başlatan ve her şeyi yaratan, yoktan var eden ve onlara şekil verendir. Her şeyi kuşatmıştır, her şeyi bilendir, görendir. Yarattıklarını koruyup gözetir. O, azizdir, rahimdir, rızk verendir, hikmet sahibidir, koruyandır, hidayet edendir ve darda kalanlara yardım ulaştırandır. Allah, bütün iyiliklerin kaynağıdır. Her türlü eksiklikten de uzaktır. Yarattıklarına her zaman nimet verir, onlara asla zulmetmez.[18]

Tevhid, ortağı olmayan tek Allah’a ibadeti, O’nu sevmeyi, ihlas ve tevekkül ile O’na bağlanmayı, yalnız ondan ummayı ve yardım dilemeyi, ona güvenmeyi ve dayanmayı, hiçbir konuda O’na eş koşmamayı, O’ndan başka ibadet edilecek bir mabud olmadığını bilmeyi ve söylemeyi gerektirir.

Allah’ın emrettiği şeylerin sevilmesi, haram kıldığı şeylerin sevilmemesi, onun sevdiğine sevgi gösterilmesi, sevmediğinden yüz çevrilmesi, koyduğu kurallara uyulması, hükümlerinin yerine getirilmesi, resullerinin gösterdiği yoldan yürünmesi de tevhidin gereklerindendir. Sadece teorik olarak Allah’a inanmış olmak yeterli olmayıp bu inancın pratik olarak eylemlerle gösterilmesi ve desteklenmesi gerekir. İnanç ve ibadet boyutlarıyla kazanılmış olan imanın, dünyevi her türlü tutum ve davranışa yön vermesi gerçek tevhid akidesinin yansımasıdır. Peygamberlerin tamamı, bu tevhid anlayışına çağırmışlardır. Tevhid inancı, peygamberlerin getirmiş oldukları dinlerin tamamında değişmeyen ve en önde gelen husustur.

2.      2.   Evrensel Oluşu

Allah din gönderirken insanı, onun şart ve imkanlarını, sosyal ve kültürel çevresini ve  ihtiyaçlarını dikkate almıştır. Allah tarafından gönderilen dinler arasında dil, coğrafya, bilgi ve tarihî süreç farklılıkları bulunmakla birlikte; inanç esasları ve ibadet anlayışı ile adalet, doğruluk, sevgi, yardım etme gibi kavramların iyi, zıtlarının ise kötü olduğu gibi temel ve evrensel doğrular ilahi dinlerin ortak özelliğidir. Bu anlamda vahiy kaynaklı bütün dinler aynı olup, İslâm Hz. Adem’den beri gelen vahiy geleneğinin devamı ve son halkasıdır. Bu nedenle, İslam’ın evrensel olması, dünyanın her bölgesinde yaşayan insanları ve kıyamete kadar bütün zamanları kapsaması gerekir[19]. Nitekim İslam’ın temel kaynağı Kur’an’ın mesajları, kıyamete kadar bütün zamanları kapsayacak ve bütün insanları ve hatta cinleri de içine alacak özellik taşımaktadır[20].

Önceki dinler belirli bir dönem veya topluma hitap ederken, İslâm, bütün zaman ve mekanlara hitap etmektedir. Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında, sadece belirli bir grubu değil, tüm insanları muhatap kabul ettiği açıkça görülmektedir[21]. Bu bağlamda, “Ey inananlar”, “Ey insanlar”, “Ey Ademoğlu” gibi umumî hitaplar kullanılmıştır. Hz. Peygamber de, “Her peygamber yalnızca kendi kavmine gönderildiği halde, ben bütün insanlara gönderildim.[22] demiştir.

İslâm, insanları sosyal konum ve cinsiyetlerine göre ayırt etmez. Prensipleri, insanın bireysel ve toplumsal hayatının bütün kesimlerini aydınlatır. Namaz ve oruç gibi ferdi ibadetlerde bile toplum menfaati gözetilmiştir. Dünya hayatının nimetlerine ve güzelliklerine karşı değildir. Dünya ve ahiret arasında dengeli olunmasını, aşırılığa kaçılmamasını, her iki hayatın iyilikleri için de çalışılmasını ister.

Günümüzde evrensel kabul edilen bütün değerler, İslâm’da temelini bulmaktadır. İslâm, insan hakları, doğruluk, güvenirlik, adalet, cömertlik, misafirperverlik, eşitlik, yeniliklere açık olma, yaşlı, çocuk ve kadınların haklarını muhafaza etme, çalışmaya önem verme, barışçı bir anlayışta olma, işi liyakat ve ehliyet sahibi olanlara verme gibi evrensel ilkelerin hepsini benimsemekte ve tavsiye etmektedir.

3.      3.   Akla Değer Verişi

Akıl, insana Allah tarafından verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç sayesinde gerekli bilgileri, iyi ve kötü, yararlı ve zararlı şeyleri bilme imkanı elde eder. İnsanı diğer canlılardan ayıran akıl, onun en üstün vasfıdır.

İslam dininde akıl, imanla sorumlu olmanın ilk şartıdır. İman, akıl  üzerine bina edilir. İnsanın dini yükümlülüğü de akıl ve irade sahibi bir varlık oluşuna bağlanmıştır. Aklı olmayan yükümlü kabul edilmemiş, emir ve yasaklarla sorumlu tutulmamıştır. Bu nedenle İslâm’da, aklın korunması esas gayelerden birisi kabul edilmiş ve bu gayeyi gerçekleştirmek için, geçici bir süre bile olsa aklın fonksiyonlarını yitirmesine sebep olan içki, uyuşturucu vb. maddelerin kullanımını yasaklamıştır.

Kur’ân, insanlara akıllarını kullanmayı, kainat ve meydana gelen hadiseler üzerinde kafa yormayı tefekkür etmeyi ve derinliğine düşünmeyi emreder. Allah’ın varlığı ve birliği de ancak akılla anlaşılır. İnsanın varlığının sebebi, hayatın anlam ve hedefi, niçin, nasıl ve hangi ölçülere göre yaşanılması gerektiği, ölüm sonrası durumunun ne olacağı gibi metafizik alemle ilgili vahiy kaynaklı bilgiler de akıl ile değerlendirildiğinde bir anlam ifade eder.  Tefekküre vurgu yapılarak, bilinenden bilinmeyenin çıkarılması istenmiştir. İnsan kendisindeki, diğer canlılardaki ve sistemlerdeki mükemmelliği aklı sayesinde değerlendirebilir ve bunları Allah’ın yarattığını kavrayabilir, ölümü anlayabilir ve kaderi değerlendirebilir. Bunun için Kur’an’da, “akletmez misiniz?” denilerek, insanlar düşünmeye davet edilmiştir[23]. Buna karşılık aklını kullanmayanlar, düşünmeyenler kınanmıştır[24].

Dinî emirlerin muhatabı olması ve onların anlaşılıp uygulanması açısından akıl birinci önceliği haizdir. Bu bağlamda akıl, şüphe aracı olarak görülmemiş, aksine inanç ve ibadetin temelinde var olduğu vurgulanmıştır. Aklın bir ürünü olan kıyas, dinî hükümlerin dört temel kaynağından biri olarak kabul edilmiş ve İslam hukukunda sıkça kullanılmıştır.

İslâm bilginlerine göre ilahî vahiy akl-ı selîmin kabul edemeyeceği hükümler içermez. Çünkü aklı muhatap alan bir dinin makul olmayan hükümler içermesi kendi içinde bir tezat teşkil eder. Allah tarafından peygamberleri aracılığıyla açıklanan inanç ve ibadetlerle ilgili esaslar konusunda aklın yeni bir hüküm koyma yetkisi yoktur. Ancak inanç ve ibadetlerle, hakkında kesin hüküm bulunan değişime kapalı konular dışındaki günlük hayatla ilgili alanlarda, değişen şartlar ve olaylar karşısında, dinin temel ilkelerine uygun yeni yorumlarla çözüm üretmek ve hüküm vermek aklın görevidir.

4.      4.   İnsan Sevgisi ve Hoşgörü

Kur’an-ı Kerim’de insan ile ilgili olarak, “Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tîn, 95/4) ve “Andolsun biz insanoğlunu şerefli kıldık.” (İsrâ, 17/70) buyurulmuştur. İslâm düşüncesinde, yaratılanı Yaratandan dolayı sevmek ve ona merhamet etmek, Allah’a olan imanın kemal noktasını oluşturmaktadır. Kişinin merhamet etmesi, hem varlığın yaratıcısına, hem de kendine karşı bir görevidir.

İnsanın doğuştan getirdiği kişilik hakları, dokunulmaz kabul edilmiştir. Kişinin inancı, cinsiyeti, etnik kökeni, sosyal statü ve konumu, insan olarak kendisine verilecek değerde etkin değildir. Her insana, Allah’ın yarattığı mükerrem bir varlık anlayışı ile muamele edilmelidir.

İslâm’da herkese af ile muamele edilmesi ön görülmüştür. Nitekim Kur’anda olgun müminlerin özellikleri sıralanırken, “Onlar insanları affederler..” (Âl-i İmrân, 3/134) buyurulmaktadır.

“Alemlere rahmet” (Enbiyâ, 21/107) ve “en güzel örnek” (Ahzâb, 33/21) olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.), bireyler arasında sevgi ve saygıyı yerleştirmek istemiş ve “Birbirinizi sevmedikçe tam anlamıyla inanmış olmazsınız.” buyurmuş[25], başka bir hadiste de inananları bir vücuda benzetmiştir[26].

Hoşgörü; anlayışla karşılamak, farklı dil, cins, din ve inanç sahiplerinin varlıklarından rahatsızlık duymamak demektir. Dolayısıyla toplu yaşamanın vaz geçilmez bir unsurudur. Zira insanların düşünceleri, amaç­la­rı, he­def­le­ri ve yön­tem­le­ri ço­ğu za­man fark­lı ol­du­ğundan her za­man ve her ko­nu­da aynı şekilde düşünmeleri müm­kün değildir.

Hoş­gö­rü an­la­yı­şı İslam toplumlarında öteden beri vardır, bizzat Hz. Pey­gam­ber hoş­gö­rü an­la­mın­da­ki mü­sâ­ma­ha ke­li­me­si­ni kul­lan­mış ve uy­gu­la­mış­tır. Hoşgörü, Hz. Peygamber’in en belirgin özelliklerinden biridir. Etrafındaki Müslümanlara olduğu gibi, diğer dinlerin men­sup­la­rı­na da hoş­gö­rü gös­ter­miş, say­gı­lı davranmıştır. Tebliğ ve irşat görevini yerine getirmesi, diğer inançları bir vakıa olarak kabul etmesine engel olmamıştır. Müş­rik Arap­lar ve Ya­hu­di­le­rle Me­di­ne Söz­leş­me­si­ni im­za­la­mış, onlara inanç, fi­kir, can ve mal gü­ven­li­ği ta­nı­mış­tır. Hıristiyan bir grubun kendi mescidinde ibadet etmesine izin vermesi de, onun engin hoşgörüsünü gösterir.

E.     İmanın Tanımı ve İman Esasları

1.      1.   İmânın Tanımı

Sözlükte tasdik etmek ve güven vermek anlamlarına gelen “iman, dinî bir terim olarak Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve insanlığa tebliğ ettiği dini hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna inanmak anlamına gelir. Îmân, esas olarak, inanılacak şeyleri kalp ile tasdik etmektir. Bunun dil ile söylenmesi ise, diğer insanların onu Müslüman olarak bilmeleri içindir.

Îman, “icmâli îman” ve “tafsîlî îmân” olmak üzere iki kısma ayrılır: “İcmâli îman“, îman edilecek şeylere kısa ve topluca îman etmektir. Bu, kelime-i tevhid olarak bilinen “lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Rasûlüllah (Allah’tan başka tanrı yoktur. Muhammed Allah’ın elçisidir )” cümlesiyle ifade edilir. “Tafsîlî îmân” ise îman esaslarının tamamını ayrı ayrı belleyip hepsine îman etmektir.

2.      2.   Îmân Esasları

İman esasları, Cibrîl hadisi diye bilinen hadiste, Hz. Peygamber tarafından, “Îmân, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere -hayır ve şerrin Allah’ın yaratması ile meydana geldiğine- inanmaktır.” şeklinde açıklanmıştır [27].

  1. a) Allah’a îman; Allah’ın varlığına, birliğine, yaratan, yaşatan ve rızk verenin yalnız Allah olduğuna, O’ndan başka ibadete layık ilah olmadığına, O’nun eşi ve benzeri bulunmadığına, bütün kemal sıfatlara sahip ve eksiklik ifade eden sıfatlardan uzak olduğuna inanmayı gerektirir.
  2. b) Meleklere îmân; melek adı verilen, nurdan yaratılmış, latif, yeme, içme, erkeklik, dişilik, uyuma gibi beşerî özellikleri bulunmayan, Allah’a isyân etmeyen, O’na ibadet ve taat içinde bulunan, Allah’ın emirleriyle farklı şekillere girebilen, gözle görülmeyen yaratıkların varlığını kabul etmeyi gerektirir.
  3. c) Kitaplara îman; Yüce Allâh’ın insanlığa mesajını bildirmek için peygamberlerine göndermiş olduğu kitapların tamamına iman etmeyi gerektirir. Hz. Musa’ya Tevrat, Hz. Davûd’a Zebur, Hz. İsa’ya İncil, Hz. Muhammed’e ise Kur’ân verilmiş; ayrıca diğer bazı peygamberlere de ilahi mesajlar sahifeler halinde ulaştırılmıştır. Kaynaklarda bu peygamberlerden Hz. Adem’e 10, Hz. Şît’e 50, Hz. İdris’e 30 ve Hz. İbrahim’e 10 sayfa verildiği bildirilmektedir.

Kur’ân’ın dışındaki diğer kitapların asılları korunamamıştır. Kur’ân Allah’tan geldiği gibi aynen korunmuş ve kıyamete kadar da korunacaktır (Hicr, 15/9)

  1. d) Peygamberlere îman; Adem’den Hz Muhammed’e kadar her topluma peygamber gönderildiğine (Fâtır, 35/24. Hadîd, 57/25), peygamberlerin Allah’ın emir ve yasaklarını, helal ve haram kıldığı şeyleri, hüküm ve tavsiyelerini insanlara ulaştırdıklarına, insanlara örnek olduklarına inanmayı gerektirir. Peygamberler; özü, sözü ve davranışları dosdoğru, güvenilir, akıllı ve günahsız insanlardır. Peygamberlerden 25 tanesinin ismi Kur’ân’da geçmektedir.
  2. e) Âhiret gününe îman; öldükten sonra insanların tekrar dirileceklerine, mahşer yerinde toplanacaklarına, dünyada bütün yaptıklarından sorgulanacaklarına; iman itaat, inkâr ve isyan durumlarına göre cennet veya cehenneme gideceklerine iman etmeyi gerektirir. İslâm inancına göre kâfir, müşrik ve münafıklar cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Günahkâr müminler Allah affetmez ise cezalarını cehennemde çekecekler, sonra îmânlarının mükafatını görmek üzere cennete gireceklerdir.
  3. f) Kaza ve kadere îman; Allah’ın ezelden ebede kadar olacak şeylerin zaman ve mekanını, nitelik ve özelliklerini, kısaca ne şekil ve ne zamanda olacaklarsa onların hepsini ezelde daha bunlar yok iken bilip o suretle takdir etmesine (kader); ezelde takdir ve irade buyurduğu şeylerin zamanı gelince her birisinin ezeldeki ilim, irade ve takdirine uygun bir şekilde meydana gelmesine  (kaza) iman etmeyi gerektirir (Hadîd, 57/22) .

Kaza ve kader Allah’ın ilmi ve iradesi ile ilgili konulardır.

İmânın geçerli olabilmesi için; a) imânda şüphe olmaması (Hucûrat, 49/15), b) imân edilecek şeylerin hepsine inanılması (Bakara, 2/85. Nisa, 4/150-151), c) yeis (ölümle karşı karşıya kalınan son an) halinde olmaması (Nisa,4/18Mümin, 40/85), d) imâna şirk karıştırılmaması (En’am, 6/82)  gerekir. Bu şartlardan biri eksik olursa, iman geçerli olmaz.

F.     İmân-Amel İlişkisi Ve İmanın Gündelik Hayata Yansıması

Amel“, kişinin İslâm’ın hükümlerini hayatında uygulaması demektir. İslâm’a göre iman, sadece felsefî bir inanç ve kanaatten ibaret değildir. İman eden insan, inancının gereği olarak, Allah’ın emir ve yasaklarına, helal, haram, öğüt ve tavsiyelerine uymak ve Kur’ân ahlakına sahip olmak zorundadır. İman, ibadet etmeyi, ibadet de ahlaklı ve dürüst olmayı gerektirir. Nitekim Yüce Allâh Kur’ân’da; “(Ey Muhammed) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût, 29/45); “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.” (Bakara, 2/183) buyurulmuştur.

Mümin, imanının gereği günde beş vakit namaz kılmak ve ramazan orucunu tutmak zorundadır. Kıldığı namaz ve tuttuğu orucun da onu her türlü haram ve kötülükten uzaklaştırması gerekir.

Peygamberimiz (a.s.); “Biriniz oruçlu iken çirkin, kötü ve kaba söz söylemesin, bağırıp çağırmasın, kavga etmesin. Birisi kendisine sataşırsa ona ‘ben oruçluyum’ desin,”[28] “Kim yalan sözü ve yalan ile iş yapmayı bırakmazsa Allah’ın onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur”[29] buyurmuş; ey Allah’ın elçisi! İslam hakkında bana öyle bir söz söyle ki senden sonra onu kimseye sormayayım diyen sahâbîye Peygamberimiz (a.s.) “Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol[30] cevabını vermiştir.

Dolayısıyla imanın gereği olarak oruç tutan ve namaz kılan mümin; yalan, yalancı şahitlik, gıybet, iftira, hile, aldatma, hırsızlık, kumar ve benzeri  kötü söz, fiil ve davranışlardan uzak, söz ve eylemlerinde dürüst ve dosdoğru olmak zorundadır. Nitekim Kur’an’da, “(Ey Peygamberim!) Emrolunduğun gibi dosdoğru ol, seninle birlikte tövbe eden müminler de dosdoğru olsunlar” buyurulmaktadır (Hûd, 11/112).

Kur’ân’da bir çok âyette “îman edin” (Nisa, 4/136 Teğabün, 65/8) emrinin yanında; “konuştuğunuzda doğruyu söyleyin” (Ahzâb, 33/70), “Yalandan kaçının” (Hac, 22/30); “Tartıyı adaletle tam yapın, teraziyi eksik tutmayın” (Rahmân, 55/9); “Allah için adaletle şahitlik edenler olun” (Mâide, 5/8); “Yaptığınız sözleşmeleri yerine getirin” (5/1Mide, 5/1); “Zinaya yaklaşmayın” (İsrâ, 17/32),  “Yetim malı yemeyin” (İsrâ, 17/34), “Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın” (İsrâ, 17/33), “Birbirinizin gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın” (Hucûrât, 49/12), “İsraf etmeyin” (A’râf, 7/31), “Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin” (Nisa, 4/29), “Sakın anne-babana öf bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle” (İsrâ, 17/23), “Cimri olma” (İsrâ, 17/29) … buyurulması, imanın etkisinin, kişinin bütün hayatında görülmesi gerektiğine işaret etmektedir.

İmanın gereği olarak yapılması gerekenleri yapmayan, emir ve yasaklara riayet etmeyen mümin, İslâm’dan çıkmamakla birlikte, günahkâr ve isyankâr olur. Ahiretteki hesabı Allâh’a kalmıştır; Allâh dilerse onu affeder, dilerse cezalandırır.

G.    Emir ve Yasakların Hikmetleri

Allah’ın güzel isimlerinden biri de, Hakîmdir. Hakim ise, her işi ve her hükmü doğru ve bir amaca yönelik olan, yaratıklarını mükemmel ve sağlam bir şekilde vâr eden ve onları iyi bilen anlamlarına gelmektedir.

Kur’ân’da Allah’ın her şeyi en güzel biçimde yarattığı[31], bütün varlıkları amaçsız, boş yere ve eğlence olsun diye var etmediği[32] bildirilmektedir. Kâinattaki düzen ve uyum, eşya ve olaylardaki âhenk de Allah’ın fiillerindeki hikmeti göstermektedir.

Kur’ân’da pek çok âyette Allah’ın “hakîm (hikmet sahibi)” olduğuna vurgu yapılmakta; “Şüphesiz Allah, azizdir, hikmet sahibidir” (Bakara, 2/220); “Şüphesiz Allah alîmdir, hikmet sahibidir” (Tevbe, 9/28); “… İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?”(Mâide, 5/50) buyurulmaktadır.

Allah’ın bütün emir ve yasaklarında, kullar tarafından anlaşılabilen veya anlaşılamayan pek çok hikmet vardır. Allah’ın koymuş olduğu bütün hükümlerdeki genel amaç; özet olarak kulların yararlarını sağlamak ve zararlarını gidermek şeklinde ifade edilebilir. Dinî hükümlerde canın korunması, aklın korunması, neslin korunması, malın korunması ve dinin korunması beş temel amaç olarak kabul edilmiştir. Nitekim, canın korunması amacıyla, cana kıymak yasaklanmış[33], haksız yere cana kıyanlar için dünya ve ahirette cezalar öngörülmüştür[34]. Aklın korunması amacıyla, alkollü içkiler ve uyuşturucu maddeler yasaklanmıştır[35]. Neslin korunmasına yönelik olarak, evlilik tavsiye edilirken[36], evlilik dışı ilişkiler[37], kürtaj, çocukların öldürülmesi[38], iffete iftira[39] yasaklanmıştır. Malın korunmasını temin amacıyla hırsızlık, gasp, karaborsacılık, dolandırıcılık, faiz vb  yasaklanmış, ticaret teşvik edilmiştir[40]. Dinin korunmasına yönelik olarak, imanda sebat[41], namaz, zekat, oruç, hac gibi ibadetler[42], Allah ve Peygambere itaat[43] ile cihat[44] emredilmiş; Allâh’a ve peygamberine isyan, haddi aşmak, kafirleri sırdaş edinmek, diğer din mensuplarının ilahlarına ve kutsal saydıklarına hakarette bulunmak vb. yasaklanmıştır[45]

H.    Allâh Sevgisi

Allâh’ın yarattıklarına bahşettiği en önemli şeylerden biri olan sevgi, kişiyi bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygudur. Varlıklar içerisinde en çok sevgiye layık olan, bizi yaratan, yaşatan ve rızıklandıran Yüce Allah’tır. Nitekim Hz. Peygamber, “Sizi nimetleriyle rızklandırdığı için Allah’ı seviniz” buyurmuştur.[46]

Allâh sevgisi, ancak O’na itaat edip dîni görevleri yerine getirmeye özen göstermek; O’nun rıza, hoşnutluk ve yakınlığını arzu etmek şeklinde ifade edilir. Bu nedenle Allah sevgisi; iman edip, sâlih ameller işlemeyi, özverili, sabırlı, itaatkâr ve Kur’ân ahlakına sahip olmayı; kısaca Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e uymayı gerektirir. Nitekim Kur’an’da “(Ey Peygamberim!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin”  buyurulmaktadır (Al-i İmrân, 3/31).

Yüce Allah, kendisini seven insanları şöyle tanıtmaktadır: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilin ki) Allah, onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allâh onları sever, onlar da Allâh’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihat ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte bu Allâh’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allâh lütfu geniş olandır. Hakkıyla bilendir.” (Mâide, 5/54).

Allâh’ı sevmenin başka bir göstergesi de, Allâh’ın yarattıklarını, Allah için sevmektir. Yunus Emre bu hususu şu dizeleriyle güzel bir şekilde ifade etmektedir:

Elif okuduk ötürü,

Pazar eyledik götürü,

Yaradılanı hoş gördük

Yaradandan ötürü.

Kamil mü’minin özelliklerinden biri de, sevgisinin ve nefretinin, temelde Allâh rızasını kazanmaya yönelik olmasıdır. Hz. Peygamber, “Kim Allah için sever, Allah için kızar, Allah için verir ve Allah için men ederse (o kimsenin) imanı kemale ermiştir[47], “Amellerin en fazîletlisi Allah için sevmek ve Allah için  kızmaktır[48] buyurmuştur.

İ.       Sevap-Günah ve Tövbe Anlayışı

İslâm inancına göre, dinin emir ve yasaklarına uygun davranışlarda bulunan Mü’min kimseye Allâh’ın vereceği mükafata sevap denir. Allâh’ın mükafatını kazandıran işlere de “sevaplı işler” anlamına kısaca sevap denir. Emir ve yasaklarına aykırı davranmaya ise günah denir.

Şirk ve küfür en büyük günahtır. Hz. Peygamber günahı, “kişinin vicdanını tırmalayıp, onu huzursuz eden ve diğer insanların bilmesini istemediği şeydir” şeklinde tanımlamıştır.[49]

İnsan iyiyi de, kötüyü de  yapabilecek yetenekte yaratılmıştır. Nitekim Kur’an’da buna işaretle “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip, ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham eden (Allah’a) andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de  ziyana uğramıştır” buyurulmaktadır (Şems, 91/7-10).

İslâm inancına göre her insan, günahsız doğar. Akıllı olarak ergenlik çağına eriştiğinde dinî hükümlerle yükümlü olur. Bundan sonra davranışlarına göre sevap veya günah kazanır. Şirk ve küfür dışındaki günahların işlenmesi kişiyi İslâm dairesinden çıkarmaz.

İnanan kişi, günahtan sakınmak için gerekli gayreti göstermelidir. Bununla birlikte her insan, günah işleyebilir. Ancak önemli olan günahta ısrar etmeyip tövbe edebilmektir. Hz. Peygamber, “Her insan hata yapar. Hata edenlerin en hayırlısı ise, tövbe edenlerdir[50] buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir.

Yüce Allah, günahtan kurtuluş yolu olarak insanlara tövbe kapısını sonuna kadar açmıştır. Tövbe, insanın günahından dolayı pişmanlık duyması, o günahı terk ederek Allah’a yönelmesi ve O’ndan, af dilemesidir. Bu anlamda tövbe, kulun şirk ve küfürden îmana; isyandan itaate, günahtan sevaba, yanlıştan doğruya yönelmesidir.

Müslüman’ın günahlarına tövbe etmesi dînî bir görevdir. Bu görev ömür boyunca devam eder. Tövbe etmek için aracıya ihtiyaç olmadığı gibi, tövbe etmenin özel bir zaman ve mekanı da yoktur. İnsanın, zaman kaybetmeden ve ölüm ile karşı karşıya gelmeden günahından tövbe etmesi gerekir. Çünkü son nefeste yapılan tövbe geçerli değildir[51].

İnsanın günahı ne kadar büyük ve ne kadar çok olursa olsun şartlarına uygun tövbe ederse Allah onu bağışlar. Çünkü Allah; tövbeleri çok kabul eden, çok bağışlayan ve çok merhametli olandır[52]. Onun için Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez. Yüce Allâh bu hususu şöyle ifade etmektedir:(Ey Peygamberim!) De ki: Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 39/53)

Yüce Allâh, tövbe eden kullarından razı olacağını ve onları seveceğini Kur’an’da müjdelemektedir[53]. Ayrıca büyük günahlardan sakınıldığı takdirde küçük günahları bağışlayacağını da bildirmektedir: “Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan sakınırsanız, (küçük) günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere koyarız” (Nisa, 4/31. bk. Necm,53/32).

 

[1] bk. el-Cürcânî, Ta’rîfât, “dîn” md.; Tehanevî, Keşşâf, “dîn” md. II/305; Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II/1061-1064.

[2] İmam-ı Azam Ebu Hanîfe, “Fıkh-ı Ekber”, (İmâm-ı Azam’ın Beş Eseri) s.75.

[3] Celal Kırca, “Din”, (İslamî Kavramlar), 184-187.

[4] Bk. Hikmet Tanyu, İslâm Dininin Düşmanları ve Allâh’a İnananlar, 76; Osman Cilacı, Günümüz Dünya Dinleri, 23-25.

[5] Buhârî, Kitabu’l-Kader, 3/6599.

[6] Şems 91/8.

[7] Al-i İmrân 3/3-4.

[8] Bakara 2/62.

[9] En’am 6/108.

[10] Bu hadîsin tam metni için bkn. Ebu Davud, Akdiye, 11; Tirmizî, Ahkam, 3; İbn Mace, Menâsik, 38.

[11] Örf, insanların çoğunluğunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler ile lafızların, duyulduğunda hatıra başka anlam gelmeyecek derecede özel bir anlamda kullanılmasının teamül haline getirilmesi;  istihsân,  müçtehidin daha kuvvetli gördüğü bir delil veya bir husustan dolayı, bir meselede benzerlerine verdiği hükümden vaz geçip başka bir hüküm vermesi; ıstıslah, ayet ve hadislerin yorumlanmasında veya hakkında nass bulunmayan konularda içtihad edilirken, din açısından muteber olan yararların gözetilmesi; ıstıshâb, değiştiğine dair bir delil bulunmadıkça, geçmişte sabit olan bir durumun varlığını koruduğuna hükmetmek; sedd-i zerîa ise, harama vesîle olan şeylerin de yasak olması demektir.

[12] Bkn. Tâ Hâ, 20/2-3; Neml, 27/2; İsrâ, 17/9.

[13] İhlas 112-1-4.

[14] Haşr 59/23.

[15] Enbiya 21/22.

[16] Nahl 16/57; Yunus 10/68.

[17] Bakara 2/186; Fatiha 1/2.

[18] bk. Bakara 2/255; Haşr 59/22-24; Şûrâ 42/19; Nisa 4/40.

[19] Al-i İmrân 3/19, 83, 85; Sebe’ , 34/28.

[20] Rahman, 55/31-35; İbrahim, 14/1.

[21] Sebe, 34/28; Furkan, 25/1; A’raf, 7/158.

[22] Buharî, Cami’, Teyemmüm, 1; Nesâî, Sünen, Gusül, 26.

[23] Yusuf 12/109; Enbiya 21/10; Mü’minun 23/80.

[24] Enbiya 21/67.

[25] Müslim, İman, 93.

[26] Müslim, Birr, 67.

[27] Müslim, Îmân, 1. 5. I, 37, 40. bk. Buhârî, Îman, 37. I, 8. Tirmizî, Îmân, 4. Ebû Dâvud, Sünnet, 16. Nesâî, Mevâkît, 6, İbn Mâce, Mukaddime, 9.

[28] Müslim, Sıyâm, 163. I, 807. Buhârî, Savm, 9.

[29] Buhârî, Savm, 9. I, 228. Ebû Dâvûd, Savm, 25. I, 767.

[30] Müslim, İman, 62. I, 65.

[31] Secde, 32/7.

[32] Sâd, 38/27, Dühân, 44/38-39.

[33] İsrâ 17/33.

[34] bk. Nisa 4/93; Bakara 2/178-179.

[35] Maide 5/90.

[36] Nur 24/32.

[37] A’raf 7/33; İsra 17/32.

[38] İsra 17/31.

[39] Nur 24/4-10, 23,24.

[40] bk. Bakara 2/275-279, 282-283;  Mutaffifin 83/1-3; Nisa 4/29; İsra 17/35; Cuma 62/10.

[41] Nisa 4/136

[42] Bakara 2/43, 185; Al-i İmrân, 3/97

[43] Al-i İmrân 3/102, 132

[44] Saff 61/10-11.

[45] bk. Nisa 4/14; En’am 6/108; Al-i İmran 3/118.

[46] Tirmizî, Menâkıb, 33.

[47] Ebû Dâvûd, Sünnet, 16. (V, 60)..

[48] Ebu Davud, Sünnet, 3. (V, 7).

[49] İbn Mâce, Zühd,  51. No: 2388.

[50] İbn-i Mace, Zühd, 30. Hadis 4251.

[51] Nisa, 4/18.

[52] bk. Bakara 2/54, 160, 173; Âl-i İmran 3/31.

[53] Bakara, 2/222.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir