İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Fıkıh Terimleri Sözlüğü

DÎNÎ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ

– A –

 

Abdest Âcir Adak (Nezir) Adet
Ahkâm Akîka Âkil Âkile
Akit Alışveriş A’mâl Şirketi (Sanayi Şirketi) Amd(en)
Âmil Âmm Âmme Arafat
Arâyâ Arazî Âriyet Asabe
Ashâb-ı Ferâiz Âşir Avam Avlanmak
Avliye Avret Ayise Azât Etmek
Azil Azîmet

– B –

Bâğî Bâin Talâk Bâliğ Bâtıl
Bâyi Bayram Bayram Namazı Bedel
Bedene Belvâ Berâet Bey’
Bey’at Beynunet (Beynûnet-i Kübrâ, Beynûnet-i Suğra) Beytülmal Beyyine
Borç Boşanma Buğat Bulûğ
Butlân Buyû’

– C –

Câife Câiha Câiz Cariye
Cebîre Cebr Cehalet Cehrî – Cehren
Celâbîb Celde Celse Cemaat
Cemre Cenabet Cenâze Cenâze Namazı
Cenin Cevaz Ceza Cilbâb
Cimâ Cinayet Cinnet Cirah
Cizye Cuâle Cuma Cuma Namazı
Cünûn Cünüplük Cürüm Cüzâf

– D –

Dahve-i Kübrâ Dahve-i Suğrâ Dâr Kavramı Davâ
Dâyin Defin Defîne Delâlet
Deli Delil Delk Dem
Devir Deyn Dirhem Diyet
Dövme Duha Namazı

– E –

Ecîr Ecr Edâ Edille-i Şer’iyye
Ef’al-i Mükellefin Ehl-i Hibre Ehl-i Vukuf Ehl-i Zimmet
Ehliyet Ehlü’l-Hal ve’l-Akd Ehven-i Şer Eimme-i Erbaa
Eimme-i Selâse Emân Emanet Emâre
Emir Emîr Emîr-i Hac Emvâl Şirketi (Şirket-i Emval)
Emvâl-i Bâtına Emvâl-i Zahire Emvât Ergenlik
Erş Esîr Eşhuru’l-Hurum Evâmir
Evkaf Evlâ Evvabîn Namazı Eyyâm-ı Bîd
Eyyâm-ı Nahr Ezan

– F –

Fahiş Fiyat Fâite Fakd Fakih
Farîza Farz Fâsit Fecr
Fehvâ Fekk Fer’ Ferağ
Ferâiz Fesât Fesih Fetvâ
Fevait Fey’ Fıkıh Fıtra
Fıtr Bayramı Fidye Fitre Fukahâ
Fukahâ-i Seb’a Fuzûlî Fürû’

– G –

Gabn Galat Galle Gamus Yemini
Ganî Ganimet Garâmet Garar
Gasil Gasp Gayr-i Meşru Gayr-i Müekket Sünnet
Gazi Gedik Götürü Satış Gurre
Gusül

– H –

Hac Hacamât Hacb Hacir
Haciz Had Cezaları Hades Hafâ
Hafî Hakk-ı Civâr Hakk-ı Mecrâ Hakk-ı Mesîl
Hakk-ı Mürûr Hakk-ı Şefeh Hakk-ı Şirb Hakk-ı Şürb
Hakk-ı Teallî Haksız Fiil Haksız Kazanç Halef (Halefiyyet)
Halîfe Hamr Hanbelî Mezhebi Hanefî Mezhebi
Hânis Haraç Haram Haram Ayları
Harbî Harem Haremeyn Harîm
Hâss Hata Havaic-i Asliyye Havale
Havelân-i Havl Hayız Hazır ve İbâha Hedy
Helâl Hervele Hezl Hıdâne
Hıyar Hibe Hilâf (İlmi) Hilâfet
Hilallemek Hîle Hile-i Şer’iyye Hill Bölgesi
Hisbe Hukne Hukuk Hul’
Humus Hurmet Hüsûf Namazı Husumet
Hutbe Hüccet Hüküm Hükümet-i Adl
Hülle Hünsâ Hürre

– I –

Iskat ve Devir Iskat-ı Cenîn Ismarlama Istıshâb
Istısnâ’ Itâk Itk Iyâl
Îd Izdıbâ Izdırar

– İ –

İâre İbâha İbârenin Delâleti İbnü’s-Sebil
İbrâ Îcâb İcâbet Îcar
İcâre İcâre-i Vâhide İcâreteyn İcbâr
İcmâ’ İçtihât İddet Îfâ
İflâs İfrad Haccı İfsât İftâ
İftar İftitah Tekbiri İhram İhraz
İhsâr İhtikan İhtikar İhtilâm
İhtisab İhtiyar İkâle İkamet
İkrâh İkrâr İkraz İktida
İktisat İktizânın Delâleti Îlâ İllet
İlm-i Hilâf Îmâ İmâm İmâme
İmâmet İmâmeyn İmsâk İnan Şirketi
İnfisâh İn’ikâd İntihar İnzâl Vaki Olmak
İrtifak Hakları İsfâr İskâr İspat
İstibrâ İstidlâl İstiftâ İstihâre
İstihâze İstihsân İstikbâl-i Kıble İstikrâz
İstilâm İstimnâ İstinbat İstincâ
İstinkâ İstinşâk İstircâ’ İstiskâ
İşâretin Delâleti İşrâk Vakti İtikâf İtlâf
İttibâ’ İyâl İyas İzâr

– K –

Kabir Kabul Kabz Ka’de
Kâmet Kaplama Mesh Karaborsacılık Karîne
Karz Kasâme Kasem Katil
Kaved Kavme Kaylûle Kazâ
Kazf Kefâlet Kefen Keffâret
Kefîl Kerahet Keylî Kıble
Kıraat Kıran Haccı Kısâs Kıyam
Kıyas Kıyemî Kinâye Kirâ
Kisve Kitâbet Köle Kulleteyn
Kunût Kurbân Kurbet Kuşluk Namazı
Kuşluk Vakti Küfüv Küsûf Namazı

– L –

Lağv Yemini Lâhik Lahit (Lahd) Lahn
Lakît Liân Lifâfe Livâta (Lûtîlik)
Lukata

– M –

Mâcin (Müftî Mâcin) Maddi Temizlik Ma’dûm Mahcûr
Mahmasa Mahrem Mahzur Mâ-i Câri
Mâ-i Meşkûk Mâ-i Mukayyed Mâ-i Mutlak Mâ-i Müstamel
Maktûl Mal Mâlik Mâlikî Mezhebi
Mâni’ Mantûk Maraz-ı Mevt Maslahat
Mazmaza Mebî’ Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye) Mecnûn
Medenî Müeyyide Medyûn Mefhûm Mefkûd
Mehir Mekîl Mekrûh Memlûk
Memnû’ Menâsik Mendûb Menfaat
Meni Mes’â Mesâlih-i Mutebere Mesâlih-i Mülgâ
Mesâlih-i Mürsele Mesbûk Mesh Mest
Meşâir (Meşâiru’l-Hacc) Meşakkat Meş’aru’l-Harâm Meşrû’
Metâ’ Metâf Mevâlî Mevat Arazi
Mevkuf Akid Mevlâ Mevle’l-Muvâlât Mevt
Mevzûn Meyte Meyyit Mezhep
Mezi Mîkât Mina Mîras
Mîrî Arazi Miskal Miskîn Mislî
Muaccel Muâhede Muâmelât Mubâh
Mucib Mudârabe Mufâvada Şirketi Muhalaa
Muharrem Muhâyee Muhayyerlik Muhâzât-ı Nisâ
Muhdis Muhsan Muhtazar Muhtekir
Muhtesip Mukallid Mukavele Mukâyaza
Mukayyet Muktedî Murâbaha Murdar
Mûris Murûr-i Zaman Musallâ Musallî
Mu’temir Mut’a Mutlak Muvalât
Muzâra’a Şirketi Muztarr Mübâdele Mücâzefe
Mücbir Velî Mücmel Müçtehit Müdd
Müdebber Müdrik Müeccel Müekket Sünnet
Müellefe-i Kulûb Müeyyide Müezzin Müfesser
Müflis Müfsit Müftâ bih Müftî
Mühâkale Mükâtebe Mükellef Mükrih
Mülâane Mülci İkrâh Mülk Mülk Şirketi
Mülkiyet Mültezem Mümeyyiz Münakehat
Mün’akid Mürâhık Müsâveme Müskir
Müslim Müstamel Su Müstecir Müsteftî
Müstehab Müstemin Müşkil Müşteri
Mütekavvim Mütûnu Erba’a Müvekkel Müvekkil
Müzâbene Müzdelife

– N –

Nâdiru’r-Rivâye Nafaka Nâfile Nâfiz
Nahr Nâib Nâmahrem Namaz
Narh Nass Nassın Delâleti Nassın İbaresi
Nassın İşâreti Nebiz Necâset (Necâsetten Taharet) Neceş
Necis Nedb Nehâr-i Şer’î Nehiy
Nemâ Nesep Nezir Nifas
Nikah Nisap Niyet Nükûl
Nüsük

– O –

Oruç

– Ö –

Ödünç Örf Öşür Özür

– P –

Poligami

– R –

Radâ’ Recm Reddiye Rehin
Rekat Remel Remy-i Cimar Revâtib Sünnetler
Re’y Rıtl Ric’î Talâk Rics
Rikaz Rikk Ruhsat Rü’yeti-i Hilal
Rücû’ Rükn Rükû Rüşd

– S –

Sâ’ Sadaka Sadaka-i Fıtır Saf
Safâ ve Merve Sahib-i Tertîb Sahur Sâî
Sâime Salâ Salât Sanayi Şirketi (Şirket-i A’mal)
Sarf Sarih Sârik Savm
Sa’y Sayd Sebep Secde
Sedd-i Zerîa (Sedd-i Zerâyi’) Sefâhet Sefih Sehiv Secdesi
Sekr Selem Semen Setr-i Avret
Sev’eteyn Sevm-i Nazar Sevm-i Şirâ Sıyam
Sinn-i Buluğ Si’r Sirkat Suç
Sulh Sücûd Süftece Süknâ
Süt Akrabalığı Sütre

– Ş –

Şafiî Mezhebi Şakîk(a) Şarap Şart
Şavt Şecce Şefî’ Şer’î
Şeyhayn Şirâ Şirket Şuf’a

– T –

Ta’dîl-i Erkân Taharet Tâhir Tahiyyetü’l-Mescid
Tahlil Tahrîm Tahrime Tahrimen Mekruh
Tahsîs Taklîd Talak Tarafeyn
Tasadduk Tasarruf Tatavvu’ Tatlîk
Tavaf Tavaf Namazı Tavaddu Ta’zîr
Tazmînât Teaddüd-i Zevcât Teammüden Teâmül
Teâtî Teberru’ Techîz Teheccüd Namazı
Tekfîn Teklîfî Hüküm Telbiye Telfîk
Telkîn Temettû’ Haccı Temkin Vakti Temlik
Temyiz Teneşir Tenzihen Mekruh Terâvih
Tercih Ehli Terike Terviye Günü Tesbîh Namazı
Tesettür Teşehhüd Teşmît Teşrî’
Teşyî’ Tevâ Tevkîl Tevliye
Teyemmüm Tezvîc Tilâvet Secdesi Tuma’nîn

– U –

Udhiye Ukûbât Umrâ Umre
Umûmu Belvâ Urbûn Urûz Usûl-i Fıkıh
Uşr

– Ü –

Ücret Ülke Ümmü Veled

– V –

Vâcib Vadeli Alışveriş Vakfe Vakıf
Vâkıf Vâris Vasî Vasiyyet
Vaz’u’l-Haml Vedîa Vedy Vekâlet
Vekîl Velâyet Veled-i Zinâ Velî
Velîme Verâset Veresiye Vesk
Vitr Vücûb Vücub Ehliyeti Vücûh Şirketi (Şeriket-i Vücûh)
Vudû’

– Y –

Yağmur Duası Yemîn Yetim Yevm-i Nahr
Yevm-i Şekk Yolcu

– Z –

Zâhir Zâhiru’r-Rivâye Zâmin Zammu Sûre
Zarûret Zebh Zekât Zelletü’l-Kârî
Zengin Zerâyi’ Zevâid Zevâl
Zevi’l-Erham Zıhâr Zî Rahim Zimmî
Zinâ Zirâ’ Zünnâr Züyûf

 

 

– A –

Abdest

Farsça âb (su) ve dest (el) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen abdest kelimesi, “el suyu” anlamına gelir. Arapça’da “güzellik ve temizlik” manasına gelen vudû’ kelimesiyle ifade edilir.

Namazın şartlarından birisi olan abdest, namaz ve Kabe’yi tavaf, tilavet secdesi gibi bazı ibadetleri yapmak için, vücudun belirli uzuvlarını usulüne uygun olarak yıkamak veya meshetmektir. Abdest müstakil bir ibadet olmayıp, belli ibadetleri yapmaya imkan veren vasıta ibadettir. Manevi temizlik ve namaz başta olmak üzere ibadetlere ruhen ve bedenen hazırlık mahiyetinde olan abdest, aynı zamanda maddi bir temizlenme vasıtasıdır.

Maide suresinin 6. ayetinde, abdestin namaz için farz kılındığı bildirilmekte ve rükünleri (farzları) sayılmaktadır. Ayette zikredilen abdestin farzları; yüzü yıkamak, kolları dirseklerle beraber yıkamak, başı meshetmek ve ayakları topuklarla birlikte yıkamaktır. Bu şartlara Şafiiler, niyet ve tertibi; Hanbelîler, tertip ve uzuvların peşi peşine yıkanmasını; Malikîler, niyet ve uzuvların ardarda ovalanarak yıkanmasını ilave ederler. Bu şartlara riayet edilerek alınan abdestin sağlıklı olabilmesi için, abdest uzuvlarında kuru yer bırakılmaması ve deri üzerinde suyun temasını engelleyecek bir şeyin bulunmaması gerekir.

Usul ve adabına uygun bir şekilde abdest şöyle alınır: Abdeste niyet ve besmele ile başlanır, parmak aralıkları da dahil eller bileklere kadar üçer defa yıkanır, dişler temizlenir, ağza ve buruna üçer defa su verilip yıkanır. Yüz ve dirseklerle beraber kollar üçer defa yıkanır. Sağ el ıslatılarak elin içiyle başın üstü bir defa meshedilir. İki elin içi ile başın tamamının meshedilmesi daha iyidir. Eller ıslatılarak parmaklarla kulakların içi ve dışı, sonra da ense birer defa meshedilir. En son olarak da, üç defa ayaklar topukları ile birlikte yıkanır. Yıkamaya sağ uzuvlardan başlamak, suyu iktisatlı kullanmak, abdest esnasında ve sonunda dua etmek, kelime-i şahadet getirmek abdestin sünnetlerindendir.

Abdest, idrar ve dışkı yollarından herhangi bir şeyin çıkması, vücudun herhangi bir yerinden kan, irin gibi şeylerin çıkarak akması, ağız dolusu kusmak, bayılma, delirme , uyku ve sarhoşluk gibi şuuru engelleyen durumlar abdesti bozar.

Âcir

İcâre (kira) akdinde taraflardan biridir. (bk. İcâre)

Adak (Nezir)

Adak, dinen mükellef olmadığı halde, kişinin farz veya vacip türünden bir ibadeti yapacağına dair Allâh’a söz vermesi şeklinde tanımlanabilir. Adak, ferdin, arzu ettiğine kavuşmak, korktuğundan sakınmak hususunda Allâh’ın yardım ve desteğini sağlamak amacıyla, kendiliğinden bir takım dinî mükellefiyetler altına girmesi olarak yorumlanabilir. Bu nedenle, adak hemen hemen bütün dinlerde değişik şekillerde bulunmaktadır.

Bir adağın dinen geçerli olabilmesi için, adakta bulunan şahsın, akıllı, buluğ çağına erişmiş ve Müslüman olması gerekir. Ayrıca adanan şeyin, gerçekte mümkün, dinen de makbul ve meşru olması, namaz, oruç, hac, kurban, sadaka gibi farz veya vacip ibadetler cinsinden olması gerekir. Türbelere mum yakma, bez bağlama, horoz kesme, şeker ve helva dağıtma şeklinde yapılan adaklar geçersizdir.

Şartlarına uygun olarak yapılan adağın yerine getirilmesi vaciptir. Adaklarda, belli bir mekanı, malı veya fakiri zikretmiş olma bağlayıcı değildir. Aslolan o ibadetin yerine getirilmesidir.

Adet:

bk. Hayız.

Ahkâm:

bk. Hüküm.

Akîka

Yeni doğan çocuğun başındaki saça Arapça’da akîka denir. Istılahta ise, yeni doğan çocuk için kesilen şükür kurbanına verilen isimdir. Akîka kurbanı kesildiği gün çocuğun saçı da tıraş edildiği için bu isim verilmiştir.

Malikî, Hanbelî ve Şafiîlere göre akîka kurbanı kesmek sünnettir. Hanefîlere göre ise, mubah, bir rivayete göre de menduptur. Akîka kurbanının, çocuğun doğumunun yedinci günü kesilmesi, aynı gün saçlarının tıraş edilerek çocuğa isim konması ve kesilen saçın ağırlığınca altın veya gümüş sadaka olarak dağıtılması müstehaptır.

Akîka kurbanı, koyundan olabileceği gibi, sığır ve deveden de olabilir. Kurban edilecek hayvanda bulunması gereken şartlar, etinin kimlere verilebileceği ve kimler tarafından yenilebileceği, kurban bayramında kesilen kurban gibidir.

Âkil

Âkil; akıllı, akıl sahibi kimse demektir. Eşyanın güzellik, çirkinlik, kemal ve noksanlık sıfatlarını idrak etme; her çeşit faaliyette doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayırma yetisine sahip kişiye âkil denir.

Akıl ve buluğ devresi, genelde, dini mükellefiyetlerin, ferdi ve toplumsal görev ve sorumlulukların başlangıcıdır. Akıllı olmayan, dini mükellefiyetlere muhatap olmadığı gibi, bunların ferdi ve toplumsal sorumlulukları da sınırlıdır.

Akıl, ferdin psikolojik ve manevi olgunluğunu, buluğ ise biyolojik ve maddi yetişkinliğini ifade eder. Fert buluğ çağına erişmeden iyiyi kötüden ayırt edebilecek çağa ulaştığında, noksan bir eda ehliyetine sahiptir; tamamen zararına olan tasarrufları geçersizdir, yarar ve zararına muhtemel olan tasarrufları ise, velisinin iznine bağlıdır. Akıllı olarak buluğ çağına erişen kimse ise, tasarruf ehliyetine sahip olup, dini hükümlere muhatap olduğu gibi bütün tasarruflarından da sorumludur.

Âkile

Arapça’da, bağlayan, engelleyen anlamına gelen âkile; ıstılahta diyeti ödemeyi üstlenen veya diyet ödemekle mükellef tutulan şahıslar veya topluluğa denir.

İslâm hukukunda kasıt ve taammüt bulunmaksızın, yanılma veya yanlışlıkla adam öldürmede, ölenin diyeti, ölüme sebebiyet verenin erkek tarafından akrabaları (asabe), aşireti veya divan, meslek ve benzeri mensubu bulunduğu grubu arasında taksim edilir. Böyle bir hadisede diyete akl, diyet ödemekle yükümlü olan şahıs veya topluluğa da âkile denir.

Âkile sisteminin, cezanın şahsîliği prensibine aykırı olduğu ileri sürülebilir. Ancak, hata sonucu işlemiş olduğu suç sebebiyle ağır bir diyet yükü altına girmiş bulunan suçluya, yakınlarının yardım etmelerini temin etmek maksadıyla; ayrıca, akrabaları veya içerisinde bulunduğu topluluğun kişiyi terbiye ve denetleme konusunda daha titiz davranmalarını sağlamak amacıyla, ölüme sebebiyet verme tazmînâtı yakın akraba ve yakınlara taksim edilmiştir. Böylece, şahsın işlediği hata sebebiyle, onun kabile ve ailesi mali yönden sorumluluk altına girmekte, böylece kollektif ve müteselsil sorumluluk duygusu geliştirilerek bir nevi sosyal sigorta kurulmaktadır.

Akit

Akit kelimesi, Arapça’da, bağ anlamına gelmektedir. Istılahta ise; hukuki sonuç doğurmak, yani bir hak veya hukuki ilişkiyi kurmak, değiştirmek veya ortadan kaldırmak amacıyla, iki veya daha çok kimsenin veya kuruluşun karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanları ile gerçekleştirdikleri işlem, sözleşme, mukavele, kontrata akit denir.

İnsanlığın tanıdığı en eski hukukî müesseselerden biri olan akid, borç kaynağı olan hukuki işlemlerin başında gelir. İslâm’a göre de, Kur’an ve Sünnetin koyduğu temel ilkelere aykırı olmamak, yasakları çiğnememek şartıyla her türlü akid caizdir. Kur’an’da ahde vefa ve akde bağlılık emredilmiştir (Maide, 5/1; …). Hz. Peygamber de, “Müslümanlar şartlarına bağlıdırlar. Ancak haramı helal kılan veya helalı haram kılan şartlar müstesna.” (Tirmizi, Ahkam 17) buyurmak suretiyle, dinin açık hükümlerini ihlal etmediği sürece akit serbestisinin bulunduğunu bildirmiştir.

İslâm’da, akitlerde şekil ve isimden ziyade, muhteva ve anlam önem taşımaktadır. İslâm’ın açık ilkelerine aykırı olmaması, yasaklarını ihlal etmemesi, kişilerin birbirlerini aldatmaması, beklenmedik mağduriyet ve tehlikeler doğurmaması, amme nizamını ihlâl etmemesi şartıyla taraflar, diledikleri akitleri, istedikleri şart ve muhteva ile düzenleyebilirler.

Akdin konusunun mevcut, malum ve mümkün olması, dinen ve hukuken müsaade edilmiş olması gerekir.

Akdin kuruluşunda aslolan, tarafların karşılıklı rızaları ile serbest ve hür iradeleriyle bunu beyan etmeleridir. Buna icap ve kabul denilir. İcap ve kabulün şekli, akitte iradeyi ifade edip etmediği örf ve teamüle, dil kurallarına göre belirlenir.

Hükümleri ve kanun koyucunun vermiş olduğu vasıfları bakımından akitler, sahih akitler ve sahih olmayan akitler olmak üzere ikiye ayrılır:

Sahih akitler; sıhhat şartlarını ve rükünlerini içinde bulunduran akitlerdir. Sahih akitler de; akit serbestisinin sınırları açısından mevkuf, lazım olmayan ve hem nafiz, hem de lazım olan akitler olmak üzere üçe ayrılır.

Mevkuf akitler; akdin rükünlerini ve sıhhat şartlarını taşımakla birlikte nefaz şartlarını taşımayan akitlere denir. Mevkuf akitler kurulmuş olmakla birlikte, hüküm ve sonuçlarını başlangıçta meydana getirmez. Ancak başlangıçta eksik olan bu şartların tamamlanmasıyla akdin hukuki sonuçları tam olarak meydana gelir. Mesela, fuzulinin yapmış olduğu bir akit, adına işlem yapılanın vereceği icazet anına kadar mevkuf bir muameledir.

Lazım olmayan akitler; akit sıhhat ve nefaz şartlarını haiz olmakla beraber ya akdin tabiatından kaynaklanan ya da muhayyerliklerden* birinin bulunması sebebiyle akdin bağlayıcı olmamasıdır. Lazım olmayan akit, kurulmuş, meydana gelmiş bir akittir. Ancak, muhayyerlik hakkına sahip taraf, isterse böyle bir akdi, geçmişe etkili olarak ortadan kaldırabilir.

Hem nafiz, hem de lazım olan akitler; akdin bütün unsur ve şartlarını kendisinde bulunduran akitlere denir. Akdin bütün hükümlerini doğurur.

Sahih olmayan akitler; akdin unsuru, in’ikad ve sıhhat şartlarından biri veya bir kısmı halel gören akitlerdir. Sahih olmayan akitler; batıl akitler ve fasit akitler olmak üzere ikiye ayrılırlar. (bk. Butlân, Fesat)

Alışveriş:

bk. Bey’.

A’mâl Şirketi (Sanayi Şirketi)

İslâm hukukunda, iki veya daha fazla şahsın belli bir işi yapmak üzere kurdukları emeğe dayalı iş gücü ortaklığıdır. (bk. Şirket)

Amd(en)

Sözlükte bir şeyi kasıtlı olarak, bilerek, şuurlu ve isteyerek yapmak anlamına gelir. Fıkıh ıstılahında ise, kişinin fiillerini kasten yaptığını ifade etmek için kullanılır. Genellikle cinayetler bahsinde kasten adam öldürme ve yaralama için amden veya teammüden ifadesi kullanılır. Amden (teammüden) cerh; bir insanı, haksız yere kasten yaralamaktır. Bu yaralamanın, yaralayıcı bir aletle olması ile yaralayıcı olmayan bir aletle olması arasında fark yoktur. Amden (teammüden)  katl; bir insanı, yaralayıcı bir aletle, haksız yere kasten öldevıh9ürmektir.

Kur’an-ı Kerim’de; “bir Mü’minin diğer Mü’mini yanlışlık dışında öldürmesi asla caiz değildir. (…) Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı Cehennemdir. Allâh ona gazap etmiş, lanetlemiş ve büyük azap hazırlamıştır.” buyurulmaktadır (Nisa, 4/92,93).

Âmil

Sözlükte çalışan, bir iş yapan anlamlarına gelen âmil, ıstılahta, devletin vergi alacağını toplayan tahsildar, bölge idarecisi, vali gibi manalara gelmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de 13 yerde âmil kelimesi tekil ve çoğul olarak geçmekte olup, bunlardan on ikisinde çalışma, iyi veya kötü iş yapma; birinde ise, ıstılah manasında zekat ve vergi toplayıcısı tahsildar anlamında (Tevbe 9/60) kullanılmaktadır. Hadislerde âmil kelimesi, genelde zekat toplayıcısı ve bölge valisi manasında kullanılmaktadır.

Hz. Peygamber devrinde çeşitli bölgelere gönderilen âmil adı verilen memurların, hem dini tebliğ etmek, o bölgede asayiş ve düzeni sağlamak, İslâm ahkamını uygulamak; hem de zekat ve vergileri toplamak gibi çeşitli görevleri vardı. Zekatın kamu yararını ilgilendirmesi nedeniyle, ilk devirlerden itibaren belli malların zekatı devlet eliyle toplanmış ve dağıtılmıştır. Zekat ve vergilerin toplanması ve dağıtımında, zulmedilmemesi, denge ve adaletin sağlanması gerekir. Hz. Peygamber, âmillik görevini cihada benzeterek bu göreve atananlarla yakından ilgilenmiş, döndüklerinde hesaplarını bizzat kontrol edip, âmillerin halktan hediye almalarını yasaklamıştır (Buharî, Hiyel, 15; Ebû Davud, İmaret, 7; Tirmizi, Zekat, 18).

Âmm

Lügatte, sayıca çok olan şeylerin hepsini kapsayan demektir. Istılahta ise, bir kullanılışta, lafzın anlamının kapsadığı fertlerin tümüne herhangi bir sınırlama olmaksızın delalet eden lafız demektir. Başka bir ifadeyle, tekrara gerek olmaksızın, sadece bir defada manasının bütün fertlerini içine almak üzere konulmuş olan lafızdır. Bunlara umum ifade eden lafızlar da denir. Örneğin, “Mü’minler” kelimesi âmm lafızdır. Bu kelime, manasına elverişli olan mü’minerin tamamını içine alır. Aynı şekilde “İstanbullu çocuklar” ifadesi de, İstanbul ile sınırlandırılmış olsa da, belirli bir sayıya has kılınmayıp, manasının elverişli olduğu bütün fertlere delalet ettiği için âmmdır.

Hanefîlere göre, tahsis* edilmemiş olan âmm lafızların bütün fertlerine delaleti kat’îdir. Örneğin, “İçinizden ölenlerin bırakmış oldukları eşler, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler.” (Bakara, 2/234) ayeti, kocası ölen her kadını içine almaktadır. Ancak âmm lafız tahsis edildikten sonra, delaleti zannî olur.

Maliki, Şafiî ve Hanbelîlere göre ise, âmm lafzın, delaleti zannidir; kesinlik ifade etmez. Zira, âmm lafızlar çoğunlukla tahsis edilmiştir; tahsis edilmeyen umum lafız yok gibidir.

Âmme

Arapça’da, damarları dimağa ulaşan yaraya denir. bk. Caife.

Arafat

Arafat, Mekke’nin yaklaşık 25 km. güneydoğusunda Harem sınırları dışında bir bölgedir. Haccedenlerin arefe günü, Zilhicce ayının 9’uncu günü burada vakfe durmaları haccın rükünlerinden olup farzdır. (bk. Vakfe)

Arâyâ

Lügatte meyvesi yenmiş veya hediye edilmiş hurma ağacı anlamına gelmektedir. Istılahta ise, ağaçtaki taze hurmanın, kuru hurma karşılığında satışıdır. Bu alışverişte, kuru hurma ölçekle, ağaçtaki hurma ise tahminen belirlenir.

Aynı şekilde yapılan müzâbene akdi İslâm hukukunda yasaklanmış olduğu halde, zaruret sebebiyle arâyâya müsaade edilmiştir. Hz. Peygamber’e bazı ihtiyaç sahipleri gelerek, taze hurmalar olgunlaştığı halde paraları olmadığı için alamadıklarını, sadece kuru hurmalarının bulunduğunu söylerler. Bunun üzerine, Hz. Peygamber, tahmini bir ölçekle, ellerindeki kuru hurma ile taze hurma almalarına müsaade etmişlerdir. (Müslim, Büyû’, 61-68)

Arâyânın caiz olması için, meyvenin olgunlaşma belirtileri göstermesi, kuru hurmanın 5 veskten (875 kg.) az olması, satışın peşin olması ve taze hurma almak isteyen kişinin fakir olması ve kuru hurmadan başka ücret olarak verebilecek malı bulunmaması gerekir.

Arazî

Kelime olarak, Arapça’da yer, yeryüzü, toprak, kara parçası anlamlarına gelen arz kelimesinin çoğuludur. Toprak mülkiyeti, arazinin sahipliği, kullanımı, sınırlanması gibi konular, ilk devirlerden beri insanlığı meşgul etmiş, ciddi bir problem kaynağı olarak ortaya çıkmıştır. Günümüzde “arazî hukuku” müstakil bir hukuk dalı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bütün İslâm hukukçuları, arazinin hem özel, hem de kamu mülkiyetinin konusu olabileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Arazinin Müslümanların eline geçiş tarzı ve mülkiyet şekline göre; arazinin tasnifi yapılmış ve maliklerine belli mükellefiyetler ve sınırlamalar getirilmiştir. Hz. Peygamber’in hadisleri ile daha sonraki devirlerdeki uygulamalar doğrultusunda gelişen İslâm hukukuna göre arazî temelde iki gruba ayrılıra; mülk arazî (arazî-i memlûke), mülk olmayan arazî (arazî-i gayri memlûke).

Arazî-i memlûke, sahibi bulunan ve tasarruf hakkı tamamen sahibine ait olan araziye denir. Sahibi, diğer bütün malları, eşyası gibi bu araziyi de, satabilir, hibe edebilir, vakfedebilir ve miras bırakır. Mülk arazî, kullanım alanı, tabi oldukları vergi ve statü bakımından dört gruba ayrılır; arazî-i haraciyye, arazî-i öşriyye, mukataalı arazî ile süknâ ve yerleşime konu olan arazî.

Arazî-i haraciyye, barış yoluyla haraç vergisine bağlanan veya savaşla fethedildiği halde gazilere dağıtılmayıp yerli gayrimüslim ahaliye bırakılan yerlere denir. Bu tür arazi, mülk arazî olup, sahibi üzerinde tasarruf yetkisine sahiptir. Ancak bu arazîden, haraç isimli bir vergi alınır. Bu vergi de, harâc-ı mukaseme ve harâc-ı muvazzaf olmak üzere ikiye ayrılır. Harâc-ı mukaseme, yerin durumuna göre, arazînin mahsulünden 1/10’dan 1/2’ye kadar olmak üzere alınan vergidir. Harâc-ı muvazzaf  ise, arazi için kesim usulü ile belirlenmiş olan belirli miktar akçedir.

Arazî-i öşriyye, ahalisi kendiliğinden Müslüman olan veya savaş yoluyla fethedilip de gazilere taksim edilen arazilere denir. Bu araziye, arz-ı sadaka da denmektedir. Bu topraklar sahiplerinin mülkü olup, sahipleri üzerlerinde her türlü tasarrufa yetkilidirler. Sahipleri, bu arazide yapmış olduğu ziraata karşılık, öşür isminde bir vergi vermekle yükümlüdür. Bu vergi elde edilen mahsulün zekatı olup, yapılan ziraatın masraflı olması halinde 1/20, masrafsız olması halinde 1/10 oranındadır. Bu verginin sarf yerleri zekatın sarf yerleri ile aynıdır.

Mukataalı arazî, devletin götürü vergi takdir ederek dağıttığı arazîdir; mülkiyeti ve tasarruf hakkının verilmesi şeklinde olabileceği gibi, sadece geliri de verilebilir. Birincisinde arazî mülk olmakla birlikte, ikincisinde kişinin mülkü değildir.

Tetimme-i süknâ, ikamet ve yerleşime konu olan arsalardır. Buna mesken inşa edilen arsalar ile meskenin tamamlayıcısı olan yerler girerler. Bu arsalar, Müslüman veya gayrimüslimlere ikamet için terk edilmiş olup, öşür ve haraca tabi değildir.

Arazî-i gayri memlûke, şahsi mülkiyete konu olmayan, mülkiyeti devlete, hazineye (beytü’l-mal) veya kamuya (Allâh’a) ait olan ve menfaati ammeye veya devletin tahsis edeceği alan veya şahıslara ait olan arazilerdir. Bu nevi arazî, arazî-i mevkufe, arazî-i metruke, arazî-i mevat ve arazî-i mîriyye olmak üzere dörde ayrılır.

Arazî-i mevkûfe, vakıf arazî demektir. Alimlerin çoğunluğuna göre, mülkiyeti kamuya (Allâh’a), menfaati ise belli şahıs ve zümrelere tahsis edilen arazidir. Vakıf araziler iki çeşittir. Arazî-i mevkûfe-i sahîha, mülk arazi iken sahipleri tarafından usulüne uygun olarak vakfedilen arazîdir. Mülkün gerçek sahibi tarafından vakfedildiğinden, vakfedenin koymuş olduğu şartlara uygun olarak tasarruf edilmesi gerekir. Arazî-i mevkûfe-i gayr-i sahîha, devlet reisi veya yetkili kıldığı bir makamın hazineye ait arazîden bir kısmının gelirini, hazineden istihkakı bulunan bir hayır cihetine tahsis etmesidir. Buna tahsisat kabilinden vakıf arazî de denmektedir.

Arazî-i metrûke (arazî-i mahmiyye, arazî-i mirfekat), yollar, ormanlar, meydanlar gibi herkesin istifadesine sunulan arazi veya meralar, pazar ve harman yerleri gibi belli bir köy veya kasaba halkının ortak istifadesine terkedilmiş yerlerdir. Buraların mülkiyeti hazineye ait olup, kimsenin özel tasarruf yetkisi yoktur.

Arazî-i mevât, kimsenin mülk ve tasarrufunda olmayan, belli bir köye yahut kasabaya tahsis edilmemiş, ziraat yapılmayan ve iskan mahallinden uzakta bulunan boş arazilerdir. Devletin yetkili birimlerinden izin alınmak kaydıyla, bu araziyi imar eden kişi ona sahip olur.

Arazî-i mîriyye (arazî-i emiriyye), mülkiyeti hazinede kalmak üzere, devlet tarafından belli şahıslara tasarruf hakkı verilen arazîdir. Bu tür arazîye, arazî-i memleket, arazî-i beytülmal, arazî-i sultaniyye isimleri de verilmektedir. Arazî-i mîriyyenin kuru mülkiyeti, yani rakabesi devlete ait olup, halka ariyet şeklinde verilir ve karşılığında belli bir vergi alınır. Mülkiyeti devlete ait olduğundan, özel mülkiyet ve miras hükümleri cereyan etmez; tasarrufa yetkili olan kimse, kanunun tayin ettiği şartlar ve kayıtlar dairesinde intifa ve tasarruf eder.

Âriyet

Bir malın kullanımının, geçici süreyle, ücretsiz olarak başkasına verilmesini konu alan sözleşmedir. Dönülmesi kabil olmak üzere, menfaatin karşılıksız olarak başkasına temliki şeklinde de tanımlanabilir. Türkçe’de bu sözleşmeye iğreti akdi de denilmektedir. Âriyet vermeye iâre, âriyet verene muîr, ariyet almaya istiare, alana müsteîr, bu mala da müsteâr veya muâr denir.

İslâm dini, daima yardımlaşmayı, muhtaç olana yardım etmeyi tavsiye etmektedir. Bu itibarla, âriyet vermek, müstehabdır. Ancak, âriyet alanın ihtiyacının şiddetine göre farz veya vacip, gayri meşru bir yolda kullanmak söz konusu olduğunda ise, mekruh veya haram olur.

Âriyet akdi, ehliyet sahibi tarafların icap ve kabulü ile kurulur ve malın ariyet alana teslim edilmesiyle tamamlanır. Âriyet olarak verilen malın, para, buğday gibi tüketilen değil, kullanılan bir mal olması gerekir.

Âriyet, zaman, mekan veya başka bir şartla sınırlandırılmışsa, bu şartlara uyulması zorunludur. Böyle bir sınırlandırma yoksa, âriyet alan kişi örf ve adetin çizmiş olduğu sınırlar içinde, dilediği yer, zaman ve şekilde kullanabilir. Âriyet alınan mal emanet hükmündedir; âriyet alanın kullanım veya muhafazasında bir kusur veya ihmali olmaksızın kısmen veya tamamen hasar görmesi halinde tazmîn ettirilmez. Ancak bir kusuru olması halinde zarar tazmîn ettirilir.

Âriyet belirli bir süre için verilmiş ise sürenin bitiminde, bunun dışında iare verenin istemesi veya alanın iade etmesiyle akit sona erer.

Asabe

Araplar arasında asabe kelimesi, baba tarafından gelen erkek akraba ve erkek çocuklar anlamında kullanılmıştır. Hz. Peygamber zamanından itibaren ise, diyet ve mirasta belirli yakınlar için kullanılmıştır. Hataen adam öldürmede maktulün yakınlarına ödenen diyet aralarında taksim edilen (âkile) asabe, İslâm’dan önce Araplar arasında kullanılan mana ile aynilik arz etmektedir; bu manada erkek tarafından erkek akrabalar asabe olarak kabul edilmektedir. Miras hukukunda ise, tek başına bulunduğunda mirasın tamamını, kendilerine belirli hisseler tayin edilen mirasçılarla beraber bulunduğunda ise, onlardan arta kalanı alan mirasçılara asabe denir. Asabe olma vasfı, verasetin en kuvvetli sebebi olarak kabul edilmiştir. Yakın asabe bulunduğunda, daha uzak olan mirastan düşer.

Asabe sebebî ve nesebî olmak üzere ikiye ayrılır. Sebebî asabe, köleyi azat eden efendi veya onun asabesinin, azat edilen kölenin mirasçısı olmaması halinde mirasçı olmasına denir. Nesep yönünden asabe ise, kan bağı dolayısıyla meydana gelen asabeliktir.

Ashâb-ı Ferâiz

Kelime anlamıyla hisse sahipleri demek olan ashab-ı ferâiz, fıkıhta mirastan hisseleri belirlenen kişileri ifade etmek için kullanılan bir tabirdir. (bk. Ferâiz)

Âşir

İslâm’ın ilk asırlarında, ticarî mal veya bir nevi gümrük vergisi olarak kabul edilebilecek uşûr vergisini tahsil eden kimseye denir. Şehirler veya milletlerarası ticaret yollarının kavşak noktalarında, önemli geçitlerde görev yapan âşirler, bölgelerinden geçen Müslüman tüccarlardan yanlarında bulunan ticarî malların zekatını, Müslüman olmayanlardan ise bir nevi gümrük vergisi almaktaydılar.

Âşir aynı zamanda, bölgesindeki yol ve ticaret emniyetini sağlamakla da görevliydi. Bu sebeple, âşirde bulunması gereken şartlar sayılırken, tam ehliyetli* olmasının yanında, yol ve ticaret güvenliğini sağlamaya gücü yeter olması da zikredilmektedir.

Avam

Lügatte, halk, sıradan insanlar anlamına gelen avam, alim, filozof, mutasavvıf ve idareci gibi zümrelerin kendilerinden olmayan çoğunluk için kullandıkları bir terim olmuştur. Zıttı havastır*.

Avam – havas ayrımına en çok yer verilen tasavvufta avam, takva, ihlas derecelerinin en aşağı tabakasında yer alırlar. Bunlar, dini hükümleri caiz olup olmaması bakımından değerlendirir ve tevil yoluyla ruhsat imkanı ararlar; ameli ve nazari bakımdan şeriatın zahirine, ibadetlerin şeklî erkan ve merasimlerine önem verirler. Bu nedenle mutasavvıflar, “rüsum uleması” diye adlandırdıkları alimleri de çoğunlukla avamdan saymışlardır.

Fıkıh usulünde avam, müçtehit seviyesine ulaşamayan ve onları taklit eden halka denir. “Avamın mezhebinin olmadığı, avamın mezhebinin müftüsünün fetvası veya ilmihal kitapları olduğu” ifadesinde vurgulanan anlam da budur. Bu sözle, ilimde belli bir derecesi olmayan şahısların, fıkıh alanında yerli yersiz tercih ve takdirlerde bulunmasının doğru olmadığı, her işin ehline ve o alanda ihtisas sahibi  kimselere bırakılması gerektiği belirtilmektedir. Diğer ilim dallarında da durum aynıdır.

Avlanmak:

bk. Sayd

Avliye

Lügatte, “haktan ayrılmak, zulmetmek; yükselmek ve çoğalmak” anlamlarına gelir. İslâm hukukunda ise, bir mirasın taksiminde, belirli hisse sahiplerinin (eshab-ı ferâiz*) terekeden alacakları payların toplamının ortak paydadan fazla çıkması halinde, payların toplamından elde edilen sayının ortak payda kabul edilerek mirasçıların hisselerinin belirlenmesine avliye denir.

Avret

Arapça’da, eksik, gedik, açık; açılıp görülen şey; korkulacak, zarar gelecek yer gibi anlamlara gelir. Istılahta ise, insan vücudunda görünmesi ve gösterilmesi yasak olan, örtülmesi farz ve başkaları tarafından bakılması haram olan yerlerdir.

Namazın şartlarından birisi, namaz kılacak kimsenin avret yerlerini örtmesidir; buna “setr-i avret” denir. Erkeğin avret yerleri, diz kapağı ile göbeği arasıdır. Hanefilere göre diz kapağı da avret mahalline dahildir. Kadınların avret mahalli ise, el ile yüz dışındaki bütün uzuvlarıdır. Hanefi mezhebindeki bir görüşe göre ayaklar da örtülmesi gereken yerlerin dışında tutulmuştur.

Namaz için örtülmesi gereken yerlerin, namaz dışında da yabancılara karşı örtülmesi gerekir. Ancak kadınların kendi mahremi erkeklere karşı, el, yüz ve ayaklarına ek olarak, saç, kol, boyun gibi yerlerini açık bırakabileceği konusunda ruhsat getirilmiştir (Nur, 24/31-32).

Kadının kadına karşı avret mahalli, diz kapağı ile göbek arasıdır. Ancak, ihtiyaç olmadan bu yerlerin dışındaki uzuvlarını açması uygun değildir. Eşler arasında ise, avret konusunda bir sınırlama yoktur.

Avret yerlerinin örtülmesi ile ilgili emir genel ilke olup, tıbbî tedavi, doğum, teşhis ve benzeri ihtiyaç hallerinde açılması caizdir.

Ayise

Lügatte, ümidini kesmiş manasına gelen âyise, ıstılahta, belirli bir yaşa gelip de, tamamen adetten kesilmiş olan kadın anlamına gelir. Adetten kesilme haline ise, iyâs denilmektedir.

İyas çağı hakkında müçtehitler ihtilaf etmişlerdir. Tercih edilen görüşe göre elli beş yaş adetten kesilme çağı olarak kabul edilmektedir. Bu yaşa ulaşan bir kadın, en az altı ay kadar kesintisiz olarak adet görmezse âyise kabul edilir. İyas çağının elli, altmış, yetmiş olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır.

Ayiseden gelen kan, hayız kanı olmayıp, istihaze (özür) kanıdır; bu durumdaki kadın her vakitte abdest almak kaydıyla namaz kılar, oruç tutar.

Sahih bir akit ile evlenip de beraber olmalarından sonra, kocasından boşanan ayise kadının iddet süresi, boşandığı tarihten itibaren üç aydır. (bk. İddet)

Azât Etmek

Serbest bırakmak, salıvermek; köle veya cariyeyi hürriyetlerine kavuşturmak demektir.

İslâm’ın indiği dönemlerden çok önceleri yeryüzünde mevcut ve yaygın bir olgu olan köleliği, İslâm dini tedricen tasfiye etmeyi planlamıştır. Bu amaçla, köleliğin diğer sun’î kaynaklarını kaldırarak, sadece savaşı bir kölelik kaynağı olarak tanımıştır (bk. Köle). Bunun yanında, sürekli olarak ve değişik vesilelerle köle azat etmeyi teşvik etmiştir:

Kur’an’da, köleleri hürriyete kavuşturmak için mal harcamak gerçek iyilik olarak tanımlanmış (Bakara, 2/177), zekat gelirlerinden bir kısmı, kölelerin azat edilmesine ayrılmıştır (Tevbe, 9/60). Bunun yanında, hataen adam öldürme (Nisa, 4/92), yemini bozma (Maide, 5/89), zıhar (Mücadele, 57/3), Ramazan orucunu kasten bozma hallerinde keffaret olarak yapılması gerekenler arasında köle azat etmek sayılmıştır.

Kur’an ve sünnette kölelerin azat edilmelerinin devamlı olarak teşvik edilmesinin yanında, kölelerle anlaşma yapılarak (bk. Mükatebe) veya ölüme bağlı bir tasarrufla (bk. Müdebber) azat edilmesi, cariyenin efendisinden çocuk doğurması (bk. Ümmü Veled) halinde hürriyetine kavuşması sistemi getirilmiştir.

Azil

Arapça asıllı bir kelime olan azil, lügatte ayırmak, uzaklaştırmak anlamlarına gelir. Bir vazife veya memuriyetten ayırmaya da azil denmiştir. Istılahta ise, bir nevi doğum kontrolü olup, cinsi münasebet sırasında erkeğin geri çekip menisini dışarı akıtması demektir.

Azil, İslâm’ın çıktığı dönemlerde, Araplar arasında bilinmekte olan bir doğum kontrolü metodudur. Hadislerde Hz. Peygamber’in buna izin verdiği görülmektedir: Bir sahabî Hz. Peygamber’e azil yaptığını, bunun sakıncası olup olmadığını sorduğunda; “istersen azil yap, fakat Allâh’ın takdir ettiğine mani olamazsın” buyurmuşlardır (Ebu Davud, Nikah, 48). Sahabelerden Cabir de; “biz Rasulullah devrinde, Kur’an nazil oluyorken azil yapıyorduk; eğer yasak edilecek olsaydı, bunu Kur’an yasaklardı” demiştir (Buharî, Kader, 4).

Müçtehitlerin çoğunluğu bu ve benzeri hadisleri esas alarak azlin mubah olduğunu, ancak, azil konusunda erkeğin hanımından izin alması gerektiğini belirtmişlerdir. Azle kıyas edilerek, erkeğin ve kadının ruh ve beden sağlığına zarar vermeyen diğer korunma yöntemleri de caiz kabul edilmiştir. Ancak, döllenme olduktan sonra doğuma engel olma, çocuk düşürme, insanî ve ahlakî bir suç, dinen de büyük günah sayılmaktadır.

Azîmet

Azîmet lügatte, bir şeye kesin karar vermek, niyet etmek demektir. Istılahta ise, mükelleflerin özür ve daha sonra meydana gelen durumları göz önünde bulundurulmaksızın, hepsi için bağlayıcı olan ve ilk olarak konulan hükümlerdir. Başka bir ifade ile, umumî ve kaide olarak bir şeyin yapılması ve terk edilmesi yolunda konan hükümlerdir.

Azimet, ilk olarak meşru kılınan ve yapılması arızî sebeplere dayanmayan hükümler olduğundan, asıl ve genel olan hükümdür; herkesi ilgilendirir ve tabiî hallerinde mükelleflerin hepsi buna uymak zorundadır.

Azimet, teklifi hükümlerden olup, farz, vacip, mendub, haram, mekruh çeşitleri bulunmaktadır. Namaz, oruç, zekat ve diğer vecibeler, domuz ve ölü eti yeme, kumar oynama ve zinanın yasaklanması birer azimet hükmüdür. Azimetin zıttı ise, ruhsattır (bk. Ruhsat).

– B –

Bâğî

Lügatte, haktan ayrılmak, zulmetmek, haddi aşmak anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de, lügat manasının yanında, Allâh’a karşı gelme, dinin çizdiği sınırları aşma manasında dinî ve ahlâkî bir terim olarak da geçmektedir. (bk. En’am, 6/164; Nahl, 16/90; Kasas, 28/76; Şura, 42/27; Hucurat, 49/9). Istılahta ise, meşru devlet başkanına silahla karşı koymak, isyan etmek anlamına gelmektedir.

Halktan bir grubun, kendi kanaat ve görüşlerine göre devlet başkanının yanlış yolda olduğunu ileri sürerek baş kaldırmalarına; onu devirmek, düzeni değiştirmek veya ayrı bir devlet kurmak istemelerine bağy, bunu yapanlara ise bâğî denir. Kelimenin çoğulu buğâttır.

Devlete karşı isyanın oluşması için, isyanın meşru devlet başkanına veya düzene yapılmış olması, isyanın kuvvet kullanılarak yapılması gerekir; kuvvet kullanmadan devlet başkanına muhalefet etmek veya biattan kaçınmak bağy sayılmaz.

Kur’an’da bâğîlerle Allâh’ın buyruğuna dönünceye kadar savaşılması (Hucurat, 49/9) emredilmekte, fitne çıkarmak savaştan daha şiddetli ve büyük kabul edilmektedir (Bakara, 2/191,217). Bağy suçu sabit olan isyancılarla savaşmak gerektiği, savaş esnasında öldürülmelerinin caiz olduğu kabul edilmiştir. İsyan bastırıldıktan sonra, isyan sırasında işlenen suçlara uygun olarak, ayrıca isyandan dolayı cezalandırılırlar. Müçtehitlerin çoğunluğuna göre isyancılara ölüm dışında bir ceza verilir; İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre ise, ölüm cezası da verilebilir.

Bâin Talâk

Boşama türlerinden birisi olup, nikahtan sonra zifaf olmadan meydana gelen; zifaftan sonra tarafların anlaşarak kadının eşine ödediği bir tazmînat karşılığında yapılan (muhalaa*) veya kocanın üçüncü boşama hakkını kullanarak yapmış olduğu boşamadır. Bunun dışında kinayeli sözlerle veya şiddet ifade eden lafızlarla yapılan boşama da Hanefilere göre bâin talâk kabul edilmiştir.

Bâin talâk ile meydana gelen ayrılığa beynûnet denilir. Bir veya iki bâin talak ile meydana gelen ayrılığa beynûnet-i suğrâ (küçük ayrılık) denilmekte olup, kocaya ancak yeni bir nikahla boşadığı kadın ile evlenmesine imkan verir. Bu boşama kocanın üçüncü boşaması ise, aralarında beynûnet-i kübrâ (büyük arılık) meydana gelmiştir; kadının bir başkasıyla geçerli bir evlilik yapmadan ilk eşiyle evlenmesi mümkün değildir.

Bâin talâk evliliğe derhal ve kesin olarak son verir. Bu nedenle, mehr-i müeccelin* vadesi gelmiş kabul edilir; eşler birbirlerine mirasçı olamazlar. Ancak bu boşama ölümcül hastalıkta, eşini mirastan mahrum etmek maksadıyla meydana gelmiş ise, kadın mirasçı olabilir (bk. Maraz-ı Mevt).

Bâliğ

Bulûğ çağına erişmiş kişi demektir. (bk. Bulûğ)

Bâtıl

Sözlükte “Boşa gitmek, temelsiz ve devamsız olmak” anlamlarına gelen butlan kökünden türetilen bâtıl, hak kelimesinin zıddıdır. Dinin yasakladığı, gerçekliği bulunmayan her şey; istenen hedefe ulaştırmayan her türlü faydasız iş, söz ve davranış; genellikle kabul edilen inançlara uygun olmayan hüküm ve tasavvurlardır, şeklinde tanımlanabilir.

Batıl Kur’an-ı Kerim’de; tevhit inancı dışındaki bütün inanç sistemleri (Lokman, 31/30; İsrâ, 17/81; Al-i İmran 3/71; Bakara, 2/42) için kullanılmıştır; ayrıca bu kavram, meşru olmayan, haksız, zulüm (Bakara, 2/188; Nisa, 4/29), yalan (Mü’min 40/78; Fussilet, 41/42), boşa çıkan amel (Bakara, 2/264), çirkin, faydasız ve gayesiz iş (Al-i İmran 3/191) anlamlarında kullanılmıştır.

Fıkıh ıstılahında ise, rükünleri ve şartları tamamen veya kısmen eksik olan ibadetler ile gerekli şartları taşımayan akitler batıl (yok, geçersiz) kabul edilmiştir. Batıl olan akit, herhangi bir hukuki sonuç doğurmaz. (bk. Butlan)

Bâyi

Arapça’da alışveriş anlamına gelen bey’ kökünden türetilen bâyi kelimesi, alışveriş yapan anlamına gelmekte olup, daha çok satan, satıcı anlamına kullanılmaktadır. bk. Bey’.

Bayram

Bayramlar, bir sevinç ve neşe kaynağı, acı ve mutlulukların paylaşıldığı, birlik ve dayanışma günleridir. Bayramların ferdî ve sosyal hayatımızdaki önemi ve etkilerini kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Millet olarak dinî ve millî bayramlarımız bulunmaktadır. Bu günler; sevgi, saygı, barış, hoşgörü, yardımlaşma, dayanışma, birlik, beraberlik gibi sağlıklı bir toplum için gerekli olan değerlerin hayata geçirilmesinde önemli fırsatlardır.

Dinimizin tavsiye ettiği; insanlara faydalı olmak, kendinden önce başkasını düşünme, kötülüğe karşı bile iyilikle karşılık verme, af, hoşgörü, merhamet, iyilikte yardımlaşma gibi güzel hasletlerin yaşandığı; kin, nefret, dargınlık, kırgınlık, kavga gibi kötü huy ve davranışların terk edildiği günlerdir bayramlar.

İslâm dininde Ramazan ve Kurban Bayramı olmak üzere iki bayram bulunmaktadır. Ramazan Bayramı; Ramazan ayının sonunda, Şevval ayının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinde kutlanır. Kurban Bayramı ise, Zilhicce ayının on, on bir, on iki ve on üçüncü günleridir. Bu bayramın ilk üç gününde, zengin olan Müslümanların kurban kesmeleri vacip olduğundan Kurban Bayramı denilmiştir.

Bayram günlerinde, inananlar birbirlerini ziyaret ederler, dargınlar barışır, dostluklar pekişir. Bunun yanında, ölüler anılır, fakirler unutulmaz, yardımlar yapılır, çocuklar sevindirilir, hediyeler verilir.

Bayram Namazı

Bayram namazı biri Ramazan Bayramı ve diğeri Kurman Bayramında olmak üzere yılda iki defa kılınan iki rekatlık bir namazdır. Hanefî mezhebine göre bayram namazı vaciptir; Cuma namazı kılmak farz olan kimselerin bu namazı kılması vaciptir. Bayram namazının sıhhatinin şartları, hutbe hariç, Cuma namazının şartları gibidir. Hutbe ise, Cuma namazının şartı olmakla birlikte, bayram namazın sünnetidir.

Bayram namazı cemaatle kılınan namazlardan olup, tek başına kılınmaz. Bu namazın kılınışında diğer namazlardan farklı olarak, birinci rekatta iftitah tekbiri ve “sübhaneke” duasının okunmasından sonra, fatiha suresinin okunmasından önce üç ve ikinci rek’atte rükudan önce üç olmak üzere fazladan altı tekbir alınır. Bunlara zevâid tekbirleri denir. Namaz tamamlandıktan sonra hutbe okunur.

Bayram namazının vakti, kuşluk vaktidir. Bir mazeret sebebiyle birinci günü bayram namazı kılınamamış ise, Ramazan bayramında ikinci; kurban bayramında da ikinci ve üçüncü günler kılınabilir.

Bayram namazında imama birinci rekatta zait tekbirlerden sonra yetişen kişi, iftitah tekbirini aldıktan sonra peşinden zait tekbirleri de alır. Rükuda iken yetişir ise, ayakta tekbir alıp imama uyar ve rukua giderek burada tesbihlerin yerine kaldırmaksızın zait tekbirleri alır. İkinci rekatta yetişen kimse ise, imam selam verdikten sonra, ayağa kalkıp önce kıraatleri tamamlar sonra zait tekbirleri alır.

Bedel

Lügatte, karşılık, yok olan bir şeyin yerine geçen, birinin yerine geçen kimse, ıvaz, karşılık, denk, eşit anlamlarına gelir. Dini bir kavram olarak ise, alışverişte satılan mala karşılık ödenen para veya mal; bazı ibadet ve borçlarda aslî şekliyle ifa* edilememesi halinde yerini alan ifa şekli anlamlarına gelir.

Bedel, iki tarafa borç yükleyen akitlerde, akdin konusuna karşılık ödenen veya ödenecek olan şeye de denir. Bunun dışında, mevcut anlaşmazlığı kaldırmak maksadıyla karşılıklı rıza ile yapılan sulh akdinde, verilen veya verilmesi üstlenilen şeye bedel-i sulh*, kadının kocasını boşamaya razı etmek amacıyla vermiş olduğu şeye bedel-i hul’* denir. Ayrıca, asıl borcun ödenmesi imkansız olduğunda, yerine geçen ödemeye de bedel denilmiştir.

Dar anlamda ibadet, kulun Allâh’a karşı dini yükümlülükleri demek olup, şahsî ifa ve niyet şarttır. Bununla birlikte bazı ibadetlerde bedel ve niyabet yoluyla îfa caiz görülmüştür. Namaz, oruç gibi bedenî ibadetlerde, niyet ve şahsî îfa asıldır; bedel ve niyabet caiz değildir. Zekat, sadaka-i fıtır gibi mali ibadetlerde, eylemin ibadet mahiyeti kazanması için niyet şart olmakla birlikte, mükellefin bizzat yerine getirmesi gerekmez; bedel veya niyabet yoluyla ifa edilebilir. Hem mali, hem de bedeni yönü bulunan hac ibadetinde ise, asıl olarak mükellefin bizzat kendisinin ifa etmesi gerekir. Ancak, mükellefin bizzat ifadan aciz olması gibi acz ve zaruret halinde bedel yoluyla ifa edilebilir. Hz. Peygamber, hayvana binemeyecek kadar yaşlı olan babasının yerine (Buharî, Hac, 1; Müslim, Hac, 407-408) ve ölen annesinin yerine hac etmesine (Buharî, Cezâü’s-Sayd, 22) izin vermiştir.

Alimlerin çoğunluğuna göre, üzerine hac farz olduğu halde sürekli hastalık, yaşlılık, sakatlık gibi ömür boyu devam edebilecek bir özrü sebebiyle bizzat haccedemeyecek durumda bulunanlar yerlerine bedel gönderebilirler. Aynı şekilde, sağlığında hacca gidemeyen kimse, yerine bedel hac yapılmasını vasiyet etmesi halinde, bıraktığı malın 1/3 masraflarını karşıladığı takdirde, mirasçıların yerine bedel göndermeleri gerekir.

Bedene

Arapça’da, büyükbaş hayvan anlamında kullanılmakta olup, Mekke’de kurban olarak kesilen deve veya sığıra bedene denir. Istılahta ise, hac esnasında işlenen cinayetlerden* bazılarında keffâret olarak kesilen kurban anlamına gelir.

Hac esnasında işlenen bazı ihram yasaklarına keffâret olarak, bedene yani büyük baş hayvan kesilmesi gerekir. Kesilen kurbanın eti, fakirlere dağıtılır.

Bedene gerektiren cinayetler:

1) Arafat vakfesinden sonra, ihramdan çıkmadan cinsî münasebette bulunmak,

Arafat’ta vakfe yaptıktan sonra, ihramdan çıkmadan önce cinsi ilişkide bulunan kimsenin, Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre, haccı bozulur; Hanefîlere göre ise, haccı bozulmayıp, bedene, yani deve veya sığır kurban etmesi gerekir.

2) Ziyaret tavafını cünüp olarak yapmak.

Kadınların hayız ve nifas halleri de cünüplük gibidir.

Cünüp olarak yapılan tavafın, abdestli olarak yeniden yapılması vacip olup, bu durumda ceza düşer.

Belvâ:

bk. Umumu Belvâ.

Berâet

Sözlükte, bir borçtan, ceza veya sorumluluktan kurtulma; temize çıkmak; uzak olmak; ilişkiyi kesmek gibi anlamlara gelmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de, suçsuzluk, kurtuluş belgesi (Kamer, 54/43) ve müşriklerle her türlü ilişkiyi kesme, onlardan uzak durma (Tevbe, 9/1) anlamlarında iki yerde berâet kelimesi geçmektedir. Hadislerde ise genellikle, günahtan kurtulma, bir iş veya zümreden uzak durma anlamlarında kullanılmıştır.

Dinî bir kavram olarak berâet kelimesi ise; “berâet-i zimmet (berâet-i asliyye)”, “berâet gecesi” ve “berâet yemini” ile borçlar hukukunda kullanılan berâet olmak üzere dört anlamda kullanılmaktadır.

Berâet gecesi, Şaban ayının 15. gecesi için kullanılan bir tabir olup, halk arasında berat gecesi de denmektedir. Berâet gecesi, Müslümanlarca kutsal sayılan, rahmet ve mağfiret gecesi, mü’minlerin dualarının kabul, günahlarının af olduğu bir zaman dilimidir. Hz. Peygamber, “Allâh Teâlâ Şaban’ın 15. gecesi dünya semasında tecelli eder ve Kelb kabilesinin koyunlarının kıllarının sayısından daha fazla kişiyi bağışlar” buyurmuştur (İbn Mâce, İkame, 191). Başka bir hadislerinde de, “Şaban’ın ortasında gece ibadet ediniz, gündüz oruç tutunuz. Allâh o gece güneş batınca dünya semasına tecellî eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu Benden af isteyen affedeyim; yok mu Benden rızk isteyen vereyim; yok mu bir musibete uğrayan ona afiyet vereyim, yok mu şöyle, yok mu böyle!’ der” buyurmuştur (İbn Mâce, İkâme, 191).

Bu geceye mahsus olmak üzere belirlinmiş ibadet yoktur. Hatta bazı alimler; belli ibadet ve kutlama şekilleri ihdas edip âdet haline getirmenin dinde yeri bulunmadığını söylemişlerdir. Ancak, Hz. Peygamber’in bu geceye önem vererek ihya etmesi göz önünde bulundurulduğunda, namaz kılmak, Kur’an okumak ve dua etmek suretiyle bu gecenin ihya edilmeye çalışılması, gündüzünde de oruç tutulması sevaba vesile olacaktır.

Berâet yemîni; sözünün doğruluğunu kuvvetlendirmek amacıyla, “eğer yalan söylemişsem İslâm’dan çıkayım” veya “şöyle yaparsam kâfir olayım” şeklinde yapılan yemindir. Hz. Peygamber, bu şekilde yapılan yemini yasaklamış; “bir kimse (eğer yalansa) İslâm’dan uzak olayım diye yemin eder de, söylediği yalan olursa, söylediği gibi İslâm’dan çıkmış olur; şayet doğru söylemiş ise, İslâm kendisine sağlam olarak geri dönmez” buyurmuştur (İbn Mâce, Keffârât, 3). Bu tarzda söylenen sözlerin yemin sayılması, yani bozulduğunda keffaret gerektirmesi için, bunun yemin niyetiyle, yani sözü kuvvetlendirmek maksadıyla söylenmiş olması gerekir (bk. Yemin).

Berâet-i Zimmet (Berâet-i Asliyye) ise, İslâm hukukunun genel prensiplerinden birisidir. Aksine bir hüküm veya delil bulunmadığı sürece, kişinin hukuki ve cezâî sorumluluğunun olmaması demektir. Bu prensibe göre, Şâri’in (kanun koyucunun, Allâh’ın) hükmü bulunmadan fert herhangi bir yükümlülükle mükellef tutulamaz; aynı şekilde aksine bir delil bulunmadıkça kişinin suçsuzluğu ve borçsuzluğu esastır. Mecelle’de, “berâet-i zimmet asıldır” şeklinde yer alan küllî kaide de bunu ifade etmektedir. Anayasamızda da, “suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz” (Medde 38) denilmektedir.

Borçlar hukukunda berâet-i zimmet, aksine bir delil bulununcaya kadar kişinin borçsuzluğunun esas olması anlamına gelir. Bunun dışında berâet kelimesi, kişinin, borçlu veya kefilinin ifası, alacaklının ibrası veya tazmîn sebebinin ortadan kalkması suretiyle, mevcut bir borçtan kurtulması anlamına gelir. Ayrıca alışverişte, satılan maldaki ayıptan dolayı satıcının sorumlu tutulmaması için akit esnasında ileri sürülen şarta da, berâet şartı denilmektedir.

Bey’

İki veya daha fazla taraflı akitlerden olan bey’, genel olarak ticarî muameleyi, özel olarak da satım akdini ifade etmekte olup, Türkçe’de alışveriş şeklinde ifade edilir. Çoğulu buyû’dur. Bey akdi, Arapça’da şirâ kelimesi ile de ifade edilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de bey teknik bir terim ve hukukî işlem olmaktan çok, bütün ticari işlemleri kapsayabilen genel bir anlama sahiptir. Kur’an, dünya hayatının geçici değerlerini, maddi ve ticari kazancı tek ölçü ve gaye edinen dar ve kısa görüşlü kimseleri uyarmak ve onlara gerçek kazancı göstermek için bey tabirini kullanmıştır. Bunun yanında, alışverişin dini ve ahlakî temellerini belirleyen, ahde vefa, sözde durma, adalet, akitlere bağlılık, ölçü ve tartıda hile yapmamak, haksızlık etmemek, Kur’an’da bir emir olarak yer almıştır.

Hz. Peygamber’in hadislerinde alışveriş, ayrıntılı bir şekilde yer almış olup, insanlığın ilk devirlerinden beri var olan ticari işlemleri, olması gereken asli tabiatına ve sağlıklı işleyişine kavuşturmak amacıyla, daha çok hukukî hükümler üzerine olmuştur. Hadislerde, aldatma, haksızlık ve sömürüye yol açan alışveriş çeşitleri tek tek yasaklanmış, alışveriş faizli işlemlerden arındırılmış, alışveriş için gerekli temel şart ve hükümler vaz edilmiştir.

Ticarî işlemlerin en yaygını olan bey’, mülkiyeti nakleden, bağlayıcı, iki taraflı, tam bir akittir. Tarafların rızalarına delalet eden irade beyanı ile kurulur. Bedelleri açısından alışveriş; satım akdi, sarf, mukâyaza (trampa) ve selem şeklinde dörde ayrılır. Mala karşılık para ödeme şeklinde yapılan alışverişe, satım akdi veya bey denir. Satılan malın bedeli peşin olarak ödenebileceği gibi, vadeli veya taksitli de olabilir. Ancak bu durumda, taksit şekillerinin ve vadenin taraflarca bilinmesi gerekir.

Satılan malın mevcut, teslimi mümkün, belirli ve bilinebilir olması, menkul ise kabzedilmiş olması gerekir. Bu nedenle, henüz olgunlaşmamış meyvenin dalında satılması, akit esnasında ortada bulunmayıp ileride meydana gelecek malların veya ileride meydana gelmesi muhtemel olan malların satışı caiz görülmemiştir.

Alışverişte taraflar, akdin gerçekleşmesini bazı şartlara bağlayabilir, belli bir süre muhayyerlik isteyebilirler. Satılan malda, değerini düşürecek ölçüde bir ayıbın olduğunun ortaya çıkması halinde, alıcının malı iade hakkı vardır. (bk. Muhayyerlik)

Bey’at

Bağlılık, itimat bildirmek anlamlarına gelir. Peygamber’e, halifelere, sultanlara ve tasavvuf büyüklerine, isyan etmeyeceği; emrinde olduğuna dair söz vermek demektir.

Bir devletin, bir hükümetin, bir reis tarafından idare edilen bir cemaatin temelinde, bir çeşit sözleşme bulunmaktadır ki, bu bey’at ile ifade edilebilir.

Hz. Peygamber, kendini tasdik edenlerden sadakat yemini almıştır. Ancak bu aslında, Hz. Peygamber’in şahsına değil, onun aracılığıyla Allâh’adır. Kur’an-ı Kerim’de, “Gerçekte sana bey’at edenler, Allâh’a bey’at etmiş olurlar” (Fetih 48/10) buyurulmaktadır.

Halife veya devlet başkanının seçim, tayin veya tespit yollarından biri bey’at usulüdür. Seçme ehliyetine sahip kişilerin, seçilme ehliyetini haiz bir kimseyi seçip ona sadakatlerini bildirmeleri şeklinde yapılır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber bir halife tayin etmeden vefat etmiştir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ashap, Benî Saide denilen yerde toplanarak devlet başkanlığı konusunda görüşmüşler ve Hz. Ömer’in teklifi ile Hz. Ebu Bekir’e bey’at etmişlerdir.

Kur’an ve hadislerde devlet başkanının seçimi konusunda açık bir hüküm bulunmamaktadır. Bu nedenle, seçim usulü ve şartları zamanın şartlarına göre düzenlenebilir.

Beynunet (Beynûnet-i Kübrâ, Beynûnet-i Suğra):

bk. Bâin Talak.

Beytülmal

Arapça beyt (ev) ve mal kelimelerinin birleşiminden meydana gelen beytülmal kelimesi, sözlükte “mal evi” anlamına gelir. Dini bir terim olarak ise, devlet hazinesi, devletin bütçe ve maliye işlerine bakan kurum anlamına gelmektedir.

Ana hatlarıyla beytülmalin gelir kaynaklarını;

– Müslümanlardan alınan zekat ve öşür gibi vergiler,

– Araziden alınan vergiler,

– İslâm devletinin tebaası olarak yaşayan gayrimüslimlerden alınan “cizye” vergisi,

– Savaştan elde edilen ganimet,

– Devletin zaman ve duruma göre tayin ve takdir edeceği vergiler oluşturmaktadır.

Beytülmal ile ilgili hususlar, devletin sosyal adaleti temin edip bütün vatandaşların refah ve saadetini sağlaması, toplumda hakça bölüşümün, külfet ve nimetlerin dengeli ve adaletli tarzda dağıtımının temini gayesine matuf olup, zaman ve şartlarla yakından ilgisi bulunmaktadır.

Beyyine

Sözlükte, apaçık delil, hüccet, kesin belge anlamına gelir. Bir şeyi ispata yarayan veya bir şeyi açıkça gösteren akli veya maddi kesin delile Arapça’da beyyine denir.

Beyyine ve beyyin kelimesi, çoğulu “beyyinat” kelimesi ile birlikte, Kur’an-ı Kerim’de 72 defa geçmekte olup, “aklî ve naklî delil”, “hüccet”, “açık belge”, “herkesçe bilinen tarihî olaylar”, “ibret verici hatıralar taşıyan tarihi belgeler”, “Kur’an-ı Kerim”, “nübüvvet”, “son peygamber Hz. Muhammed (sa)”, “hikmet”, “mucize” ve “ayetler” manalarında kullanılmaktadır. Hadislerde ise, lügat manalarından ziyade, bir hukuk terimi olarak kullanılmıştır.

Istılahta ise, kesinlik ifade eden ispat vasıtalarına verilen genel addır. Bir hakkın veya kendisine hukuki sonuç bağlanan bir olayın ispatını sağlayan katî delil anlamına gelmektedir. Bu da, genel olarak, şahitlik, yazılı delil ve kesin karîne şeklinde üç grupta toplanabilir.

İlk devirlerden beri şahitliğin en kuvvetli ispat vasıtası olması sebebiyle, klasik İslâm fıkıhçıları tarafından, beyyine ile kastedilenin şahitlik olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte, beyyine başlığı altında hem şahitliği, hem de diğer katî delilleri incelemişlerdir. Buna mukabil bazı alimler beyyineyi, mahkeme önünde gerçeğin ortaya çıkarılmasını sağlayan her türlü kesin delil şeklinde tanımlamışlardır.

Bunun yanında, mahkemelerde beyyine dışında, bunun kadar kuvvetli olmayan, ikrar, yeminden nükûl gibi delillerde bulunmaktadır. (ayrıca bkz. Delil, Hüccet, İspat, Şahit)

Borç

Kişilerin birbirlerine karşı bir şey yapmak veya vermekle yükümlü kılan hukukî ilişki veya bu ilişkinin doğurduğu yükümlülük anlamında kullanılan hukuk terimidir. Borç tabiri, hukuk dilinde üç ayrı anlamda kullanılmaktadır:

En geniş anlamıyla borç, bir şahsın, diğerine karşı, bir şeyi yapmak veya yapmamak yükümlülüğünü ifade eden hukuki ilişkiye denir. Bu manada borç, alacaklı ile borçlu arasında bir veya daha fazla alacak hakkı ve asli yükümler, edim yükümleri ile inşaî hak ve defi hakkı gibi ikinci derecede, tali hakları ve bazı yan yükümleri içine almaktadır. Taraflardan sadece birinin edimde bulunmakla yükümlü olduğu borç ilişkisine tek taraflı borç ilişkisi, her iki tarafın da yükümlü olduğu borç ilişkisine de iki taraflı borç ilişkisi denir.

Daha dar manada borç, alacaklının borçludan istemeğe yetkili olduğu, borçlunun da yerine getirmek zorunda bulunduğu bir tek edimi içine alan hukuki ilişkiyi ifade etmektedir. Bu anlamdaki borç, taraflardan yalnız birinin diğerine karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu ve geniş anlamdaki borç ilişkisinden doğan bir tek alacak hakkını ve dolayısıyla bir tek edim yükümünü ihtiva eder.

Üçüncü ve en dar manasıyla borç, yalnızca para mükellefiyetini ifade eder. Türkçe’de borç kelimesi daha çok bu anlamda kullanılmaktadır.

Borcun unsurları; borcun tarafları, konusu ve sebebi olmak üzere üç kısımdan oluşur.

Borcun tarafları, edimi yerine getirmekle yükümlü olan borçlu ile kendisine karşı bir edimde bulunulacak olan alacaklıdır. İki taraflı akitlerde borcun tarafları birbirlerine karşı hem alacaklı hem de borçludur. Taraflar tek kişi olabileceği gibi ortak borçlarda görüldüğü üzere birden fazla da olabilir.

Borcun konusu; borç ilişkisine dayanarak alacaklının borçludan talebe yetkili olduğu, borçlunun da yerine getirmek zorunda bulunduğu fiile, başka bir ifade ile edime, borcun konusu denir. Borcun konusu, para veya misli eşya borcunun ödenmesi şeklinde deyn edimi veya belirli bir malın teslimi şeklinde ayn edimi yahut da bir işin yapılması şeklinde iş edimi gibi olumlu olabileceği gibi belli bir işi yapmaktan kaçınma şeklinde olumsuz da olabilir.

Borcun sebebi ise, borcu doğuran hadiseden ibarettir ki buna borcun kaynağı da denmektedir. Bunlar da, tek taraflı hukuki işlem, akit*, haksız kazanç*, haksız fiil* ve kanun şeklinde sıralanabilir.

Boşanma

Karı – koca arasındaki evlilik bağının sona ermesi demek olan boşanma fıkıh literatüründe talâk şeklinde ifade edilmektedir. İslâm hukukunda talâk kelimesi hem tek taraflı irade bayanıyla yapılan boşama, hem tarafların anlaşarak evlilik birliğine son vermeleri, hem de mahkeme kararıyla meydana gelen boşama anlamlarına gelmekle birlikte, genellikle tek taraflı irade beyanı ile yapılan boşama kastedilmiştir.

Eşler arası geçimsizlik bazen ileri dereceye ulaşır ve boşanma tek çare olarak görülebilir. Ancak, boşanma en son başvurulması gereken bir çaredir. Zira Hz. Peygamber, “Allâh katında en sevimsiz helâl, boşanmadır” buyurmuşlardır (Ebû Dâvûd, Talâk, 3). Kur’an-ı Kerim’de de, boşanmadan önce evliliğin devam ettirilmesi için fedakarlıkta bulunulması, hoşnutsuzluk veya soğukluk halinde bile tarafların meselelerini konuşarak halletmeleri öğütlenmiş (Nisa, 4/19, 34, 128); aralarındaki anlaşmazlık daha ileri safhaya gittiğinde, kadının ve erkeğin ailelerinden seçilen hakemler vasıtasıyla eşler arasındaki anlaşmazlığın giderilmesi yolu tavsiye edilmiştir (Nisa, 4/35).

Bununla birlikte bütün anlaşma yolları kapanmış ve evlilik hayatının sürdürülmesi imkansız hale gelmişse, boşanma en makul bir yol olarak meşru görülmüştür. Kur’an’a göre, erkeğin karısını üç defa boşama hakkı vardır. Birinci ve ikinci boşamadan sonra tekrar birleşebilirler. Fakat üçüncü boşamadan sonra, birbirlerine dönüş yolu kapanmıştır. Ancak kadının başka bir erkek ile evlenip, ondan da ölüm veya normal bir yolla boşanma suretiyle ayrılması halinde önceki kocası ile evlenebilir. (Bakara, 2/228-230)

İslâm’a göre uygun olan boşama şekli, kadının âdet (hayız*) halinden çıktıktan sonra, temizlik müddeti içinde ilişkide bulunulmadan yapılmasıdır. Buna sünnî talâk ismi verilir. Buna karşılık temizlik dönemi içerisinde ilişkide bulunduktan sonra yapılan boşama veya kinâye lafızlarla ya da bir temizlik dönemi içerisinde birden fazla yapılan boşamalar ise, sünnete aykırı olduğundan bid’î talâk olarak adlandırılmıştır.

Boşanan kadınlar, başka bir erkekle evlenebilmeleri için belli bir süre (iddet*) beklemeleri gerekir. Boşamadan sonra erkek, boşadığı karısına vadeli olan mehrini (mehr-i müeccel*) ödemekle, bazı durumlarda da mut’a* vermekle yükümlüdür. Ayrıca erkeğin belli bir süre nafaka* borcu gibi bir takım hak ve sorumluluklar da bulunmaktadır.

Kur’an’da boşamada iki şahit bulundurulması tavsiye edilmiştir. Bu tavsiye fakihler tarafından mendub* olarak kabul edilmekle birlikte, emir olarak kabul edilmesi halinde birçok problemi çözeceği, beklenmedik ve ani boşamaları önleyeceği düşünülmektedir.

Boşamanın şekli ve kullanılan ifadelere göre, ric’î talâk ve bâin talâk olmak üzere ikiye ayrılır. (bk. Ric’î Talak; Bâin Talak)

Buğat:

bk. Bâğî.

Bulûğ:

Sözlükte ulaşmak, vasıl olmak, yetişmek, iş gayesine varmak gibi anlamlara gelen bulûğ, bir fıkıh terimi olarak, bir kimsenin çocukluk dönemini bitirip, ergenlik çağına ulaşması demektir. Bulûğ çağına ulaşan kimseye bâliğ denir.

Ergenlik yaşı çocuğun vücut yapısına ve iklim şartlarına göre değişebilir. İslâm hukukçularınca bulûğ çağının alt sınırı, erkekler için 12, kızlar için 9 yaş olarak belirlenmiştir. Bu yaşa ulaştıktan sonra erkeğin ihtilam olması, baba olabilme devresine girmesi; kızın da adet görmesi, gebe kalabilme çağına ulaşması fiilî olarak bâliğ olmalarıdır. Ancak erkek ve kızlar 15 yaşlarına ulaştıklarında, kendilerinde bu erginlik alametleri görülmese de bâliğ olduklarına hükmedilir.

Buluğ, kişinin dinen mükellef sayılıp, yetişkin insan statüsünü kazandığı dönemdir. Bu çağa ulaşan ve akıllı olan kimse artık tam edâ ehliyeti kazanır. Böylece, ibâdet, helal ve haram gibi dinî hükümlere muhatap; cezâî, malî ve hukukî yükümlülüklere ehil olur.

Butlân

Butlan, boşa gitme, heder ve heba olma anlamına gelmektedir. Hukuk ıstılahında ise, akdin unsurlarının bulunmaması veya kurulma şartlarının eksik olması nedeniyle, akdin hükümsüz olmasına denir. Bu durumda akit sanki hiç doğmamış, keenlem yekundür. Butlan, akit serbestisinin sınırlarının aşılmasının en şiddetli müeyyidesidir.

Butlan Müeyyidesine duçar olan akide batıl* akit denir.

Batıl akit şeklen mevcut olmakla beraber hukuken yoktur ve herhangi bir hukuki sonuç doğurmaz. Mesela, ölü hayvan satışı batıl bir akittir. Batıl akide istinaden, taraflar rızalarıyla bir edada bulunmuşlarsa, bu hükümsüz olup geri almaları gerekir. Bir hukuki işlemin butlanı, ona dahil olan veya ona istinaden yapılan şeylerin de batıl olmasını gerektirir. Mesela; alışverişin butlanı halinde, akitte ileri sürülen şartlar, ödeme, kabız, bu sebeple yapılan ikrar ve ibra da geçersiz olur.

Batıl akitler, hukuki açıdan mevcut olmadıklarından hukuki bir sonuç doğurmasalar da, icra edilmiş işlemlerde fiili bir durum olarak bazı istisnai sonuçların doğduğu kabul edilmiştir.

Bu istisnalardan biri nikahta kendini gösterir. Batıl nikah akdinde, zifaf meydana gelmişse, nikah şüphesiyle birleşme olduğundan dolayı zina cezası uygulanmaz, bu birleşmeden doğan çocuğun nesebinin sabit olur, kadın iddet bekler ve mehre hak kazanır.

Batıl akdin ikinci istisnası ise, batıl satış akdinde, mal teslim alındıktan sonra zayi olması halinde mislini veya kıymetini tazmîn etmesi gerekir.

Buyû’:

bk. Bey’.

– C –

Câife

Damarları karına ulaşan yaraya câ’ife, dimağa ulaşan yaraya da âmme denir.

Oruç iken, iğne yaptırmanın hükmü, imamların câife ve âmme konusundaki görüşlerine dayandırılarak çözümlenmektedir. İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’ye  göre, herhangi bir yaraya konan kuru ilaç orucu bozmaz. Fakat, karına veya dimağa kadar derin olan bir yaraya sürülen yaş ilaç, içine nüfuz edince orucu bozar; kaza edilmesi gerekir. İmam Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre ise, ister yaş, isterse kuru olsun yaraya sürülen ilaç orucu bozmaz.

İmam-ı Azam’a göre, vücuda yararlı herhangi bir şeyin, vücudun herhangi bir yerinden içeriye girip kaybolması halinde oruç bozulur. İmam Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre ise, orucun bozulması için, vücuda giren şeyin normal yollarla karına veya dimağa ulaşması esas kabul edilmiştir. Buna göre, iğneyle vücuda bir şey zerk edilmesi durumunda, İmam-ı Azam’a göre oruç bozulmakta, diğer iki imama göre ise oruç bozulmamaktadır.

Sonuç olarak dinimiz, hasta olan ve tedavi sürecinde bulunan kişilerin oruç tutmamalarına ruhsat vermektedir. Bu nedenle, tedavisi devam eden kimselerin, sağlıklarına kavuşarak ibadetlerini huzur-ı kalp ile yapmak gayesiyle tedavileri tamamlanıncaya kadar oruçlarını erteleyebilirler. Bununla birlikte, Ramazan ayında herkesle birlikte oruca devam etmeyi arzu ediyorlar ise ve oruç tutmalarına başka bir engelleri de yoksa, iğnelerini iftardan sonra yaptırmaları yerinde olur. Bu imkana da sahip olmayanlar ise, İmam Ebû Yusuf, Muhammed ve Malik’in görüşlerine uyarak, tedavi ve aşı amaçlı iğne yaptırabilirler; oruçları bozulmaz.

Câiha

Sözlükte, afet ve musibet anlamına gelmekte olup, ıstılahta meyve ve sebzelere kısmen veya tamamen zarar veren, önceden beklenmeyen ve önlenemeyen afet demektir.

Dalında veya tarlada iken satılan, fakat müşteri tarafından henüz kaldırılmadan, meyve ve sebzelerin afete maruz kalması halinde zararın kime ait olacağı; bedelin zarar oranınca indirilip indirilmeyeceği fakihler arasında tartışılmıştır. Hanefî ve Şafiî hukukçuları, böyle bir alışverişte kabzın gerçekleştiği ve akdin tamamlandığını kabul ederek, zararın müşteriye ait olduğunu, bedel indirimi yapılmasının doğru olmadığını söylemişlerdir.

Buna karşılık, Malikî ve Hanbelîler, ziraî hastalıkları, dolu, kuraklık ve su baskını gibi afetleri câiha kabul etmişler ve bu durumda, müşterinin ödeyeceği bedelden indirim yapabileceğini prensip olarak kabul etmişlerdir. Malikilere göre bedelde indirimi gerektiren zararın, genelde üçte birden az olmamalıdır. Bundan az olan zarar caiha olarak kabul edilmeyip, indirim yapılmaz. Hanbelîlere göre ise, zararın makul bir sınırı aşması ölçü olarak kabul edilmiştir.

Câiz

Sözlükte, mümkün olmak, serbest olmak, geçip gitmek ve geçerli olmak anlamlarına gelen caiz, bir fıkıh terimi olarak, bir söz veya davranışın dinî veya hukukî esaslara uygun olduğunu, yapılmasının serbest ve geçerli olduğunu ifade etmektedir.

Caiz kelimesi Kur’an-ı Kerim’de geçmemekle birlikte, hadislerde az da olsa ıstılah manasında kullanılmıştır. Bu tabir, daha sonraki devirlerde İslâm alimlerince, geliştirilen bir ıstılahtır.

Fıkıh usulünde caiz teriminin, mubah* kavramı ile yakından ilişkisi bulunmaktadır; her ikisi de mükellefin yapıp, yapmamakta serbest bırakıldığı fiilleri ifade etmektedir. Ancak câiz, mubahtan daha kapsamlı bir kavram olup, haram* ve tahrimen mekruh* dışında kalan teklîfî hüküm*lerin hepsini kapsamaktadır. Buna göre caiz kavramı, farz*, vacip*, mendub*, mubah* ve tenzihen mekruh*u içine almaktadır.

Fıkıh literatüründe ise, işlenmesinde günah bulunmayan fiilleri ifade etmek için, başka bir deyişle fiilin dine uygunluğunu belirtmek için caiz tabiri kullanılmaktadır. Bu anlamda caiz ile helal* ve meşru* kavramları arasında yakın ilişki bulunmaktadır. Buna göre caiz, işlenmesinde dinî, dünyevî, hukukî ve cezâî sorumluluk bulunmayan fiilleri ifade etmektedir.

Kelam ilminde caiz, aklî hükümlerden olup zatına nispetle varlığı ve yokluğu eşit olan, varlığı da yokluğu da vacip olmayan şeyi ifade eder.

Cariye

Köle ve cariye, hukukî, iktisadî ve sosyal bakımdan hür insanlara göre daha aşağı bir statüde bulunan bir sınıfın adı olup, kadınları için cariye, eme, memlûke tabiri kullanılmaktadır.

Tarihin eski çağlarından beri yeryüzünde mevcut ve yaygın bir olgu olan kölelik, İslâm’ın öngördüğü ve teşvik ettiği bir durum değildir. Bilakis, indiği dönemde sosyal bir gerçeklik olan bu olguyu tedricen tasfiye etmeyi planlamış, bu arada, kölelerin durumlarını iyileştirmeyi sağlayacak ön tedbirleri almış ve altyapıyı kurmaya öncelik vermiştir.

Bu amaçla, köleliğin diğer sun’î kaynaklarını kaldırarak, sadece savaşı, kölelik kaynağı olarak kabul etmiştir. Müslümanların savaşta almış oldukları savaş esirleri, karşılıksız olarak veya kurtuluş fidyesi alınarak serbest bırakılabileceği gibi (Muhammed, 47/4), gerektiğinde köle ve cariye de yapılabilir. Bu da, düşmanın Müslüman esirlere ne yaptığına, kamu yararına ve diğer şartlara bağlıdır. Düşmanın, eline geçirdiği Müslüman esirleri köle ve cariye yaparak toplumunun iktisadi yapısını kuvvetlendirip, Müslümanları zaafa uğrattığı bir durumda, Müslümanların aldıkları esirleri salıvermelerini istemek makul olmasa gerektir.

Köleliğin ıslah ve zamanla tasfiyesi amacıyla İslâm’da, kölelerin eğitilmesi, hürriyete hazırlanarak faydalı bir kimse haline getirilmesi ve hür kılınması konusunda teşvik ve tedbirler getirilmiştir; sürekli olarak ve değişik vesilelerle köle azat edilmesi tavsiye edilmiş, hatta keffaretlerde olduğu gibi, bazı durumlarda bunu dini bir zorunluluk haline getirmiştir.

Cariye, ibadetler ve dini mükellefiyetler bakımından hür kadınlar gibidir. Ancak hür olmadıkları ve mal sahibi olamayacakları için zekat ve hac ibadetiyle mükellef değildirler. Özel hukuk bakımından cariye, hukuki muamele ve tasarrufa konu bir mal gibi kabul edilmiştir. Eksik bir edâ ehliyetine sahip olup, tasarrufları da efendisinin iznine bağlıdır. Efendisinden çocuk doğuran câriye, ümmü veled statüsü kazanarak hürriyetini garanti altına almış olur; artık satılamaz ve efendisinin ölümünden sonra hür olur.

Cebîre

Sözlükte, kırık kemiğe bağlanan tahta, sargı, alçı manasına gelmektedir.

Vücudun herhangi bir yerinde kırık, çıkık veya yaradan dolayı sargı bulunduğunda, abdest alırken veya guslederken bu sargı çözülerek altı yıkanır ve yaranın üstü meshedilir. Ancak sargının çözülmesinin zararlı olması halinde çözülmeyip üzerine meshedilebilir. Sargının çoğunluğunun sadece bir defa meshedilmesi yeterlidir. Yapılan bu mesh, o uzvun hükmen yıkanması sayılır. Hatta meshetmenin de zararlı olması halinde, bundan da vazgeçilebilir. Sargının abdestsiz veya cünüp iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi belirli bir süresi de yoktur. Yara veya kırık iyileşinceye kadar devam eder.

Sargıya meshettikten sonra bu sargı değiştirilirse veya sargı düşerse, mesh bozulmaz; iade edilmesi de gerekmez. Ancak, yaranın iyileşip sargının çıkarılması halinde, mesh bozulur. Yara iyileştiği halde, sargı olsa bile mesih bozulur. Bu durumda, yaraya zarar vermeden sargı çözülerek altının yıkanması gerekir.

Cebr

Cebr sözlükte, zorlama, düzeltme, tamir etme anlamlarına gelmektedir. Kelam ıstılahında, kulların irade ve hürriyetinin olmadığı, bütün fiillerini ilâhî irade ve kudretin zorlayıcı tesiriyle yaptıkları anlamına gelmektedir. bk. Cebriyye. Fıkıhta cebr ise, hukukun tanıdığı bir yetki kullanılarak kişinin yapması gereken işe zorlamansını ifade eder.

Mükelleflerin hukuk kurallarına uymalarını temin etmek amacıyla hukukun aslî kaideleri yanı sıra, insanları hukukun emir ve yasaklarına uymaya zorlayan bir takım tedbirler de tesis edilmiştir ki bunlara müeyyide denilmektedir. Hukukta müeyyide, cebir ve zorlamadır.

Hukuk kaidelerinin en önemli özelliklerinden biri, ihlal edilmesi halinde, ihlal edene fiili bir karşılığın gösterilmesidir. İhlal, eden sadece ayıplanmakla, hor görülmekle kalmaz, fiili bir karşılığa da maruz kalır. Hukuk kurallarına riayet edilmesini temin ve hukuku teyit için çeşitli icbar vasıtaları ihdas edilmiştir. Bazı gayri kanuni hareketler için doğrudan doğruya ceza tayin edilmiş, bazıları için kaideye uygun hareket etmesini sağlamak amacıyla cebrî icra usulü seçilmiş, bazen de zarar gören kişiye tazmînat ödetme yoluna gidilmiştir.

Hukuk kurallarına uygun hareket edilmesini sağlamak amacıyla, hukuka aykırı davranıştan sonra, böyle bir davranışta bulunan kişinin canına, malına, hürriyetine veya itibarına yönelik tatbik edilen cezalar; hukuki yükümlerini yerine getirmeyenlerin, kamu gücü harekete geçirilerek cebri icra vasıtalarıyla bu yükümlülüklerini zorla yerine getirmelerinin sağlanması veya başkasına verdiği zararın giderimi hukukun maddi müeyyidelerini oluşturmaktadır.

Cehalet

Cehalet veya cehl sözlükte, bilmemek, bilgi ve görgüden yoksun olmak anlamlarına gelmektedir. Fıkıh terimi olarak, genellikle cehalet, varlık ve olaylar hakkındaki belirsizlik, bilinmezlik; cehl ise, kendisinin bilgisizliği anlamlarında kullanılmaktadır.

  1. Belirsizlik – Bilinmezlik (cehalet); İslâm hukukunda, hukuki işlemlerde ve özellikle de iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde, akdin konusunun biliniyor ve belirli olması gerekir. Akdin konusu ile ilgili belirsizlik garar*, bilinmezlik ise cehalet kavramıyla ifade edildiği gibi, her iki kavramın birbirinin yerine kullanıldığı da görülmektedir.

Taraflar arasında çekişmeye yol açması kuvvetle muhtemel olan akdin konusundaki cehaletin, akdin sıhhatine engel olduğu konusunda alimler ittifak etmişlerdir. Çekişmeye yol açmayacağı kuvvetle muhtemel olan durumlarda cehaletin, akdin sıhhatine engel teşkil etmeyeceğini ittifakla kabul etmişlerdir. Çekişmeye neden olması muhtemel durumlarda ise, akdin sıhhatine mani teşkil edip etmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Hukukî tasarruflarda belli olması gereken hususlar şöyle sıralanabilir: Satım akdinde, akdin konusu mal, bedeli, vade ve taksit durumu; kira akdinde, kiralanan şey, kira bedeli; kefalette, kefil olunan; havalede, havale edilen miktar; ariyette*, ariyetin konusu; hibede*, bağışlanan mal; ortaklıkta, karın ortaklar arasında ne şekilde bölüşüleceği; vekalette*, vekaletin konusu; sulhde*, sulhun konusu ve bedeli; ibrâda*, ibrâ edilen; şüf’ada*, şüf’a bedeli; ikrarda*, lehine ikrarda bulunulan; davada*, davalı ve dava konusu belli olmalıdır.

Bununla birlikte, başta Malikîler olmak üzere bazı İslâm hukukçuları, belirsizliğin ivazsız akitleri etkilemeyeceğini kabul etmişlerdir.

  1. Bilgisizlik (cehl); İslâm’da kişinin sorumlu tutulması için yükümlülüğün kendisine bildirilmiş olması ön şart olarak kabul edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, peygamber gönderilmedikçe kimseye azap edilmeyeceği belirtilmektedir (İsrâ 17/15). Sorumluluğun temel şartı olan bilme, bilfiil bilgi sahibi olma anlamına gelmeyip, bilme imkanına sahip olma demektir. Bu nedenle fakihler, İslâm ülkesinde bilgisizliği mazeret olarak kabul etmemişlerdir. Buna karşılık, darulharpte* Müslüman olup da dini hükümler konusunda bilgisi bulunmayan kişi, dini emirleri yerine getirme ve yasaklardan kaçınma konusunda mazur görülmüşlerdir.

Bilgisizliğin mazeret olarak kabul edilmesi için, davranışın yasak olduğunun bilinmemesi gerekir; davranışın yasaklığı bilindiği halde buna bağlanan hukuki sonucun bilinmemesi özür olarak kabul edilmez. Ayrıca, bilgisizlik Allâh hakları konusunda geçerli mazeret olmakla birlikte, kul haklarında verilen zararın tazmîni konusunda geçerli sayılmaz.

Cehrî – Cehren

Açıktan, yüksek sesle, alenen söylemek, okumak, yapmak anlamlarına gelmektedir.

Cemaatle kılınan akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rekatı ile sabah namazı, bayram ve Cuma namazları, teravih namazı ve Ramazan ayında teravih namazından sonra kılınan vitir namazının her rekatında imamın fatiha ve zammu sureyi* açıktan, yüksek sesle okuması vaciptir. Öğle ve ikindi namazlarında ise, imamın kıraati hafî* yapması gerekir.

Tek başına kılınan namazlarda ise, öğle ve ikindi namazları ile gündüz kılınan nafile* namazlarda, kıraatin gizli (hafî) olarak yapılması gerekir. Sabah, akşam ve yatsı ile gece kılınan nafile namazlarda kişi serbesttir; dilerse sesli (cehri), isterse gizli (hafî) okuyabilir.

Celâbîb

Gömlek, elbise ve baş örtüsü anlamına gelen cilbab kelimesinin çoğuludur. (bk. Tesettür)

Celde

Arapça’da derisine dokunmak, vurmak, kırbaç ve benzeri şeylerle vurmak anlamına gelen celd kökünden türetilen celde kelimesi, ıstılahta zina, zina iftirası ve sarhoşluk suçunu işleyenlere uygulanacak kırbaç veya değnek cezası demektir.

Toplum yapısının sağlamlığı ve toplumun geleceği; kendisini meydana getiren en küçük birim olan ailenin korunması ile mümkündür. Bu nedenle İslâm’da zina büyük suç olarak kabul edilmiş ve Kur’an-ı Kerim’de zina ve iffetli kadınlara zina iftirasının cezası açık bir şekilde beyan edilmiştir.

Kur’an’da zina eden erkek ve kadının cezası, yüz değnek olarak belirlenmiştir (Nur 24/2). İffetli kadınlara zina iftirasında bulunmanın cezası ise, seksen değnek şeklinde belirtilmiştir (Nur 24/4). Fıtrî özelliğini yitirmemiş her toplumda zina, öteden beri ağır bir suç olarak kabul edilmiştir. Aile yapısının, iffet ve namusun korunmasına önem veren İslâm dini de, bu konuda hassasiyet göstererek, caydırıcı ve ıslah edici bir ceza öngörmüştür.

Kur’an’ın anlaşılmasında ve yorumunda Hz. Peygamber’in söz ve tatbikatını esas alan alimler, Kur’an’da cezası açıklanmayan sarhoşluk suçu için, kırk veya seksen değnek ceza belirlemişlerdir.

Bu cezaların, suçluyu caydırıcı ve ıslah edici, toplumu uyarıcı bir yönü olduğundan İslâm’da böyle bir ceza öngörülmüştür.

Celse

Sözlükte oturma, oturum, oturuş şekli anlamına gelen celse, dini terim olarak namazda iki secde arasındaki oturuş anlamına gelmektedir.

Namaz kılan kimsenin birinci secdeden sonra uzuvlar sakin oluncaya kadar oturmak Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre farz, Hanefîlere göre ise vaciptir. Hz. Peygamber, iki secde arasında böyle oturmayan bir sahabîye namazını yeniden kılmasını ve secdeler arasında bu şekilde oturmasını emretmiştir (Ebû Davûd, Salât, 148).

Ayrıca, ikinci secdeden sonra ayağa kalkmadan yapılan bir oturuş daha vardır ki, buna istirahat celsesi denilmektedir. İstirahat celsesi, Hanefî ve Malikî mezheplerine göre mekruh; Şafiî mezhebinde sahih kabul edilen görüş ile Ahmed b. Hanbel’den nakledilen bir görüşe göre ise sünnettir. Yapıldığı takdirde bu celsenin kısa olması gerekir.

Cemaat

Sözlükte insan topluluğu anlamına gelen cemaat, dini bir terim olarak muhtelif anlamlarda kullanılmaktadır.

Cemaat, ashap, müçtehit imamlar veya her devirdeki Müslümanların büyük çoğunluğu anlamlarına gelen ve Ehl-i sünnet* için kullanılan bir tabirdir. Ayrıca, Müslümanların din kardeşliği esasına dayalı olarak gerçekleştirdikleri ve katılmak zorunda oldukları birlik, beraberlik anlamında da kullanılmaktadır. bk. Tefrika.

Fıkıh terimi olarak ise, namazda imama uyanlar; namazı imamla birlikte kılan topluluk manasına gelmektedir. Cemaatle namaz kılma, Hz. Peygamber devrinden itibaren teşvik edilmiş ve İslâm’ın şiarından sayılmıştır. Hatta bazı ibadetler için cemaat şart koşulmuştur. Hz. Peygamber cemaatle namazı teşvik etmek maksadıyla, cemaatle kılınan namazın, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletli olduğunu belirtmiştir (Buharî, Sahih, Ezan, 30; Müslim, Mesâcid, 42).

Cemaatle kılınan namazlar esas itibariyle farz namazlardır. Günlük beş vakit kılınan farz namazların cemaatle kılınması sünnet-i müekkededir. Ancak, tek başına da kılınabilir. Cuma ve bayram namazları cemaatle kılınır; tek başına kılınamaz. Teravih namazı dışındaki sünnet ve nafile namazlar cemaatle kılınmaz. Teravih namazı ise, tek başına kılınabileceği gibi cemaatle de kılınabilir. Vacip olan vitir namazı, sadece Ramazan ayında cemaatle kılınabilir.

Hz. Peygamber, müezzin kâmet getirmeye başlayınca veya farz namaza durulunca başka namaz kılınmayacağını bildirmektedir (Buharî, Ezan, 38; Müslim, Müsafirin, 63-64). Buna göre, camiye gelen kimse, farz namazın kılınmaya başlanmış olması halinde, vaktin sünneti de olsa nafile namaza durmaması gerekir. Sünnete başladıktan sonra cemaatin farza durması halinde, iki rekat tamamlanınca selam vererek imama uyar.

Cemre

Sözlükte çakıl taşı, kor parçası gibi anlamlara gelen cemre, bir fıkıh terimi olarak, haccedenlerin kurban bayramı günleri Mina’da, halk arasında şeytan diye isimlendirilen yerlere attıkları küçük taşların her birini ifade etmektedir. Ayrıca taşların atıldığı üç ayrı yere de cemre denmektedir. Cemrelerden Mekke yönündeki ilkine küçük veya birinci cemre, ikincisine orta cemre ve üçüncüsüne de büyük cemre veya Akabe cemresi adı verilir. Bu yerlere taş atmaya da remy-i cimar denir. Halk arasında şeytan taşlama olarak da isimlendirilen bu fiil, haccın vaciplerindendir.

Bayramın birinci günü, sadece Akabe cemresine yedi taş atılır. Bu taş atmanın zamanı, tan yerinin ağarmasından başlar, ertesi günün tan yeri ağarmasına kadar devam eder. Bayramın ikinci ve üçüncü günleri, her üç cemreye yedişer taş atılır. Bu iki günde taş atma zamanı, zeval vaktinden başlayıp ertesi gün tan yerinin ağarmasına kadar devam eder. Bayramın ikinci ve üçüncü günü Mina’da kalınması halinde, dördüncü günü de, her üç cemreye yedişer taş atılır. Güneşin batmasıyla taş atma zamanı sona erer.

Atılacak taşların nohuttan büyük, cevizden küçük olması tavsiye edilmiştir. Taşların Müzdelife’den toplanması müstehaptır. Temiz olmayan yerlerden taş alınmamalıdır. Taşlamanın sahih olması için, taşların cemreye el ile atılması; atılan şeyin yeryüzü cinsinden olması; taşların teker teker atılması; atılan taşların taş yığınının üzerine veya yakınına düşmüş olması; gücü yetenlerin taşları kendilerinin atması ve vakti içinde atılması gerekir. Atılan taş yerine ulaşmaz veya uzağa düşerse, yerine başkası atılır. Taşlar vaktinde atılmazsa ceza kurbanı gerekir.

Taşları bizzat atamayacak kadar hasta, yaşlı ve sakat olanlar, uygun kişileri vekil tayin ederek taşlarını attırırlar.

Hacılar birinci gün Akabe cemresini attıktan sonra, kurbanlarını kesebilir, traş olup ihramdan çıkabilir, Kabe’yi tavaf* ve sa’y* etmeye gidebilirler.

Cenabet

Bazı temel ibadetlerin yerine getirilmesine engel olan manevî kirlilik hali, gusül etmeyi gerektiren durum, cünüplük anlamına gelmektedir. bk. Cünüplük.

Cenâze

Cenâze, ölü, anlamına gelmektedir. Her canlı ölümü tadacaktır (Âl-i İmrân 3/185; Enbiyâ 21/35). Doğum gibi ölüm de, Allâh’ın değişmez sünneti, tabiî bir olaydır. Fakat İslâm inancı bakımından ölüm bir son değil, yeni bir hayatın başlangıcıdır. Dinimizde insan, dünya hayatında da, ölümünden sonra da saygıya layıktır. Ölüye gösterilen bu saygı, ölünün yakınlarına bir tesellî mahiyeti taşıdığı gibi, ölümün hiçlik olmadığını da anlatma amacına yöneliktir.

İslam dini sosyal dayanışma, adalet ve yardımlaşmaya büyük önem vermiş. Bu çerçeveden olarak, hastaları ziyaret ederek onlara Allah’tan şifa, sıhhat ve afiyet dilemek, sabır ve tahammül tavsiye etmek, dünya hayatını terk etmek üzere olan hastaları kıbleye çevirip, onlara şahadet telkin etmek tavsiye edilmiş, vefat hadisesi gerçekleşince ölüyü yıkamak, kefenlemek, namazını kılmak, kabre kadar taşımak, defnetmek ve ölü için dua etmek de sosyal görev olarak kabul edilmiştir. Ayrıca ölen bir Müslüman’ın ardından Allah’tan rahmet dilemek, hayırla yad etmek ve iyiliklerinden bahsetmek dinimizin tavsiye ettiği davranış biçimidir. Ölü için kötü sözler sarf etmek veya arkasından varsa kötülüklerini açıklamak ise, İslam’ın hoş görmediği bir hareket tarzıdır. Nitekim Hz. Peygamber ölülerimizi hayırla anmamızı bizlere tavsiye etmiştir.

Son nefesine yaklaşmış ve ölmek üzere olan kişiye muhtazar*; ölen kişiye meyyit; ölü için genel olarak yapılması gereken hazırlıklara techiz*; ölünün yıkanmasına gasil*; kefenlenmesine tekfîn*; musallâya ve namazdan sonra kabristana taşınmasına teşyî’* ve kabre konulmasına da defin* denir.

Ölen bir Müslüman’ı yıkamak, kefenlemek, onun için namaz kılıp dua etmek ve kabre gömmek Müslümanlar için farz-ı kifayedir*.

Cenâze Namazı

Cenâze için dua olan cenâze namazı, farz-ı kifayedir; yalnız bir erkeğin veya bir kadının bu namazı kılmasıyla farz yerine getirilmiş olur. Ebû Hanife’ye göre, cenâze namazı, Allâh’a övgü, Rasulullah’a salavât ve ölüye duadan ibarettir.

Cenâze namazı rüku ve secdesi olmayan bir namazdır; rükünleri kıyam ve tekbirdir. Cenâze namazında iftitah tekbirinden başka, üç tekbir bulunmaktadır. Selam vermek vaciptir. Sünnetleri ise, Allâh’a hamd ve senâ etmek, Rasulullah’a salât ve selam getirmek, hem ölüye hem de Müslüman’lara dua etmekten ibarettir.

Cenâze namazında taharet, kıbleye yönelmek, setr-i avret ve niyet gibi şartlara riayet edilir. İslâm alimlerinin çoğunluğuna göre, kerahet vakitleri de dahil günün her saatinde cenâze namazı kılınabilir.

Namazı kılınacak cenâzenin Müslüman olması, yıkanıp kefenlenmiş olması, cemaatin önünde sabit bir yere konmuş olması, bedeninin tamamı veya yarıdan fazlası, yahut başı ile birlikte en az yarısının bulunması gerekir. Canlı olarak doğan çocuk yıkanır ve cenâze namazı kılınır. Birkaç cenâze bir araya gelmiş olursa, bunların namazlarının ayrı ayrı kılınması daha iyidir. Bununla birlikte, hepsine birden bir namaz kılmak da yeterli olur.

Cenâzeye karşı ve kıbleye yönelik olarak saf bağlanır ve niyet edilir. İmam tekbir alarak ellerini bağlar; cemaat da tekbir alarak ellerini bağlar. Tekbirden sonra imam ve cemaat içlerinden, “ve celle senâüke” cümlesiyle birlikte “Sübhaneke” duasını okurlar. Ardından imam ellerini kaldırmadan tekbir alır, cemaat da içinden tekbir alır ve hepsi içlerinden “Salli” ve “Barik” dualarını okur. Tekrar aynı şekilde tekbir alırlar ve bilenler cenâze duasını, bilmeyenler de, dua niyetiyle “Fatiha” suresini veya başka bir dua okur. Daha sonra yine aynı şekilde tekbir alınır ve arkasından sağa ve sola selam verilir. Böylece namaz tamamlanmış olur.

Cenin

Sözlükte, gizli olan şey, anne karnındaki çocuk gibi anlamlara gelmektedir. Çoğulu ecinnedir. Kur’an-ı Kerim ve hadislerde, henüz doğmamış anne karnındaki çocuk anlamında kullanılmıştır (bk. Necm 53/32; Buhârî, Feraiz, 11; Müslim, Kasame, 35, 36, 38).

Anne karnındaki cenin, bir yönden anneye bağlı, onun bir parçası, diğer yönden ise, kendine ait hayatiyeti olan müstakil bir varlıktır. Ceninin bu iki yönü dikkate alınarak, hak sahibi olabilmeye ve borç altına girebilmeye elverişli kamil bir zimmet tanınmamış, bununla birlikte kendine ait hayatiyeti olan müstakil bir varlık olduğu, sağ olarak doğup yaşaması ihtimali dikkate alınarak, eksik bir vücup ehliyeti tanınmıştır. Bununla doğum zamanına kadar zayi olması muhtemel birtakım hakların, cenin için saklı tutulması amaçlanmıştır. Bu ehliyetle cenin, sadece menfaatine olan ve kabule ihtiyaç duymayan miras, vasiyet, vakıfta lehtar olmak gibi bazı haklara sahip olur.

Hanefî alimlerine göre, annesinin karnında iken cenine intikal eden mallar, yed-i emine verilir. Yed-i emin, o malları muhafaza eder. Hanefîlerin dışındaki fakihlere göre ise, cenin için bir vasî* veya velî* tayin edilir.

Ceninin söz konusu haklardan istifade edebilmesi için, miras bırakan öldüğünde veya lehine vasiyet ve vakıf yapıldığında anne karnında mevcut olması ve sağ olarak doğması gerekir. Ceninin sağ doğması gerçek anlamda olabileceği gibi, bir haksız fiil sonucu ölü doğması şeklinde takdiri de olabilir; bu şekilde ölü doğan çocuk sağ doğmuş gibi kabul edilir. Miras ve vasiyet yoluyla intikal eden mallar ile haksız fiili yapan kimsenin ödeyeceği tazmînat (gurre) da çocuğun mirasçılarına intikal eder.

Cevaz

Caiz kavramının mastarı olan cevaz, caizlik, caiz olma, mubahlık ve serbestlik anlamlarına gelmektedir. bk. Caiz.

Ceza

Sözlükte, bir şeyin bedeli, karşılığı; iyi veya kötü olan bir fiil veya davranışın tam ve yeterli karşılığını vermek anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, hem iyi, hem de kötü fiil ve davranışın karşılığı olarak ceza tabiri kullanılmıştır. Kur’an’da, iyilerin, Allâh’ın emirlerine uyup yasaklarından sakınanların ahirette mükafatlandırılacağı, kötülerin, günahkarları, yalancıların, kibirlilerin de cezalandırılacağı belirtilmiştir (bk. Al-i İmran 3/144, 145; Nahl 16/31; Enam 6/120; A’raf 7/147).

Bir fıkıh terimi olarak ise, hukuk düzeni tarafından, suçluya dünyada uygulanacak maddi ve manevi müeyyideyi ifade etmektedir. Hukuka aykırı davranışlar, toplumun emniyetini ve düzeni ihlal eden bir suç olduğunda, fertleri hukuka uygun davranmaya zorlayan müeyyide, bu fiile uygun bir ceza olur. Bu cezalar, hayata, bedene, şahsiyete, mal varlığına veya suçlunun temel hak ve hürriyetlerine yönelik olabilir ya da teşhir ve terzil gibi manevi olabilir. Bazen bu cezaların bir kaçı birleştirilebilir.

Cezalandırmanın amacı, genelde suçun aleniyetine ve yayılmasına engel olarak içtimai vicdanı ve yapıyı korumak, hukuka kuvvet kazandırmak ve bu suretle fertleri hukuka uygun yaşamaya mecbur etmektir. Bunun yanında,hukuka aykırı davranışta bulunan kişinin te’dibi, gayri kanuni davranışa meyleden kişiyi bu niyetinden caydırma, keffaret, tasfiye, zarar görenin tatmini ve zararın giderilmesi olarak sıralanabilir.

İslâm hukuku literatüründe cezalar, naslarla belirlenip belirlenmediğine göre had, kısas ve tazir cezaları şeklinde bir tasnife tabi tutulmaktadır. (bk. Had Cezaları; Kısas; Diyet ve Tazir.)

Cezaî müeyyidelerin nitelik ve ilkeleri, kanûnî ve şahsî olması; genel ve sürekli olması; yetkili kişiler tarafından uygulanması; caydırıcı olması ve uygulanabilir olması; suç-ceza dengesinin gözetilmesi ve cezalandırmada adalet ve hakkaniyet ölçülerine riayet edilmesi şeklinde sıralanabilir.

Cilbâb

Hanımların dış giysisi anlamında kullanılan bir kelime; gömlek, elbise ve baş örtüsü anlamlarına gelmektedir. (bk. Tesettür)

Cimâ

Sözlükte beraberlik, toplanmak, bir araya gelmek anlamına gelen cima, bir fıkıh terimi olarak, kadın ve erkek arasındaki cinsi münasebeti ifade etmektedir.

Daha çok meşru olan cinsi münasebeti ifade eden bir terim olarak kullanılan cima, eşlerin karşılıklı hak ve vecibelerinden biri olarak kabul edilmiştir. Kur’an’da cinsi münasebetin ana gayelerinden birinin neslin devamı olduğuna işaret edilmiştir (Bakara 2/223).

İslâm dininde cinsi münasebetin manevî kirlilik meydana getirdiği kabul edilmiş ve ilişkiden sonra yıkanmadan namaz kılmak, Kur’an-ı Kerim okumak, Kur’an’a dokunmak, Kabe’yi tavaf etmek ve mescitlere girmek yasaklanmıştır. Temizlenmek için yıkanması, bunun mümkün olmaması halinde teyemmüm etmesi gerekir. (bk. Cünüplük; Gusül).

Hayız ve nifas halindeki eşle cinsi münasebet yasaklanmış (Bakara 2/222), vuku bulması halinde, münasebet ilk günlerde meydana gelmişse 4, son günlerinde meydana gelmişse 2 gram altın değerinde meblağ keffâret olarak fakirlere verilmesi tavsiye edilmiştir (Ebû Davud, Nikah, 46; İbn Mace, Taharet, 23). Bunun dışında, oruçlu*, ihramlı* ve itikafta* iken cinsi münasebet yasaklanmıştır.

İslâm hukukunda cinsi münasebete bazı hükümler bina edilmiştir. Münasebet Ric’î talakta* eski eşe dönüş, îlâda* ise yeminden dönüş olarak kabul edilmiştir. Evlilikten sonra münasebetle eş mehirin* tamamına hak kazanır ve ayrılık meydana gelmesi halinde iddet* beklemesi gerekir. Münasebetten önce boşanma halinde kadının iddet beklemesi gerekmez ve mehrin yarısına hak kazanır. Bunun dışında üç talakla boşanan eşlerin tekrar evlenebilmeleri için kadının başka bir eşle evlenmesi ve bu evliliğinde cinsi münasebette bulunması gerekir. Gayri meşru ilişki (zinâ*), haram kabul edilmiş ve had cezası* öngörülmüştür.

Cinayet

Sözlükte günah işlemek, işlenen suç ve günah anlamlarına gelen cinayet, bir fıkıh terimi olarak, mala ve cana yönelik hukuka aykırı fiiller ile hacda ihram veya harem sebebiyle yapılması yasak olan işleri ifade etmektedir.

Geniş anlamda mala ve cana yönelik hukuka aykırı fiiller için cinayet tabiri kullanılmakla birlikte, mala yönelik işlenen suçlar daha çok gasp* veya itlaf* başlıkları altında incelenmiştir. Cinayet kavramı ise, daha çok dar manada, cana yönelik işlenen adam öldürme ve müessir fiil suçları karşılığında kullanılmıştır. Bu manada cirah kavramı da kullanılmıştır.

İslâm hukukçuları cana yönelik cinayetleri, adam öldürme, müessir fiil ve anne karnındaki çocuğa yönelik cinayetler olmak üzere üçe ayırmaktadırlar. Adam öldürme, Hanefilere göre amd, şibh-i amd, hata, hataya benzer ve sebebiyet vermek şeklinde beşe ayrılır. Karşılığında durumuna göre kısas, diyet ve tazir cezalarının uygulanması öngörülmüştür. Müessir fiiller ise, kişinin uzuvlarına yönelik yasak fiiller şeklinde tarif edilebilir. Bunda da, kısas, diyet veya tazir cezası tatbik edilir. (bk. Katil; Kısas; Tazir.) Hamile kadının karnındaki çocuğun düşmesine neden olan müessir fiilde ise, gurre denilen bir tazmînat ödenmesi gerekir. (bk. Gurre)

Hac veya umrede cinayet sayılan işlerin yapılması halinde, eyleme göre ceza gerekir. Yapılan işin cinayet olup olmadığını bilinmesi ya da bilinmemesi; bu fiilin kasten veya hata ile veya yanılarak yapılması arasında bir fark yoktur. Kıran haccına niyet eden kimsenin, ihram yasaklarından birini işlemesi halinde, biri umrenin, diğeri de haccın ihramı olmak üzere, her bir cinayet için iki ceza ödemesi gerekir. Tavafın abdestsiz yapılması gibi sadece umre veya haccı ilgilendiren fiillerde ise tek bir ceza öder.

Hac ve umre ile ilgili veya ihram yasakları ile ilgili cinayetler; hac ve umreyi bozup kazayı gerektiren cinayetler, bedene, dem veya sadaka vermeyi gerektiren cinayetler olmak üzere dörde ayrılırlar. (bk. Bedene; Dem).

Hac için ihrama giren kimsenin Arafat vakfesinden önce, umre için ihrama giren kimsenin de, tavafın en az dört şavtını tamamlamadan önce cinsi münasebette bulunması hac veya umreyi bozar, bunların kaza edilmesi ve cinayet sebebiyle de bir koyun veya keçi kesilmesi gerekir. Bedene veya dem gerektirmeyecek derecedeki cinayetlerle ilgili olarak ise, sadaka-i fıtır miktarı sadaka vermesi gerekir. Bunlar, vücudun bir organından daha azına güzel koku sürmek, başının veya sakalının dörtte birinden azını tıraş etmek gibi cinayetlerdir.

Cinnet:

bk. Cünûn.

Cirah

Arapça’daki yara anlamındaki ciraha kelimesinin çoğulu olup, dini terim olarak müessir fiille bir kimseyi yaralama ve meydana gelen yarayı ifade etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, cirah kelimesinin çoğulu olan cürûh kelimesi, kasten yaralamanın cezaî müeyyidesini göstermek üzere bir ayette geçmektedir (Maide 5/45).

Şafiîler gibi bir kısım fakihler cirah tabirini, ölümle sona ermesi veya ölüme neden olmamasına bakmaksızın bütün yaralamalar için kullanmışlardır. Buna karşılık çoğunlukla alimlere göre ise, bu tabir ölümle sonuçlanmayan yaralamaları kapsamaktadır. En dar anlamıyla cirah, baş ve yüz dışındaki yaralamaları ifade eder. Baş ve yüzdeki yaralamalar için şecce tabiri kullanılmaktadır.

Yaralamakla sonuçlanan müessir fiilin kasten olması ve kısas mümkün olması halinde kısas ile cezalandırılması, hata ile olması veya kısas imkanı bulunmaması halinde diyet ile tazmîn (erş) edilmesi öngörülmüştür. (bk. Kısas; Diyet)

Cizye

Arapça’da karşılığını vermek anlamına gelen cezâ kelimesinden türetilen bir isim olup, İslâm devletindeki gayrimüslim tebaanın erkeklerinden alınan başvergisi demektir. Cizye hicrî 9 yılında nazil olan ve İslâmiyeti kabul etmeyen ve İslâm ülkesinde yaşamak isteyen gayrimüslimlere malî mükellefiyet getiren ayetle sabit olmuştur (Tevbe 9/29). İslâm hukukunda cizye, İslâm ülkesinde yaşamak isteyen gayrimüslim ile yapılan zimmet anlaşması üzerine alınır. Bu anlaşma sonucunda, gayrimüslim zimmî sıfatıyla İslâm devletinin tebaası olur; can, mal ve inanç hürriyeti güvence altına alınır. Cizye, gayrimüslim olmanın cezası değil, himaye görmesinin bedelidir.

Cizye kural olarak, akıllı, ergin, hür ve verebilecek durumda olan erkeklerden alınır. Çocuk, kadın, din adamı, fakir ve kötürümlerden alınmaz. Devlet ile gayrimüslim tebaa arasında yapılan zimmet akdi gereği, bu tebaanın bütün temel hak ve hürriyetleri korunur, birçok yönden kendilerine Müslümanlarla eşit haklar verilir ve fakat Müslümanların yükümlü olduğu bir takım mükellefiyetlerden muaf tutulurlar. Bunlara karşılık, kendilerinden baş vergisi olarak cizye ve toprak vergisi olarak da haraç* alınır. Gayrimüslim tebaa İslâm’ı kabul etmesi halinde cizye kendilerinden düşer, ancak toprak vergisi olarak haraç alınmaya devam edilir. Cizyenin miktarı, ödenme şekli gibi ayrıntılar, zaman ve şartlara göre belirlenebilecek idari hususlardır.

Cuâle

Yapılacak belirli bir iş karşılığında ücret veya mükafat vaad etme ya da ödenecek ücret veya mükafata cuâle denir. Cuâle tek taraflı irade beyanı ile borç doğuran hukukî işlemlerdendir. Hanefîlere göre cuâle, sadece kaçak kölenin sahibine getirilmesine karşılık ödenen ücret olarak kabul edilmiş, bunun dışında cuâleyi kabul edilmemiştir. Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise, ihtiyaç sebebiyle bunun dışındaki alanlarda da cuâle kabul edilmiştir. Kaçak bir hayvanı yakalayacak kimseye, bir hastayı iyileştirecek doktora mükafat vadi bu konuda örnek olarak verilebilir.

Cuâlenin geçerli olması için vaatte bulunan kişinin tam ehliyete sahip olması; irade beyanının da, yapılacak işi, ödenecek ücreti ve borçlanma taahhüdünü açık ve kesin bir şekilde ortaya koyması gerekir. Cuâle, Şafiî ve Hanbelî fakihleri ile Malikîlerdeki hakim görüşe göre, işe başlamadan önce iki taraf için de bağlayıcı olmayan bir hukuki işlemdir; bundan önce iki taraf vazgeçebilirler.

Cuma

Kelime olarak, toplamak, toplanmak anlamlarına gelen Cuma, haftanın günlerinden birinin adı ve Kur’an-ı Kerim’de bir surenin ismidir. İslâm dininde Cuma, haftalık ibadet günü olarak seçilmiş ve bu günün bir bayram olduğu hadislerde belirtilmiştir (Beyhakî, III/243). Hz. Peygamber, Cuma günü hakkında, “Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün Cuma günüdür. Çünkü Hz. Adem o gün yaratıldı, o gün Cennete girdi ve o gün Cennetten çıkarıldı.” buyurmuştur (Müslim, Cumu’a, 18). Başka bir hadislerinde de, bu günde yapılan duaların kabul edileceği bir icabet saatinin bulunduğunu belirtmiştir (Tac, I/290).

Cuma gününün Müslümanlar için önemli bir gün olmasının sebeplerinden birisi de, bu günde kılınan Cuma namazıdır.

Cuma Namazı

Cuma gününün özelliklerinden biri ve en önde geleni Cuma namazıdır. Cuma namazı hicret esnasında farz kılınmıştır. İlk Cuma namazı da, Ranûna vadisinde kılınmıştır. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağırıldığınızda, alışverişi bırakıp Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” buyurmaktadır (Cumu’a 62/9).

Cuma namazı, farz namazlardan olup, Cuma günü öğle namazı vaktinde kılınır. Cumanın farzı iki rekat olup, Hanefîlere göre farzdan önce dört ve sonra da dört rekat sünnet kılınır. Cuma namazının özelliklerinden birisi de namazdan önce hutbe okunmasıdır (bk. Hutbe).

Cuma namazı, akıllı, buluğ çağına erişmiş, sağlıklı, hür ve mukim erkek Müslümanlara farz kılınmıştır; kadınlara, kölelere, yolculara ve cemaata gelemeyecek kadar mazereti olanlara farz değildir. Bununla birlikte, Cuma namazını kılmaları halinde geçerli olup, ayrıca öğle namazı kılmaları gerekmez.

Hanefilere göre Cuma namazının Cuma günü öğle namazı vaktinde kılınması, namazdan önce hutbe okunması, Cuma kılınan yerin halka açık olması, imam hariç en az üç kişilik bir cemaatın olması, Cuma kılınan yerin şehir hükmünde olması, Cuma kıldıracak kimsenin resmen yetkili olması gerekir.

Cuma günü namazdan önce gusül abdesti almak, temizlik yapmak ve namaza hazırlanmak, temiz elbiseler giymek, güzel kokular sürünmek Cuma’nın adabındandır.

Cünûn

Sözlükte örtünmek, gizlenmek, aklını kaybetmek anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise, söz ve fiillerin, normal cereyan etmesini engelleyecek derecedeki akıl bozukluğu şeklinde tanımlanabilir. Bu hastalığa maruz kalana mecnûn denir. Bu anlamda cünûn bir ehliyet arızasıdır. Fıkhî sonuç doğurması bakımından bir zihnî rahatsızlığın cünûn sayılması için, bu rahatsızlığın kişiyi temyiz gücünden yoksun kılacak nitelikte olması gerekir.

Akıl hastası olarak buluğ çağına erişmesi halinde cünûn-ı aslî, daha sonra bu hastalığa tutulması halinde ise cünûn-ı arızî söz konusudur. Ayrıca, rahatsızlığın uzun süreli olması halinde bu akıl hastalığına cünûn-ı mutbık, kısa süreli olması halinde ise cünûn-ı gayr-i mutbık denir. Cünun ile malul olan kimseye mecnûn denir.

Mecnun, ehliyet bakımından gayr-i mümeyyiz çocuk hükmündedir. Buna göre, cünûn halinin vücup ehliyetine hiçbir etkisi yoktur. Mecnun “haklara sahip olabilme ve borçlar altına girebilme” şeklinde tarif edilen vücup ehliyetine sahiptir; mirasçı olur, haksız fiilden dolayı tazmînat öder, vb.

İslâm dinine göre insanı insan yapan ve onu ilahî emir ve yasaklara muhatap kılan aklıdır. Hz. Peygamber, “Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Buluğ çağına erişinceye kadar çocukltan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve şifa buluncaya kadar mecnûndan” buyurmuştur (Buharî, Hudud, 22). Bu nedenle mecnûndan bedeni ibadetlerin hepsi düşer; namaz kılmaz, oruç tutmaz, hac ve keffâretle mükellef değildir. Hanefîlere göre mali ibadetlerle de mükellef değildir. Ancak malından sadaka-i fıtır ödenir. Cumhura göre ise,  mecnun mali ibadetlerle mükelleftir; malından zekat ve sadaka-i fıtır verilmesi gerekir.

Eda ehliyetinin temelini temyiz gücü teşkil ettiğinden, mecnunun hukukî tasarrufu geçersiz olup, hiçbir hukukî sonuç bağlanmaz. Cezaî sorumluluğu da yoktur; bir suç işlediğinde ceza tatbik edilmez. Ancak işlemiş olduğu cinayetten veya verdiği zarardan dolayı, diyet ve tazmînât gibi mali yükümlülükleri yerine getirir.

Cünüplük

Bazı temel ibadetlerin yerine getirilmesine engel olan manevî kirlilik hali, gusül etmeyi gerektiren durum anlamına gelmektedir. Böyle kimseye cünüp denilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de bu anlamda cünüp kelimesi iki yerde geçmektedir (Nisa 4/43; Maide 5/6).

Bir kimse, şehvetle menisinin gelmesi (orgazm olması), rüyasında iken ihtilam olması ya da orgazm gerçekleşsin veya  gerçekleşmesin cinsî münasebette bulunması halinde cünüp olur. İslâm dininde cünüplük manevî kirlilik olarak kabul edildiğinden, yıkanmadan namaz kılamaz, Kur’an-ı Kerim okuyamaz, Kur’an’a dokunamaz, Kabe’yi tavaf edemez ve mescitlere giremez. Temizlenmesi için yıkanması, bunun mümkün olmaması halinde teyemmüm etmesi gerekir.

Cünüp kimsenin bu sayılanlar dışında yemesi, içmesi, uyuması, Allah’ı zikretmesi, dua maksadıyla dua anlamlı ayetleri okuması, yemek pişirmesi, çocuk emzirmesi caizdir. Bu haldeki şahsın kesmiş olduğu hayvanın eti yenir. Ancak cünüplük hali manevi kirlilik olarak kabul edildiğinden biran önce gusledilmesi tavsiye edilmiştir.

Cürüm

Hata, günah, suç, kabahat, isyan gibi anlamlara gelen cürüm ıstılahta, hukuken yasaklanan ve yapılması halinde failin had, kısas veya tazirle cezalandırılması öngörülen eylemlere denir.

Kur’an-ı Kerim’de, cürüm kelimesi doğrudan geçmemekle birlikte, dini anlamda isyankar, günahkar anlamında mücrim kelimesi çok sayıda geçmektedir. (bk. Mücrim)

İslâm ceza hukukunda ise, genel olarak cerime, özel olarak ise cinayet, katl, serika vb suç nevileriyle ifade edilmektedir. (bk. Suç)

Cürmü Meşhud kavramı ise, suçüstü yapılan cürümler için kullanılmaktadır. (Bkz Suç)

Cüzâf

Bir şeyi tartmadan, saymadan veya ölçmeden satmak yahut satın almak demektir. Buna mücâzefe de denir.

İslâm hukukunda satılan malın miktarının belirlenmesi esas olarak kabul edilmekle birlikte, ihtiyaca binaen malın bazı şartlar doğrultusunda götürü (kabala) usulle satılmasına izin verilmiştir.

Götürü usulle satışta, malın satış anında hazır bulunması gerekir. Satılan malın tane, ölçek veya tartı ile belirlenebilir olması, akdin gerçekleşmesine mani teşkil etmez. Ancak faize konu olan ribevî malların, kendi cinsleriyle götürü olarak değişimi caiz değildir. Zira bu tür malların kendi cinsleriyle değişiminde eşit ve peşin olarak mübadelesi gerekir; fazlalık faiz olarak kabul edilir. Götürü usulle satışta malın tahmin edilen miktardan az veya fazla olması ihtimali bulunduğundan, bu malların kabala satımı caiz değildir. Bu nedenle altının altın ile, gümüşün gümüş ile götürü usulle değişimi caiz değildir.

– D –

Dahve-i Kübrâ

Kaba kuşluk vaktini ifade etmek için kullanılan bir tabirdir. Buna dahve de denir. Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat önceki vakte dahve-i kübra denir.

Dahve-i kübraya bazı dini hükümler bağlanmıştır. Ramazan orucunun sebebi, Ramazan günlerinden herhangi birinin oruca başlamaya müsait bir cüzüne yetişmektir. Bu da günün dahve-i kübra denilen kaba kuşluk vaktine kadar olan kısmıdır. Bu zaman içerisinde oruç tutmaya ehliyet kazanan, buluğ çağına erişen her Müslüman’ın o günün orucunu tutması farz olur.

Ramazan ayında tutulan oruç, günü belirlenmiş adak orucu ve nafile oruçlara bu vakte kadar niyet edilebilir. Ramazan ayında tutulmayıp da kaza edilen Ramazan orucu ile keffâret oruçları, başlanıp da bozulan nafile oruçların kazası ve zaman belirlenmeyen adak oruçlarına ise  imsak vaktinden önce, geceleyin niyet edilmesi gerekir.

Dahve-i Suğrâ

Güneşin doğduktan sonra 5º (bir mızrak boyu) yükselmesinden itibaren başlayan zaman, işrak vakti anlamına gelmektedir.

Dâr

Dâr kelimesi sözlükte, bina, arsa, mahalle, bina ve arsaların toplandığı yer manalarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak ise, bir idarecinin hakimiyeti altındaki ülke anlamına gelir. İslâm hukukunda ülkeler, idare ve hakimiyet faktörü göz önünde bulundurularak, genelde Dâru’l-islâm ve Dâru’l-harp şeklinde ikili bir tasnife tabi tutulmuştur. Daha sonra ülkelerin idareleri ve İslâm ülkesiyle olan ilişkileri de dikkate alınarak ülke çeşitleri çoğaltılmıştır. Dâru’l-Adl, Dâru’l-Ahd, Dâru’l-Bağy, Dâru’l-Küfür, Dâru’s-Sulh tabirleri bunlardandır.

İslâm hukukçuları, Daru’l-harp ve Daru’l-İslâm’ın ayırıcı özellikleri ve hangi şartlarda birbirine dönüşecekleri konusunda ayrıntılı olarak görüş beyan etmişler; birbirinden farklı fikirler ileri sürmüşlerdir. İleri sürülen bu görüşlerin tamamı, alimlerin kendi devirlerinde mevcut uluslararası ve devletlerarası ilişkilerden etkilenmiştir. İslâm tarihi içerisinde kurulan çeşitli devletler, çıkan isyan ve ihtilaller alimlerini bazen tedirginliğe, bazen de aşırı uyumlu olmaya sevk etmiştir. Şartların getirdiği bu duygu ve durumlar neticesinde, ülke kavramı ile ilgili çok sayıda ve birbiriden farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu görüşleri İslâm ile özdeşleştirmek yerinde olmayacaktır. Bunların, o devrin şartları içinde aranmış bir çözüm, yapılmış bir değerlendirme olarak algılanması doğru olacaktır. Bundan hareketle, günümüzün uluslararası ve devletlerarası münasebetlerin, günümüzün şartları ve İslâm’ın temel ilke ve gayelerine göre yeniden belirlenip değerlendirmek gerekmektedir. Bu açıklamadan sonra, İslâm literatüründe geçen dâr ile ilgili kavramların kısaca anlamlarının verilmesinde yarar bulunmaktadır.

Dâru’l-İslâm: Kelime manasıyla, İslâm yurdu anlamına gelen dâru’l-İslâm, bir fıkıh terimi olarak, “Müslümanların idare ve hakimiyeti altındaki yer” veya “Müslümanların hakimiyeti altında bulunup, İslâm hukuk sisteminin uygulandığı ülke” şeklinde tanımlanmaktadır. Şafiilere göre dâru’l-İslâm üç kısımdır: 1) Müslümanların meskun bulundukları yerler. 2) Müslümanların fethedip gayrimüslim ahalisini cizye karşılığında iskan ettikleri yerler. 3) Başlangıçta Müslümanların meskun bulundukları, fakat daha sonra gayrimüslimlerin istila edip hakimiyetleri altına aldıkları yerler.

Müslüman olmayan bir ülke; halkının Müslüman olmasıyla veya Müslümanlar tarafından fethedildikten sonra yönetici tayin edilip İslâm hükümlerin uygulanmaya başlamasıyla İslâm ülkesine dönüşür.

Herhangi bir devletin İslam yurdu olma özeliğini kaybetmesi, ancak o ülkenin İslam hakimiyetinden çıkarak gayrimüslimlerin hakimiyetine girmesi ile mümkün olur. Bunun göstergesi de, ülke üzerinde egemenlik haklarının tamamen gayrimüslimlere geçmesi ve Müslümanların can ve mal güvenliğini bütünüyle yitirmesidir.

Dâru’l-Harp Kelime anlamı itibarıyla, harp ülkesi, savaşılan ülke manasına gelen dâru’l-harp, bir fıkıh terimi olarak, “küfür yönetiminin hakim olduğu ülke”, “kâfir liderin emir ve idaresinin yürürlükte olduğu ülke” şeklinde tanımlanmıştır. Bununla birlikte, kaynaklardaki dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp tanımlarına tanımları birlikte değerlendirildiğinde, “İslâm siyasi hakimiyetinin sınırları dışında kalan, hukuk ve yönetim şekli İslâmî olmayan ülke” şeklinde tarif edilebilir. Buna göre, Daru’l-İslam Müslümanların, Daru’l-Harb de, İslam dışındaki devlet ve yönetimlerin hakimiyet alanını ve yönetim şeklini ifade etmektedir.

Dâru’l-harp ilk bakışta “Müslümanların savaş halinde olduğu ülke” manasını çağrıştırıyorsa da, esas itibarıyla Dârul-İslam’ın dışında kalan yabancı ülkeler anlamında kullanılmaktadır. Kavramın sözlük anlamından hareketle bazı batılı yazarların maksatlı bir şekilde ileri sürdüğü Müslümanların gayrimüslimlerle ilişkilerinde barışın değil, savaş halinin esas olduğu ve ayırımın da bundan kaynaklandığı şeklindeki iddia gerçeği yansıtmamaktadır. Gayrimüslim ülkelere Dâru’l-harp denilmesi, Müslümanların bu ülkelere karşı takındığı savaşçı ve saldırgan bir anlayışın sonucu değildir. Bu iddia İslâm’ın temel prensipleriyle uyuşmamaktadır. İslâm’a göre devletlerarası ilişkilerde normal ve devamlı hal, sulh halidir. Harp ancak belirli sebeplerle yapılabilir.

İslam, her şeyden önce insanlar arası inanç ve fikir ayrılıklarının tabii olduğunun altını çizmektedir (Kehf 18/29; Yunus 10/99; Hud, 118). Bu inanca sahip bir Müslüman’ın, kendisi gibi inanmadığı gerekçesiyle savaş açacaklarını düşünmek makul olamaz. Müslüman’a düşen görev, en güzel bir şekilde davranışlarıyla ve sözlü olarak İslâm’ı insanlara duyurmaktır. Hidayet yalnız Allah’tandır. İslam’ın hakim telakkisine göre gayrimüslimlerle savaşın meşru sebebi, onların Müslümanlara savaş açmalarıdır. Kur’an mal, mülk edinme yahut hakimiyet amacıyla kan dökmeye asla müsaade etmemektedir.

Tarihe baktığımızda, saldırgan tarafın İslâm ülkeleri olmadığı; ilk dönemlerden beri, İslâm dünyası ile gayrimüslim dünya arasında meydana gelen savaşlarda gayrimüslimlerin saldırgan taraf olduğu görülür. Öyle ki, Müslüman memleketlerinin istilâ edilmesinin dini bir vecibe olduğu şeklindeki anlayış, Hıristiyan dünyasında asrımızın başlarına kadar itibar görebilmiştir. Halbuki bütün dönemlerde bir İslam devletinin gayrimüslim devletlerle olan ilişkilerinin temelinde savaş değil barış esas hareket noktası olmuştur. İlahi irade tarafından bu dinin barış anlamına gelen İslam diye isimlendirilmiş olması da oldukça anlamlıdır.

Dâru’l-Adl: Meşru yönetimin hakimiyet ve idaresi altındaki ülke anlamında kullanılan bir fıkıh terimidir.

İslâm dininde meşru devlet başkanına itaat gerekli görülmüş ve devlete karşı ayaklanmak ve savaşmak yasaklanmıştır (Nisa 4/59). Müslümanlardan bir topluluğun, siyasi bir maksatla meşru yönetime baş kaldırması ve bir bölgede hakimiyet kurmasına bağy, isyancıların hakim oldukları bölgeye de dâru’l-bağy adı verilir. Buna karşılık, meşru yönetimin hakim ve kontrolü altındaki bölgeye dâru’l-adl ve burada yaşayan halka da ehl-i adl ismi verilir.

Hukuken muharip statüsünde kabul edilen âsilerle, isyandan vazgeçip itaat edinceye kadar savaşılır (bk. Bâğî).

Dâru’l-Ahid: Hanbelîler ve Şafiîlerden Maverdî’ye göre, arazînin statüsünden hareketle ülkeleri bir tasnife tabi tutmuşlardır. Sulh yoluyla elde edilen topraklar ikiye ayrılmaktadır: Mülkiyeti Müslümanların ortak malı olmakla birlikte, bir haraç* karşılığında gayrimüslim ahalisine bırakılan topraklar; yapılan anlaşma ile mülkiyeti kendilerinde kalmak üzere, bir haraç karşılığında gayrimüslim ahaliye terk edilen topraklar. Birincisinde, burada yaşayan halk ehl-i ahd, toprakları ise dâru’l-İslâm’a ait vakıf arazî olur. Bu araziden alınan haraç ücret hükmündedir; halkı Müslüman olmakla bu vergi düşmez. İkincisinde ise, araziden alınan haraç cizye* hükmündedir. İslâm’a girmeleri veya arazinin bir Müslüman’a intikal etmesi halinde düşer. Bu şekilde gayrimüslimlere terk edilen topraklar, dâru’l-ahd olarak kabul edilir. İslâm ülkesi dışında olduğundan halkından ayrıca cizye alınmaz.

Dâru’l-Bağy: Müslümanlardan bir topluluğun, kendilerince geçerli bir delile dayanarak siyasi bir maksatla meşru yönetime baş kaldırması ve bir bölgede hakimiyet kurmasına bağy, bu kimselere bâğî (çoğulu buğât), isyancıların hakim oldukları bölgeye de dâru’l-bağy adı verilir. (bk. Bâğî).

Dâru’l-Küfür: Küfür yönetiminin hakim olduğu ülke, kâfir liderin emir ve idaresinin yürürlükte olduğu ülke, anlamlarına gelen bir fıkıh terimi olup, dâru’l-harp kavramıyla eşanlamlıdır. (bk. Dâru’l-Harp).

Dâru’l-Muvâdea: Hanefîlere göre, kendileriyle geçici süreyle bir antlaşma yapılan ülkelere dâru’z-muvâdea denir. Bu ülke, İslâm devletinin hakimiyeti altına girmediğinden dâru’l-İslâm dışında sayılır. Bu antlaşma ile, karşılıklı olarak birbirlerinin mal ve canlarına tecavüz edilmeyeceği taahhüt edilir.

Dâru’s-Sulh: Kelime anlamıyla, barış ülkesi, sulh yapılan ülke manasına gelen dâru’s-sulh, bir fıkıh terimi olarak, kendisiyle barış antlaşması yapılmış ülke demektir. İslâm hukukunda hakim anlayışa göre, devletlerarası ilişkilerde asıl olan, barış halidir. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre, savaşın hukuki mesnet ve nedeni, gayrimüslim ülkelerin, Müslümanlara savaş açmasıdır. İslâm’a göre savaş, zaruret icabı başvurulan geçici bir durumdur. Düşmanca münasebetler içine giren ülkelerle ilişkilerin normale dönmesi için, gerek savaş öncesinde ve gerekse savaş sırasında barış yollarına başvurmak, karşı tarafın barış istemesi halinde bunu kabul etmek Kur’an-ı Kerim’in emridir (Enfal 8/61).

Süreli veya süresiz olarak savaşı terk üzere anlaşma yapılabilir. Bu antlaşma ile dâru’s-sulh haline gelen ülke halkına ehl-i sulh denilir. Bunların can ve mallarına tecavüz haram olup antlaşma süresince kendileriyle savaşılmaz.

Dâru’z-Zimme: Hanefîlere göre, kendileriyle sürekli bir antlaşma yapılan ülkelere dâru’z-zimme denir. Müslümanlar tarafından fethedilmeden önce halkı ile cizye karşılığında barış yapılan ve dâru’z-zimme diye adlandırılan bu ülke, İslâm devletinin hakimiyeti altında bulunduğundan dâru’l-İslâm sayılır.

Davâ

Sözlükte çağırmak, seslenmek, dua etmek, getirilmesini istemek anlamına gelen davâ, ıstılahta, mahkeme yoluyla bir hakkın talep edilmesi manasına gelir. Tanımdaki haktan, hakkın tespiti ve temini kastedildiği gibi, hak ihlalinin önlenmesi ve haksız taleplere karşı kişinin hukuken korunması da kastedilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de davâ kelimesi, sözlük anlamına uygun olarak, “bağrışma, dua” gibi manalarda üç ayette geçmektedir (Araf 7/5; Yunus 10/10; Enbiya 21/15). Kur’an’da yargılama ve hüküm vermeyle ilgili bazı genel ilke ve amaçlar; hak ve adaletin tesisine dair birtakım tedbir ve yasaklar belirtilmekle birlikte, davâların görülmesi ve sonuçlandırılmasıyla ilgili bir hüküm getirilmemiştir.

Hz. Peygamber’in sünnetinde, davâ, ispat, savunma ve kararlarla ilgili birçok hüküm ve uygulama bulunmaktadır. Hadislerde iddia ve davâların iki şahitle ispat edilmesi, delilin bulunmadığı durumlarda yemine başvurulması, delil getirmenin iddia sahibine, yeminin ise inkar edene gerektiği belirtilmekte; hakimin davâda iki tarafı da dinlemesi, açık ve eşit şartlarda yargılanması, objektif verileri ve tarafların mahkemede ileri sürdükleri delil ve izahları esas alması gibi bir takım prensipler verilmektedir (Müslim, Akdiye, 1-5; Ebû Davûd, Akdiye, 6-7; Tirmizî, Ahkam, 12).

İslâm hukukunun tedvin edilmesiyle birlikte hukuk ve ceza ayrımı yapılmaksızın yargılama hukuku incelenmeye başlanmıştır. Önceleri belli türden davalar konu edilmekle birlikte, asırlarca süregelen uygulamanın da katkısıyla giderek zengin bir hukuk doktrini oluşmuştur. Şartların getirdiği bu uygulamaların İslâm ile özdeşleştirilmesi yerinde olmayacaktır. Bunların, o devrin şartları içinde aranmış bir çözüm, yapılmış bir değerlendirme olarak algılanması doğru olacaktır. Bundan hareketle, günümüzün şartları ve teknik imkanları göz önünde bulundurularak, ayet ve hadislerde belirlenen temel ilke ve gayelere göre yeniden belirlenip değerlendirilmesi mümkündür.

Dâyin

Alacaklı, borç veren, anlamına geldiği gibi, zıt manada borç alan manasında da kullanılmaktadır. bk. Deyn, Borç.

Defin

Cenâzeye karşı yapılan görevlerden birisi olan defin, ölünün gömülmesi anlamına gelmektedir. Defin işlemi, İslâm’ın insana verdiği değerin bir göstergedir. Cenâze namazı kılındıktan sonra Müslümanların cenâzeyi kabre kadar taşıyarak onu usulüne uygun bir şekilde defnetmeleri farz-ı kifâyedir. Kur’an-ı Kerim’de, defin işleminin Allâh Teâlâ tarafından, Hz. Adem’in oğluna gönderilen bir karga vasıtasıyla öğretildiği anlatılmaktadır (Maide 5/31).

Cenâzenin toprağa verilmesinin çevre, sağlık, insanın saygınlığının korunması, ölümü hatırlatma gibi hikmetleri bulunmaktadır. Cenâzeye karşı görevlerin yerine getirilmesi; defin işleminin geciktirilmemesi tavsiye edilmiştir. Cenâze kabre götürülürken, sükunet içinde kalben zikir, dua ve tefekkürle takip edilmesi tavsiye edilmiş; nümayişle mezarlığa götürülmesi, yüksek sesle Kur’an okunması, zikir getirilmesi hoş karşılanmamıştır. Mezarlığa varıldığında cenâze kabre indirilinceye kadar ayakta durmak, sonrasında ise oturmak sünnettir.

Kabir 100-150 cm. derinliğinde, kıbleye dik açı oluşturacak şekilde kazılır ve kıble tarafına ölünün konulabileceği şekilde oyularak lahit açılır. Ölü kıble tarafından kabre indirilerek, yüzü kıbleye gelecek şekilde bu lahde konur. Lüzumuna göre bir veya birkaç kişi kabre inebilir. Kadın cenâzeyi kabre yakın mahremlerinin indirmesi daha iyidir. Çeşitli sebeplerle lahit yapılması mümkün olmaması halinde, cenâzenin kabrin tabanına konulup, üzerine toprak dökülmesini önleyecek tedbir alınabilir.

Ölüyü lahde koyan kimse “Bismillahi ve alâ milleti Rasûlillah” der. Kabirde ölü sağ yanına ve yüzü kıbleye gelecek şekilde çevrilir ve dönmemesi için arkası toprakla desteklenir. Sonra kefenin bağları çözülür ve lahit tahta veya kerpiçle kapatılır. Kadın kabre konulurken lahit kapatılıncaya kadar kabrin üzerine bir örtü gerilmesi uygundur.

Lahit kapatıldıktan sonra kabre toprak dökülerek doldurulur ve kabir balık sırtı şeklinde yerden bir karış veya daha fazla yükseltilir. Orada bulunanların da kabre toprak atması müstehaptır.

Cenâzeyi gece defnetmekte bir sakınca bulunmamakla birlikte, gündüz defnetmek daha uygundur. Bir zorunluluk olmadıkça birden fazla ölünün bir kabre konması caiz değildir. Ancak zaruret olması halinde, cenâzelerin arası toprak veya kerpiçle ayrılarak birden fazla ölü bir kabre defnedilebilir.

Defîne

Arapça’da bir şeyi örtmek, gizlemek; ölüyü gömmek anlamına gelen defin kelimesinden türetilen define, gizlenen şey demektir. Define terim olarak toprağın altında gizlenmiş, sahibi bilinmeyen para ve her türlü kıymetli eşyayı ifade eder. Bu anlamda, rikaz, kenz ve hazîne kelimeleri de kullanılmaktadır. İslâm hukukunda, definenin kime ait olacağı ve bundan devlete ödenmesi gereken vergi gibi özel hükümler bulunmaktadır. Hanefi fakihleri, madenler ile eski devirlerde yeraltına gömülüp gizlenen her türlü kıymetli eşyayı rikaz mefhumu içinde mütalaa etmişlerdir.

Definenin işlenmemiş sahipsiz topraklarda veya sahibi bilinmeyen topraklarda bulunması halinde 1/5’i vergi olara alınır; kalan 4/5’ü bulana verilir. Mülk arazide bulunması halinde, Hanefîlere göre 5/4’ü mülk sahibi veya varislerine ait olur. Bulunan definenin üzerinde İslâmî alamet bulunması halinde buluntu (lukata*) hükümleri uygulanır. Bu durumda, bulunan eşya bir sene süreyle ilan edilir, sahibi çıkmazsa beytülmale (hazineye) teslim edilir. Bulunan eşyanın vergiye tabi olması için nisap miktarına ulaşması veya üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir. Alınan vergi fey’* hükmünde olup, zekatın sarf yerleri dışında kamu hizmetlerine de harcanabileceği kabul edilmiştir.

Delâlet

Sözlükte yol gösterme, kılavuzluk etme, alamet gibi anlamlara gelen delalet, ıstılahta, zihnin bir şey hakkındaki bilgiden başka bir şeyin bilgisine ulaşması anlamına gelen mantık ve fıkıh terimi olarak kullanılmaktadır.

Klasik mantık kitaplarında delalet terimi genellikle, bir şeyin öyle bir halde olmasıdır ki, onun bilinmesinden dolayı başka bir şeyin bilinmesinin de lazım gelmesi şeklinde tanımlanmıştır. İlk bilinen şeye delil veya dâl, ikincisine de medlul denir. Delalet lafzî ve gayr-i lafzî olmak üzere ikiye ayrılır. Ayrıca dâl ile medlul arasındaki bağ bakımından üçe ayrılmaktadır: Aklî delalet, aklın dâl ile medlul arasında doğrudan ve zorunlu bir alaka görmesi; Tabiî delâlet, aklın dâl ile medlul arasında tabiî yani biyolojik, fizyolojik veya psikolojik bir alaka görmesi; Vaz’î delâlet, dâl ile medlul arasında zorunlu olarak aklî veya tabiî bir alâka bulunmayıp sadece örfe, kültüre, ortak iletişim ve kullanıma bağlı ilişkiden hareketle aklın medlul hakkında bilgiye ulaşmasıdır.

Mantıkçılar tarafından yapılan tanım ve tasnifler hemen hemen İslâm hukukçularınca da benimsenmiştir. Fıkıh usulünde Kur’an ve hadislerin lafzının manaya delaleti farklı açılardan tasnife tabi tutulmuştur:

Lafızların manaya delaletinin açık veya kapalı olması yönünden lafızlar açık ve kapalı olmak üzere iki kategoride ele alınmıştır. Manaya delaleti açık olan lafızlar, en az açıktan daha açık olana doğru, zahir*, nass*, müfesser* ve muhkem* şeklinde dört grupta incelenmiştir. Kapalı lafızlar ise, en az kapalı olandan daha kapalıya doğru, hafî*, müşkil*, mücmel* ve müteşabih* şeklinde ele alınmıştır.

Diğer yönden lafızlar vazolunduğu mana itibarıyla delaleti bakımından, hâs*, âm* ve müşterek* şeklinde üç kısma ayrılır. Vazolunduğu manada kullanılıp kullanılması yönünden de, hakikat*, mecaz*, sarih* ve kinâye* şeklinde dörde ayrılır.

Hanefî Alimleri, lafızların hükümlere delaletini dört kısma ayırmaktadırlar. Bunlar;

  1. a) İbarenin delaleti, lafzın, nassın sevk edildiği manaya delalet etmesidir. Nassın zahirinin bu hükmü içerdiği düşünmeden anlaşılabilir.
  2. b) İşaretin delaleti, lafız bu maksat için gönderilmemekle birlikte, dil ve mantık kurallarına göre lafızdan dolaylı olarak çıkarılabilen bir manaya delalet etmisidir.
  3. c) Nas’sın Delaleti, inceleme ve içtihatta bulunmaya ihtiyaç duyulmaksızın ve sırf dil unsurlarına dayanarak anlaşılabilen illetteki müştereklik sebebiyle, nassın ibaresiyle delâlet ettiği mananın benzeri veya daha elverişli bir başka olaya da uygulanmasıdır.
  4. d) İktizanın Delaleti, sözün, aklen yahut şer’an doğru olması için takdir edilmesi gerekli olan manaya delaletidir.

Delalet yollarının en kuvvetlisi, ibârenin delâletidir; daha sonra bunu sırasıyla, işaretin delâleti, nassın delaleti ve iktizânın delâleti takip etmektedir. Eğer bir delalet kendisinden daha kuvvetli başka bir delaletle çatışırsa, kuvvetli olan tercih edilir; zayıf olan delalete itibar edilmez

Kelamcılar ekolüne göre ise, lafzın manaya delâlet yolları, mantûkun delâleti ve mefhumun delâleti olmak üzere iki ana bölüme ayrılır.

Mantûkun delâleti, lafzın, sözde zikri geçen ve ifade edilen bir şeyin hükmüne delâlet etmesidir. Bu Hanefîlerdeki, ibarenin delâleti, işaretin delâleti ve iktizanın delâletini içerir.

Mefhumun delâleti, lafzın, sözde zikri geçmeyen ve ifade edilmeyin bir şeyin hükmüne delalet etmesidir. Bu da mefhum-ı muvafakat ve mefhum-ı muhalefet kısımlarına ayrılır. (bk. Mefhum-ı Muvafakat; Mefhum-ı Muhalefet)

Deli

Aklını yitirmiş olan, aklî dengesi bozulmuş olan, mecnun anlamlarına gelmektedir. (bk. Cünûn).

Delil

Sözlükte yol gösteren, kılavuz, alamet, rehber, işaret, iz gibi anlamlara gelen delil, kelamda, herhangi bir konuda gerçeğe veya kanıtlanması istenen hususa ulaştıran şey; fıkıh usulünde üzerinde düşünüldüğünde şer’î ve ameli bir hükme götüren şey; muamelât ve özellikle muhakeme hukukunda, sözlük anlamıyla bağıntılı olarak bir şeyi bilmeye yarayan alamet ve karine manasına gelir. Muhakeme hukukunda ispat vasıtalarına genel olarak delil denilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de delil kelimesi bir ayette sözlük anlamında geçmekte (Furkan 25/45), altı ayette de aynı kök fiili değişik sigalarda sözlük anlamında kullanılmaktadır.

Deliller bilginin kaynağı bakımından aklî delil ve naklî delil şeklinde ikiye ayrılır. Naklî delil, kelamcılara göre, bütün öncülleri nakle dayanan delildir. Fıkıhçılara göre ise, oluşumunda müçtehidin katkısı olmayan, Şâri’den nakledilen şer’î asıllardır. Bunlar da Kitap ve sünnetten ibarettir. Aklî delil, kelamcılara göre, bütün öncülleri akla dayanan delildir. Fıkıhçılara göre ise, naklî delil ile bağlantılı olmakla birlikte, aklî muhakeme ve beşeri yorumun ağırlıkta olduğu, oluşmasında müçtehidin katkısının bulunduğu delillerdir.

Ayrıca Kelamcılar delilleri, ortaya koydukları sonuçların değerine göre kat’î delil ve zannî delil kısımlarına ayımışlardır. Kat’î delili, kanıtlamayı amaçladığı konuya ilişkin karşı ihtimalleri tamamen ortadan kaldıran delil şeklinde tanımlamışlardır. Buna yakînî delil de denir. Zannî delil ise, kanıtlamayı amaçladığı konuya ilişkin karşı ihtimallerin tamamını ortadan kaldıramayan delildir. Bu tür delillere iltizamî delil veya iknâî delil de denir.

Fıkıhçılar ise, delilleri sübut ve delalet yönünden ayrım ve derecelendirmeye gitmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber’den bizlere kadar intikal ettirilmesinde hiçbir şüphe ve kesinti olmadığından, bütün ayetler sübut yönünden kat’îdir. Allâh’tan peygamberi vasıtasıyla bize kadar geldiğinde şüphe yoktur. Hadisler ise, mütevatir ve bir görüşe göre de meşhur olanlar hariç sübut yönünden zannîdir. Buna göre naklî deliller, sübutu ve delâleti kat’î deliller; sübutu kat’î delâleti zannî deliller; sübutu zannî delâleti kat’î deliller ile sübutu ve delâleti zannî deliller olmak üzere dörtlü bir ayrım ve derecelendirmeye tabi tutulmuştur.

Fakihler, Kitap ve Sünnetin şer’î delil olduğunda görüş birliği içindedirler. İcma’ ve kıyas ise, alimlerin çoğunluğuna göre şer’î delildir.

Delk

Kelime ovmak, ovuşturmak, çitilemek anlamlarına gelmektedir. Abdest ve gusül ile necasetin temizlenmesinde bir tabir olarak fıkıh kitaplarında kullanılmaktadır.

Abdest ve gusülde yıkanan uzuvların ovulması, abdestin sünnetlerindendir. Malikilere göre gusülde uzuvları ovalamak farzdır.

Necasetin temizlenmesinde delk, ovalama bir temizleme aracı olarak kabul edilmiştir. Mest, kundura ve deriden mamul elbiseler gibi necaseti emmeyen giyeceklere, hayvan pisliği gibi görünür bir necaset dokunduğunda, su ile temizleneceği gibi, bıçak gibi bir şeyle kazımak veya yere sürtmekle de temizlenir. Ancak, idrar gibi görülmeyen necasetin mutlaka yıkanması gerekir. Elbise veya bedene dokunan necasetin da yıkanması gerekir.

Bununla birlikte, insan menisi kuruduktan sonra ovalanmak suretiyle temizlenebilir. Fakat yaş iken temizlenmesi için yıkanması şarttır.

Dem

Sözlükte kan anlamına gelen ve kan akıtmak suretiyle gerçekleştirilen kurban kesimi için mecazî olarak kullanılan dem, ıstılahta, hac ve umre esnasında ibadet maksadıyla koyun, keçi veya yedide bir deve veya sığır kesilmesi ile bir vacibin terki, geciktirilmesi veya bir ihram yasağının çiğnenmesine ceza olarak sayılan hayvanların kurban olarak kesilmesi anlamına gelir.

Hac veya umre dolayısıyla kesilen kurbanlar, kesiliş amaçlarına göre değişik isimler alırlar. Kıran* veya Temettu* haccı yapanların kesmeleri vacip olan kurbana şükür demi; hac veya umre için ihrama girip de meşru mazereti sebebiyle tamamlayamayıp ihramdan çıkmak zorunda kalan kişinin kesmek zorunda olduğu kurbana ihsar demi; Allâh rızası için nafile olarak kesilen kurbana nafile dem ve ihram yasaklarına riayet etmeyen veya hac ve umrenin vaciplerinden birini yerine getirmeyen kimsenin kesmesi gereken kurbana da cinayet demi denir.

Dem gerektiren cinayetler şunlardır: Mikatı ihramsız geçmek; sa’yin tamamını veya en az dört şavtını terk etmek; Müzdelife vakfesini özürsüz olarak terk etmek; Şeytan taşlamayı hiç yapmamak veya bir günde atılması gereken taşların yarısından çoğunu atmamak; ziyaret veya umre tavafının son üç şavtını ya da birini yapmamak; dışarıdan gelenlerin vedâ tavafını yapmaması veya en az dört şavtını yapmamak; ziyaret, umre ve veda tavaflarında setr-i avrete uymamak; ziyaret ve umre tavaflarını abdestsiz, kudüm, veda ve umre tavaflarını cünüp olarak yapmak; Arefe günü güneş batmadan Arafat’tan ayrılmak; bir defada vücudun veya bir uzvun tamamına güzel koku yahut yağ sürmek; vücudun veya saç, sakal gibi bir uzvun tamamına, süslenmek için yağ, jöle, biryantin sürmek veya kına, saç boyası ve benzeri şeylerle boyamak; erkekler için bir tam gündüz veya gece boyunca dikişli giyecek giymek, başı ve yüzü örtmek; saç veya sakalın en az dörtte birini veya başka bir uzvun tamamını tıraş etmek; bir defada bütün tırnakları veya bir elin yahut bir ayağın tırnaklarının tamamını kesmek; ilk tehallülden sonra henüz ziyaret tavafını yapmadan cinsel ilişkide bulunmak; ihramlı iken eşini şehvetle öpmek, okşamak, sarılıp kucaklamak gibi cinsel ilişkiye yol açan davranışlarda bulunmak.

Devir

bk. Iskat.

Deyn

Sözlükte, ödünç almak, ödünç vermek, emir ve itaat altına almak, ceza ve mükafatla mukabelede bulunmak manalarına gelen deyn, bir fıkıh terimi olarak, kişinin zimmetinde sabit olan borç anlamına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, beş defa deyn kelimesi terim anlamında geçmektedir (Bakara 2/282; Nisa 4/11, 12). Deyn pek çok hadiste, terim manasında kullanılmıştır. Aynı kökten türetilen dâyin alacaklı, medîn veya medyûn ise borçlu anlamına gelir.

En geniş anlamıyla deyn, zimmette sabit olan şey diye tarif edilebilir. Bu tarife göre, zimmette sabit olan mali bir borç deyn olduğu gibi, kişinin ifa etmediği namaz, oruç, hac gibi dini borçları da deyn kapsamı içine girmektedir. Daha dar anlamda ise, zimmette sabit olan ve alacaklıya ait bulunan malı ifade eder. Buna göre deyn, semen, ücret, haraç, cizye, zekat, nafaka ve diyet gibi mali borçları kapsamakta, namaz, oruç gibi dini borçları içine almamaktadır. En dar anlamıyla deyn ise, ödünç anlamına gelmektedir.

Zimmette sabit olan itibari bir malı ifade eden deyn, bir yönüyle aynın karşıtı olmaktadır. Ayn borcunda belli bir malın ödenmesi gerekir. Deyn borcunda ise, belli bir malın değil, aynı cins ve miktarda olan bir malın ödenmesi gerekmektedir. Deynin zimmette bir borç olması, edası için borçlunun aracılığına ihtiyaç gösterir. Halbuki ayn borcunda böyle bir aracılığa gerek yoktur; alacaklı malını bulduğunda alabilir.

Deyn ödenmekle veya borcu düşüren diğer sebeplerden birinin ortaya çıkmasıyla sona erer.

Dirhem

Dirhem, bir çeşit ağırlık ölçüsü birimidir. Bir dirhem 1/12 ukiyyedir. Şer’î ve örfî olmak üzere iki ayrı hesaplanma şekli vardır. Günümüzde kabul edilen ondalık sisteme dayalı gram, kilogram gibi ölçülere göre, bir örfî dirhem 3,207 gr.; şer’î dirhem ise 2,806 gr.’dır.

Diyet

Cana veya can hükmündeki uzuvlara karşı işlenen cinayet dolayısıyla ödenen mal veya paraya denir. Erş, uzuvlara karşı işlenen cinayetlerde, miktarı nasslarla belirlenmiş veya takdiri hakime bırakılmış ödenmesi gereken mal veya paraya denir. Diğer bir tanıma göre, ölümle sonuçlanmayan belli yaralama ve sakat bırakmalarda ödenen ve miktarı belirlenmiş olan bedele erş, erşin dışında kalan ve miktarı yetkili mercilerce takdir edilecek olan cinayet bedeline de hükûmet-i adl denir. Diyet ve erş, cana veya uzuvlara karşı işlenen cinayetlerde uygulanan birer medenî müeyyide olup, aynı zamanda bir cezaî müeyyide ile birlikte tatbik olunabilir.

Kur’an-ı Kerîm’de, yanlışlıkla bir müminin öldürülmesi halinde, keffâret olarak bir köle azat edilmesi ve öldürülenin ailesine ödenmek üzere diyet verilmesinden bahsedilmektedir (Nisa 4/92). Bununla birlikte, Kur’an’da diyetin miktarı ve ödenme şekliyle ilgili bir ayrıntı bulunmamaktadır.

Hz. Peygamber’den gelen değişik hadislerde diyetlerin miktarı belirlenmiş, 100 deve, 100 dinar altın, 10.000 veya 12.000 dirhem gümüş, 200 sığır, 2.000 koyun veya 200 elbise olduğu belirtmiştir (Ebü Dâvud, Diyât 18, 19, 20; Tirmizî, Diyât 1; Nesâi, Kasâme 30, 32, 44; Muvatta, Ukül 1, 9.). Ayrıca, hadislerde, uzuvların diyetlerinden de bahsedilmiştir.

Öldürmede Diyet

Kasten adam öldürmede asli ceza kısas olduğundan, diyet ancak hak sahibinin kısastan vaz geçmesi veya kısasın herhangi bir sebeple uygulanamaması halinde devreye giren ikinci derecede bir müeyyide görünümündedir. Bundan dolayı Hanefî ve Malikîler, kasten öldürmelerde, kısastan diyete dönülebilmesi için kâtilin de kabul etmesini şart koşmuşlardır. Burada, belirlenmiş bir diyet söz konusu değildir, katil ile maktulün velisinin anlaştıkları miktar ödenir. Hanefîler, bu durumda ödenen bedele diyet denilmesi yerine bedel-i sulh denilmesinin daha uygun olacağını söylemektedirler. Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise diyet, kasten öldürmede de asli bir müeyyidedir. Maktulün velisi, kısas veya diyetten birini seçme hakkına sahiptir; kâtilin rızasına bakılmaz ve diyet 100 devedir.

Kasta benzeyen katil ile hataen, tesebbüben öldürmelerde, diyet nassla belirlenmiş bir müeyyidedir. Mağdur yakınları affetmediği müddetçe, diyeti almaya hak sahibidirler. Diyetin miktarı ise, hadis ve sahabeden gelen haberlerde belirlenmiştir. Ebû Hanîfe ve Mâlik’e göre diyet, 100 deve veya 1.000 dinar altın ya da 10.000 dirhem gümüştür. İmâmeyne göre, bunlara ilave olarak, 200 sığır, 2.000 koyun veya 200 elbise de diyet olarak verilebilir. Hanbelîlerin görüşü de, İmameynin görüşüne benzemektedir. Ancak elbiseyi dışarıda bırakmışlardır. Şâfiîlere göre ise, diyette asıl olan devedir ve bunun miktarı da 100’dür. Ancak anlaşma halinde veya devenin bulunamaması halinde kıymeti diyet olarak verilir.

Yaralama ve Sakat Bırakmada Diyet

Ölümle sonuçlanmayan cinayet ve yaralamalarda, kısasa gidilmesi mümkün olan çok sınırlı haller müstesna, ödenecek mali bedel, erş ve hükûmet-i adl şeklinde özel isim verilen bir tür diyettir. Yaralama ve sakatlamalarda hareket noktası olarak tam diyet miktarı alınır. Yaralamanın derecesi, suçun işleniş tarzı, müessir fiilin yol açtığı kayıp, organın hayati fonksiyonu, tek-çift oluşu gibi hususlar göz önünde bulundurularak, tam diyete göre miktarlar belirlenir.

İşlenen müessir fiil sonucunda, insanın bir organının veya bedenî bir fonksiyonunun tamamen dumura uğratılması yahut fıtrî özelliğinin ve şeklinin ciddi ölçüde zarar görmesi ve kısas uygulanamaması halinde tam diyet ödenir. Kısas uygulanmayan yaralamalardan küçük çapta olanların erşi doktrinde belirlenmeyip yetkili mercilerin takdirine (hükümet-i adl) bırakılmıştır. Belli bir derecedeki yaralamaların erşi ise, ilgili hadislerden de hareketle ayrı ayrı belirlenmeye çalışılmıştır.

Erşin takdirinde her organ ve fonksiyon ayrı bir değer kabul edildiğinden müessir fiilin birden fazla yaralanma ve sakatlanmaya yol açması halinde kural olarak her biri için ayrı erş takdir edilir. Ancak bu yaralama aynı organda olmuş ise, sadece miktarca büyük olan bedel verilir.

Konu incelendiğinde, diyetle ilgili esasların, maruz kalınan mağduriyetin hafifletilmesi ve tazmîni gayesine yönelik olduğu görülür. Bu nedenle, failin sorumluluğu için cezaî ehliyete sahip olması aranmaz.

Dövme

İnsan cildinde boya maddesiyle yapılan kalıcı şekillere dövme denir. Aha hatlarıyla dövme, deride yan yana küçük delikler açılıp içine boyalı maddeler doldurmak suretiyle yapılır. Günümüzde ise, özel olarak imal edilmiş elektrikli dövme kalemleri kullanılır.

Arapça’da veşm kelimesiyle ifade edilen dövme, Hz. Peygamber tarafından yasaklanmış; dövme yapan ve yaptırana Allâh’ın lanet ettiği bildirilmiştir (Buharî, Libas, 87; Müslim, Libas, 119-120). Hadiste sadece kadınlardan bahsedilmesi, o dönemde Arap toplumunda dövmenin kadınlar arasında yaygın olmasındandır. Dövme yaptırmanın dini hükmü açısından erkek ile kadın arasında fark yoktur; her ikisi için de haramdır. Sağlık bakımından zarar vermemesi ve çirkin bir manzara bırakmaması durumunda dövmenin vücuttan giderilmesi gerekir.

Duha Namazı

Diğer ismi kuşluk namazıdır. Güneşin doğduktan sonra 5º (bir mızrak boyu) yükselmesinden, başka bir deyişle güneşin doğmasından takriben 45-50 dakika geçmesinden, zeval vaktine* kadar  olan süreye kuşluk vakti denir. Bu zaman diliminde kılınan nafile namaza duhâ namazı denir.  Bu niyetle en az iki, en çok on iki rek’at namaz kılmak menduptur. Ancak sekiz rekat kılınması daha faziletlidir. Hz. Peygamber’in kuşluk vaktinde nafile namaz kıldığı ve ashabına da tavsiye ettiği pek çok hadiste geçmektedir (Tirmizi, Vitr, 15).

– E –

Ecîr

Bir fıkıh terimi olarak, kurulan bir iş akdine istinaden, ücret karşılığı belirli bir işi gören işçi anlamına gelir. Yapılan işin ölçüsüne göre ecîr-i hâs ve ecîr-i müşterek kısımlarına ayrılır.

Ecîr-i Hâs: Yapılan iş sözleşmesi işçinin belli bir süre işveren için çalışmasını konu alıyorsa, yani işçinin belli bir zaman diliminde emeğini işverenin emrine tahsis etmesi gerekiyorsa, bu işçiye ecîr-i hâs denir. Böyle bir işçi, emeğini tahsis ettiği zaman diliminde başka bir iş yapamaz. Günümüzdeki devlet memurları, sanayi ve tarım kesimi işçileri ile günlük işçiler bu kapsamda mütalaa edilir. Ecîr-i hâs, çalışmaya hazır bulunmakla ücrete hak kazanır. Bu nedenle, işverenden kaynaklanan sebeplerle işe başlayamazsa yine de ücreti hak eder.

Ecîr-i Müşterek: Yapılan sözleşme belli bir süre emeğini tahsis etmesini değil de, işçinin belli bir işi görmesini konu alıyorsa, o takdirde bu işçiye ecîr-i müşterek denir. Bu tür bir sözleşmede işçi, aynı anda birden fazla iş sözleşmesi yapabilir. Terzi, dişçi, doktor, tamirci gibi ücret karşılığı bir hizmet ifa eden esnaf ve sanatkarlar; ücret karşılığı iş takibinde bulunan vekil ecîr-i müşterek grubunda yer alır. İşi tamamlamakla ücrete hak kazanır.

Ecr

Sözlükte ücret, karşılık, mükafat, cehiz ve mehir anlamlarına gelen ecir, dini bir terim olarak, dünyevî ve uhrevî mükafat manalarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de yüzden fazla yerde, ecir kelimesi türevleriyle birlikte hem sözlük, hem de terim manasında geçmektedir.

Allâh Teâlâ, kendisine inanıp da salih amel işleyenlere bu dünyada yaptıklarının karşılığını ahirette verecektir. Bu karşılığa ise ecr denilmektedir. Kur’an’da, iyilik edenler ve sakınanlar (Al-i İmran 3/172), inananlar ve salih amel işleyenler (Maide 5/9), sabredenler (Hud 11/115), infak edenler (Hadid 57/7), ödünç para verenler (Hadid 57/18), namaz kılıp zekat verenler (Bakara 2/277) için ecr olduğu açıklanmaktadır.

Ecr kelimesi, mehir anlamına de gelmekte olup, Ku’an-ı Kerim’de de bu manada kullanılmıştır (Nisa 4/24-25). bk. Mehir.

Ayrıca bir fıkıh terimi olarak ecr, kiralama akdindeki ücret karşılığı olarak da kullanılmaktadır. İcare akdinde unsurlardan biri de ücrettir. Ücret işçinin çalışmasının karşılığı ve en temel hakkıdır. Ücretin ödenmesi, işverenin temel görevi olduğu gibi işçinin de en başta gelen hakkıdır. Hz. Peygamber, “işçiye teri kurumadan ücretini veriniz” buyurmaktadır (Mecmau’z-Zevâid, IV/97).

Ecr-i Misil: Kelime anlamıyla emsal ücret demek olan kavram, adil iki bilirkişi tarafından takdir edilen ücret manasına gelmektedir.

İslâm hukukunda emeğe ve haklı kazanca önem verilmiştir. Bu nedenle, iş akdinin herhangi bir sebeple fasit olması halinde, işçi çalıştığı miktar kadar emeğine karşılık olarak ecr-i misile hak kazanır. Bu durumda ecr-i misil, tarafsız bilirkişilerin işçinin fiilen harcadığı emeğe biçtikleri değerdir. Ayrıca zaruret ve ihtiyaç sebebiyle başkasının malını kullanan kimsenin, belli durumlarda bunun için makul bir ücret (ecr-i misil) ödemesi gerekir. Aynı şekilde kira süresi sona ermekle birlikte, haklı gerekçe ve ihtiyaç sebebiyle kiralanın şeyin kullanılması durumunda, makul bir müddet akdin uzatılması halinde, emsal ücret ödenmesi gerekir.

Edâ

Sözlükte bir şeyi yerine ulaştırma, bir borç veya görevi yerine getirme, ödeme ve ifa etme anlamına gelmektedir. Fıkıh terimi olarak ise, sözlük anlamına yakın bir manada, dinî veya hukukî bir görevin usulüne uygun bir şekilde zamanında yerine getirilmesini ifade etmek için kullanılmaktadır. Kur’an’da geçen “edâ” ve “edâ etme” ifadeleri de, genel olarak bu anlamdadır (Bakara 2/187, 283; Nisa 4/58).

Dinen veya hukuken aranan bütün şart ve vasıfları toplayıp toplamaması bakımından edâ; kâmil, kâsır ve kazâya benzeyen edâ şeklinde üçe ayrılır.

İbadetler edâ vakti itibariyle, herhangi bir vakit tayin edilmeyen mutlak ibadetler ve belirli bir zamanda yapılması gereken mukayyet ibadetler olmak üzere ikiye ayrılır. Mukayyet ibadetler de, geniş zamanlı ve dar zamanlı ibadet şeklinde ikiye ayrılır. İbadetin edası için belirlenen vakit, namazda olduğu gibi hem bu ibadete hem de aynı cinsten başka ibadete imkan veriyor ise, geniş zamanlı ibadet; oruçta olduğu gibi aynı cinsten başka ibadet yapılması mümkün değilse dar zamanlı ibadet söz konusudur. İster geniş ister dar zamanlı olsun, edası için belli vakit tayin edilen ibadetlerin bu vakit içinde yapılması gerekir; meşru bir mazeret bulunmadıkça vaktinden sonraya bırakılması caiz olmaz. Buna göre farz ve mükellefiyetlerin zamanında ifa edilmesi edâ, bu borcun daha sonra telafi edilmesine kazâ denir.

İslâm muhakeme hukukunda edâ kavramı, şahitliğin ifası için kullanılmaktadır. Şahidin duyu organları vasıtasıyla doğrudan muttali olduğu bilgi ve olayı, mahkeme huzurunda açıklamasına şahitliğin edâsı denilmektedir.

Şahıslar hukukunda edâ kavramı, kişinin bir fiil ve hukukî işlemi bizzat yapması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda kullanılan edâ ehliyeti de, kişinin dinî ve hukukî hak ve borçları bizzat kullanmaya ehil oluşunu ifade etmektedir. (bk. Ehliyet).

Borçlar hukukunda ise, borcun konusunu teşkil eden edimin yerine getirilmesi manasına gelen ifâ kavramı ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.

Edille-i Şer’iyye

Kelime anlamıyla şer’î deliller anlamına gelen edille-i şer’iyye, dinî hükümlerin dayandığı kaynaklar demektir. Fıkıh usulünde delil, şer’î ve amelî bir hükme götüren şey diye tarif edilebilir. Bunun için alimler, hem dinî hükmün çıkarıldığı aslı, hem de hükmü elde etmek için kullanılan yöntem ve genel prensipleri delil olarak adlandırmışlardır. Bu nedenle, hüküm çıkarılmakta asıl olan ayet ve hadisler ile hüküm çıkarma usulü olan icma, kıyas, sahabenin sözü, istihsan, istıslah, ıstıshab gibi metotlar şer’î delil olarak kabul edilmiştir. Ancak İslâm alimleri, bir bakıma bütün şer’î delilleri temsil eden ve hükümlerin kaynağını oluşturan bir konumda gördüklerinden, bunlardan dördü üzerinde ittifak etmişlerdir; bunlar Kitap yani Kur’an-ı Kerim, Sünnet, icma’ ve kıyastır. Bu delillere edille-i erbaa da denilmektedir.

Ef’al-i Mükellefin

Sözlük anlamıyla mükelleflerin fiilleri anlamında bir isim tamlaması olan kavram, dinen yükümlü sayılan insanların davranışları ve bunlarla ilgili hükümler manasına gelmektedir. Usulcülerin çoğunluğu teklifi hükümleri Şâriin hitabına nispetle, îcap*, nedb*, ibâha*, kerâhe* ve tahrîm* şeklinde beş kısma ayırırlar. Hanefiler ise mükellefin fiiline nispetle farz*, vacip*, mendup*, mubah*, tenzihen mekruh*, tahrimen mekruh* ve haram* olmak üzere yedi kısma ayırırlar. Bu kavramlar aynı zamanda ef’al-i mükellefin tabirinin de ana bölümlerini oluşturur. Bunlardan hareketle ef’al-i mükellefîn; farz, vacip, sünnet, müstehap, mubah, haram, mekruh ve müfsit şeklinde sıralanabilir.

Farz, Allâh ve Rasulünün açıkça ve kesin bir ifade ile emrettiği fiiller olup, Müslümanların öncelikli olarak yerine getirmekle mükellef oldukları, terk edilmesinin dünyevi ve uhrevi kınanmayı gerektirdiği emirlerdir. (bk. Farz). Vacip, amel bakımından farz gibi olan, fakat katî ve açık delillere dayanmayan emirlerdir. (bk. Vacip). Sünnet Hz. Peygamber’in söz, fiil ve onayı ile sabit olan tavsiyeleridir. (bk. Sünnet). Müstehap, Peygamber’in sünnetiyle, yapılması hoş karşılanan, daha uygun olan iyi işleri, ahlakî davranışları ifade eder. (bk. Müstehap). Mekruh, delil yönünden kesin olmamakla birlikte yapılmaması istenen şeylerdir. Tahrimen mekruh ve Tenzihen mekruh kısımlarına ayrılır. (bk. Mekruh). Haram, açık ve katî bir delille yapılmaması istenen fiile denir. (bk. Haram) Müfsit ise, başlanılan ameli bozan hal ve fiildir. (bk. Müfsit).

Buluğ çağına erişmiş akıllı bir Müslüman’ın, dininin kendisiyle alakalı hükümlerini, emir ve yasaklarını bilmesi, sorumluluklarını tanıması Müslümanlığının bir gereğidir.

Ehl-i Hibre

bk. Ehl-i Vukuf.

Ehl-i Vukuf

Günümüz Türkçe’sinde bilirkişi denilen ehl-i vukuf, hukukî uyuşmazlık ve ispat konusunun özel ve teknik bilgi gerektirmesi durumunda, uzmanlığına başvurulan üçüncü kişi anlamına gelmektedir.

Ehl-i vukuf, bir olayın tespitinde veya uyuşmazlığın giderilmesinde mahkemeye bilgi vermekteyse de, durumu şahitten farklıdır. Şahit geçmişte bizzat tanık olduğu olayı veya bilgiyi nakleder, fakat bu konuda görüş belirtmez. Ehl-i vukuf ise, bilgisine başvurulan olaya tanık olmamakla birlikte, kendisinden sadece konu hakkında özel bilgisine dayanarak inceleme yapması ve görüş bildirmesi istenir.

Ehl-i vukufun, görüşüne başvurulan konuda özel bilgi ve uzmanlık sahibi olması, tarafsız olması gerekir. Bir konuda iki veya daha fazla bilirkişi tayin edilebilir. Bu durumda aralarında analaşamamaları halinde hakim çoğunluğun görüşüne göre karar verir. Aralarında eşitlik varsa, hakim takdir hakkını kullanır.

Ehl-i Zimmet

bk. Zimmî.

Ehliyet

Sözlükte yetki; elverişli, lâyık ve yeterli olmak anlamlarına gelen ehliyet, fıkıh terimi olarak, kişinin dinî ve hukukî hükümlere muhatap olmaya elverişli oluşunu ifade etmektedir. Başka bir ifadeyle, insanların leh ve aleyhindeki hak ve sorumluluklara muhatap olabilmesi halidir.

İnsanın şer’î hitaba ehil ve muhatap oluşu, akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunmasıyladır. İnsanın bu anlamdaki ehliyet ve sorumluluğuna ehliyetü’l-hitap denir.

Ehliyet kişinin haklardan faydalanmaya, bu hakları kullanmaya ve borçlanmaya elverişliliği demek olduğundan, cenin safhasından itibaren aklî ve bedenî gelişimine paralel olarak parça parça kazanılır ve rüşt ile tamamlanır. Kişinin aklî ve bedenî gelişimine uygun olarak, önce lehindeki haklara, sonra aleyhindeki haklara sahip olur, daha sonra bazı muamele ve tasarruflarının sahih olmasına; en son olarak da hukukî ve cezaî müeyyide ve mesuliyete ehil hale gelir.

Hukuk dilinde ehliyet iki ana gruba ayrılır: Vücup ehliyeti, edâ ehliyeti.

Vücup ehliyeti, haklara sahip olabilme ve borçlar altına girebilme ehliyetidir. Bu ehliyet, insanın var olmasıyla gerçekleşir ve ölünceye kadar devam eder. Bu ehliyete zimmet adı da verilmektedir. Vücup ehliyeti ceninde nakıs olarak mevcuttur; ana karnındaki cenin bu ehliyet ile sadece menfaatine olan ve kabule ihtiyaç duymayan miras, vasiyet, vakıfta lehtar olmak gibi bazı haklara sahip olur. Sağ olarak doğmasıyla bu ehliyete tamamen sahip olur.

Edâ ehliyeti, muamelat ehliyeti demek olup, kişinin dinî ve hukukî hak ve borçları bizzat kullanmaya ehil oluşunu ifade etmektedir. Bu ehliyetin esasını akıl oluşturmaktadır. Akıl noksan olursa edâ ehliyeti noksan olur, akıl kemale ererse, ehliyet de kamil olur. Akıl bulunmadığı zaman edâ ehliyeti sabit olmaz. Buna göre edâ ehliyeti nakıs ve kamil olmak üzere ikiye ayrılır. Nakıs edâ ehliyeti mümeyyiz çocuk ve benzerinin sahip olduğu ehliyettir. Bununla zarar ve yararına olması muhtemel akitleri velisinin iznine bağlı olarak, sırf yararına olan akitleri ise müstakil olarak kurabilir. Ancak ibadetler ve tamamen kendisinin zararına olan akitler konusunda ehliyeti yoktur. Kamil edâ ehliyeti ise, akıllı olarak buluğ çağına erişen, başka bir deyişle reşit olan kişinin sahip olduğu ehliyettir. Bu ehliyete sahip kişi, bütün hukukî tasarruflara yetkilidir. Hukukî ve cezâî sorumluluğa sahip ve ibadetler gibi şer’î tekliflere de muhataptır.

Ehliyet Arızaları. Eda ehliyetini daraltan veya ortadan kaldıran sebeplere ehliyet arızaları denir. Vücup ehliyeti, insanın insan olarak mevcut olmasına bağlı bulunduğundan daralması veya ortadan kalkması mümkün değildir. Ehliyeti kaldıran veya daraltan arızalardan bir kısmı, kişinin irade ve isteği dışında meydana gelmekte olup, bunlara semâvî arızalar denir. Akıl hastalığı, bunama, bayılma, uyku, ölümle sonuçlanan hastalık, kölelik, küçüklük, unutma, ölüm ve kadınlara mahsus haller bu tür arızalardandır. Diğer bir kısmı ise, şahsın kendi irade ve isteğiyle meydana gelmekte veya oluşmasına kasten sebebiyet verdiği arızalardır ki, bunlara müktesep arızalar denilmektedir. Sarhoşluk, sefihlik, yolculuk, bilmemek, yanılmak, şaka gibi durumlar bu tür arızalardandır.

Ehlü’l-Hal ve’l-Akd

Devlet başkanını seçmek ve gerektiğinde azletmek yetkisine sahip olan heyet anlamına bir İslâm hukuku terimidir. Bu kavramın, Şîa ile Ehl-i Sünnet arasında imamet, halifenin iş başına getiriliş usulü ve meşruiyeti konularının tartışılmaya başlamasıyla literatüre girdiği söylenebilir.

Şîa imamın nas ile belirlendiğini, buna göre Hz. Peygamber’in kendisinden sonra Hz. Ali’yi halife olarak belirlediği görüşünü ileri sürmektedirler. Ehl-i Sünnet ise, halifenin ümmetin hakimiyetini temsil ettiğini ve ümmetin seçimiyle iş başına gelmesi gerektiğini kabul etmiş; devlet başkanın ehlü’l-hal ve’l-akd denilen bir heyet tarafından belirlenmesi gerektiğini ağırlıklı olarak işlemeye başlamışlardır.

Sünnî İslâm alimleri halifeyi belirleyen birinci yolun seçim olduğu konusunda hemen hemen görüş birliği içindedirler. Ancak ehlü’l-hal ve’l-akdin kimlerden oluşacağı, vasıflarının neler olacağı ve sayısı konusunda geniş tartışmalar ve görüş ayrılığı olmuştur.

Ehlü’l-hal ve’l-akdin gerek sayısı gerekse nitelikleri konusundaki görüş ayrılıkları, dört halife döneminin farklı şekillerde yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Bunun yanında görüş ayrılıklarında, alimlerin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal şartlar ve mevcut siyasi yapıyı eleştirme veya meşru gösterme gayretleri de etkili olmuştur.

Hz. Peygamber’in “ümmetim delalette birleşmez” (İbn Mace, Fiten, 8) mealindeki hadisine göre ehlü’l-hal ve’l-akdin sınırlı sayıda seçici yerine çok sayıda kişiden oluşması daha uygundur. Bu heyeti oluşturacak kimselerin erkek olması şart değildir. Hz. Peygamber’in kadınlarla biat etmesi ve gerektiğinde onlarla istişare etmesi buna işaret etmektedir.

Ehlü’l-hal ve’l-akdin, halifeyi seçme yetkisinin yanında, gerektiğinde azletme yetkisi de kabul edilmiştir. Hukuka aykırı davranışta bulunduğunda halifenin azledilmesi, hukuk devletinin gerçekleşmesi yolunda önemli bir merhaledir.

Ehven-i Şer

Zararı ve kötülüğü daha az olan manasına bir isim tamlamasıdır. İki zararlı, kötü şeyden birini işlemek zorunda kalan kimsenin, bunlardan hafif olanını tercih edebileceğini ifade etmek için kullanılan bir tabirdir. Mecellenin 29. maddesinde, “ehven-i şerreyn ihtiyar olunur” (iki kötülükten hafif olanı tercih olunur) denilmektedir. Ayrıca 26 – 28. maddeleri de bu konuyu düzenlemektedir: Umumî zararı defetmek için, hususi zararın tercih edileceği; şiddetli zararın daha hafif zarar ile giderileceği; iki fesat çeliştiğinde hafifi işlenmek suretiyle daha büyük olandan kurtulmanın çaresine bakılması gerektiği bu maddelerde işlenmiştir.

Eimme-i Erbaa

Dört imam anlamına gelen bu tamlama, dört büyük fıkıh mezhebinin kurucuları olan İmam-ı Azâm Ebû Hanîfe, İmam Malik b. Enes, İmam Muhammed b. İdris eş-Şafiî ve İmam Ahmet b. Hanbel için kullanılmaktadır. Bu tabirin ne zaman çıktığı bilinmemekle birlikte, terkibin yerleşmesinden sonra yazılan fıkıh kitaplarında, isimleri geçen imamlardan toplucu bahsederken eimme-i erbaa tabiri kullanılmıştır.

Eimme-i Selâse

Üç imam anlamına gelen bir terkiptir. Hanefi fıkıh kitaplarında, Ebû Hanife ile talebeleri Ebû Yusuf ve Muhammed için eimme-i selâse tabiri kullanılmaktadır. Ayrıca fıkıh kitaplarında, mezhep imamlarının görüşleri sıralanırken, dört fıkıh mezhebinin kurucularından üçünün görüş birliğinde olup birinin diğerlerinden farklı görüşte olması halinde, muhalefet edenin ismi açıkça zikredilmekte, diğerleri için de eimme-i selâse tabiri kullanılmaktadır.

Emân

Sözlükte güven, güvence, güvenlik, emniyette olmak, korkusuz olmak gibi anlamlara gelen emân; bir fıkıh terimi olarak, İslâm ülkesine girmek veya İslâm ordusuna teslim olmak isteyen gayrimüslim yabancıya, cam ve mal güvencesi sağlayan taahhüt ve akdi ifade etmektedir. Tanımda yer alan gayrimüslim yabancıdan, barış antlaşması bulunmayan yabancı devlet vatandaşı kastedilmektedir. Emân isteyen kimseye müste’min, amen verilene müste’men, emân veren kişiye de müemmin denir. Hadislerde emân kelimesi ile birlikte, ahd ve zimmet tabirleri de kullanılmaktadır.

Emân isteyen taraf kadın veya erkek, herhangi bir dine mensup tekbir kişi ya da bir topluluk olabilir. Bir erkeğe verilen emân, hem kendisinin hem de yanında bulunan aile fertlerinin can ve mallarını hukukî güvence altına alır. Emân isteyen kişide casusluk, sabotaj, kışkırtıcılık gibi zarar vermeye yönelik bir kastın olmaması şartı aranmaktadır.

İslâm hukuk literatüründe, belli bir şahsa veya sınırlı sayıdaki yabancıya verilen özel emânın (emânu’l-hâs) yanında, bir şehir, bölge, kale veya ülke halkı gibi geniş topluluklara tanınan genel emândan (emânu’l-âmm) bahsedilmektedir. Zaman ve mekan bakımından sınırlanabilir olan emân akdi, müste’menin kendisine emân verildiğini öğrenmesinden veya kabulünden sonra başlar ve ülkesine dönmesi veya sürenin dolmasıyla sona erer.

Günümüz toplumlarında milletlerarası örf ve adetlerin değişmesi sebebiyle emân ve emânnamelerin yerini tamamen devlet kontrolünde olan pasaport, vize, ikamet izni gibi uygulamalar almıştır.

Emanet

Güvenilir olmak, doğruluk, bir kimseye koruması için geçici olarak verdiği şey gibi anlamlara gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de emânet kelimesi iki yerde tekil ve dört yerde de çoğul olmak üzere, dini yükümlülükler (Ahzab 33/72), emanet (Bakara 2/283; Mü’minun 23/8; Mearic 70/32) ve Allâh’ın insanlara vermiş olduğu idarecilik, yöneticilik, malın idaresi gibi iş ve sorumluluklar (Nisa 4/58; Enfal 8/9) manalarında geçmektedir.

İslâm literatüründe emânet oldukça geniş kapsamlı bir kavramdır. Öyle ki, emânet kavramının, bir kimseye koruması için geçici olarak verilen malın yanında, ücret, kira, ortaklık hakkı, buluntu gibi maddi haklar ile iman, ibadet gibi dini yükümlülükleri; beden ve ruh sağlığı, servet, makam ve mevki gibi imkan ve kabiliyetleri; sözleşmeleri; mesken ve aile mahremiyetine saygı, nimet ve ikrama teşekkür, selama karşılık verme, sırların saklanması gibi dinî, ahlâkî, içtimâî ilke ve kuralları kapsamakta olduğu görülür.

Bir fıkıh terimi olarak emânet, bir kimseye koruması için bir malın geçici olarak tevdi edilmesi akdini ve bu şekilde bırakılan malı ifade etmektedir. Bu manada emanet terimi ile eşanlamlı olarak vedîa kavramı da kullanılmaktadır. İslâm hukukunda emanet, tarafların karşılıklı birbirine uygun karşılıklı irade beyanıyla kurulan ve bağlayıcı olmayan bir akittir. Emanet akdinin kurulabilmesi için tarafların edâ ehliyetine sahip olmaları ve emanet bırakılan malın akit konusu olmaya elverişli bulunması gerekir. Bunun dışında, sahibinin sarahaten veya delaleten iznine bağlı olarak elde bulundurulan şeyler de emanet hükmündedir.

Emanet bırakılan kimse kural olarak emin kimse sayılır ve iyi niyetli olduğu, emanet bırakılan malı korumada makul derecede titizlik gösterdiği sürece mala gelen zarardan sorumlu olmaz. Ancak kişi bilerek, ölçüsüz, aşırı ve kusurlu davranarak bu malın zarar görmesine sebep olmuşsa verdiği zarardan sorumlu tutulur. Emanet bırakılan şahıs malı koruması karşılığında ücret alıyorsa, sorumluluk artar. Bu takdirde, alınması gereken tedbirleri almadığı için veya kaçınılması mümkün bir sebepten dolayı mal zarar görmüşse tazmîni gerekir.

Emâre

bk. Karîne.

Emir

Sözlükte “bir işin yapılmasını kesin olarak istemek, buyurmak” ve “hal, durum, iş, olay, konum” gibi anlamlara gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de 180’den fazla yerde geçmekte olan emir kelimesi, genellikle ikinci manada kullanılmakla birlikte birinci manada da kullanılmaktadır (Araf 7/77, 150; Zariyat 51/44; Talak 65/8).

Emir fıkıh usulünün önemli konularından birini teşkil etmektedir. Emir fıkıh usulünde, genel olarak otoriter bir tarzda kesin olarak bir işin yapılmasının istenmesi için vazedilen söz şeklinde tarif edilebilir. Şâri’in bir fiili emretmesi değişik söz kalıpları ve ifade tarzlarıyla olabilir; “namaz kılın, zekat verin”; “… adaklarını yerine getirsinler, Eski Evi (Kabe’yi) tavaf etsinler” şeklinde sarih olabileceği gibi, “anneler çocuklarını emzirirler”; “yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mü’min bir köle azat etmesi gerekir” şeklinde gayri sarih de olabilir.

Fakihlerin çoğunluğu, emrin kural olarak vücuba, yani kesin olarak işin yapılması gerektiğine delalet ettiği; ancak özel bir karine olması halinde nedb (bk. Mendup) veya ibahaya (bk. Mubah) delalet edeceği görüşündedirler.

Emir işin hemen yerine getirilmesinin şart olup olmadığına delalet etmez. Derhal veya bilahare yapılması birer kayıt olup ayrı delillerle sabit olur. Bununla birlikte, derhal yapılması daha iyidir. Aynı şekilde emir, talebin sadece yapılmasına delalet eder; tekrar edilmesine delalet etmediği gibi, bir defa yapılmasına da delalet etmez. Tekrar veya bir defa yapılması emirle ilgili birer kayıt olup, ayrı bir delille sabit olur.

Emîr

İslâmî bir kavram olan emîr; halîfe, vâli, yönetici, komutan, emir ve komuta sahibi gibi anlamlara gelmektedir. Hadislerde ve ilk dönem fıkıh kitaplarında emîr kelimesi ile eşanlamlı olarak âmil kelimesi de kullanılmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de emîr kelimesi geçmemekte, yalnız bu manayı ifade eden ülü’l-emr tabiri kullanılmaktadır (Nisa 4/59,83). Hadislerde ise pek çok yerde emîr kelimesi geçmektedir.

Dört halife döneminde ordu komutanlarına ve ordunun bir kısmına kumanda edenlere ve fetihleri gerçekleştiren valilere emîr denilmiştir. Genellikle emîrler idârî ve malî bütün yetkilere sahip; kendi vilayetlerinde halifenin yetkilerini haizdiler. Emîr, orduyu düzenler; bizzat kendisi veya subayları aracılığıyla seferler düzenler; huzur ve asayişi sağlar; alt kademedeki posta ve istihbarat görevlileriyle bağlantıyı sağlayan ve devleti ilgilendiren konularda kendisine bilgi veren sahibu’l-berîd tayin ederdi. Namazlarda imamlık yapar, camiler inşa ettirir, dini tebliğ eder ve yerleşmesini sağlardı. Adlî işleri de kendisi yönetir; kadıları tayin ederdi. Daha sonra tarih içinde emirlerin statülerinde değişiklikler olmuştur.

Emîr-i Hac

Haccın kurallarına uygun bir şekilde ve emniyet içinde edâ edilmesini sağlamak üzere görevlendirilen kimse için kullanılan bir tabirdir. Hac emirliği Mekke’nin fethinden sonra ihdas edilmiş bir görevdir. Emîr-i haccın, hac kervanlarını güvenlik içinde götürüp getirmenin dışında cezaların uygulanmasına nezaret etmek gibi önemli görevleri vardır. Hz. Peygamber, Mekke’nin fetih yılında emîr-i hac  tayin etmemiş, ikinci senesinde ise Hz. Ebû Bekir’i Medîne’den hacca giden 300 kişinin başında emir-i hac olarak görevlendirmiştir. Hac emirliği kurumu, 1924 yılında Hicaz bölgesinin Suûd ailesinin yönetimine girmesi ve bu ailenin hac emirliğini yasaklamasıyla sona ermiştir. Bu tarihten itibaren her ülkenin ilgili bakanlık veya kurumu hac emîrinin görevini yerine getirmiştir.

Emvâl Şirketi (Şirket-i Emval)

Ortaklardan her birinin bir miktar sermaye koyup, bununla yapacakları ticaretten doğacak kârı paylaşmak üzere kurdukları şirkettir. (bk. Şirket).

Emvâl-i Bâtına

Kelime anlamıyla gizli mallar anlamına gelen kavram, bir fıkıh terimi olarak, nakit paralar ile evlerde, mağazalarda bulunan ticaret mallarını ifade etmektedir. Bu kavram zekat ile ilgili hükümler açıklanırken geçmektedir.

Zekatın kamu yararını ilgilendirmesi nedeniyle, ilk devirlerden itibaren zekat, âmil diye isimlendirilen zekat ve vergi toplayıcıları vasıtasıyla toplanmış ve devlet eliyle dağıtılmıştır. Bununla birlikte emvâl-i bâtınanın zekatlarının dağıtılması sahiplerinin diyanetine bırakılmıştır. Bunlar, gizli mallarının zekâtlarını diledikleri fakirlere, muhtaçlara bizzat verebilirler.

Bir malın zekâta tabi olması için öngörülen şartlardan birisi de, nisap miktarına ulaşmasıdır. Borçların nisabın gerçekleşmesine mani olup olmadığı konusu ise tartışılmıştır. Fakihlerin çoğunluğuna göre, emvâl-i bâtınada borç etkili olmaktadır. Borç miktarı düştükten sonra nisap miktarına ulaşmış ise zekat gerekli olur.

Emvâl-i Zahire

Kelime anlamıyla açık, aşikare mallar anlamına gelen kavram, bir fıkıh terimi olarak, saime denilen yılın çoğunluğunu otlakta geçiren hayvanlar ile bir kısım arazî mahsulleri, madenler, yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret malları ve nakit paraları ifade etmektedir. Bu kavram da zekat ile ilgili hükümler açıklanırken geçmektedir.

Fıkıh kitaplarında, zahirî malların zekatları ile belirlenmiş olan vergilerinin, âmil, sâî, âşir diye isimlendirilen zekat ve vergi toplayıcıları vasıtasıyla toplanıp, devlet eliyle sarf edileceği belirtilmektedir. Ancak ülkemizde, zekatlar Devlet eliyle toplanmadığından, mükellefler kendileri bu malların zekatlarını vermekle yükümlüdürler.

Fakihlerin çoğunluğuna göre, zahirî mallarda borçların nisabın gerçekleşmesine mani olmadığı kabul edilmiştir. Buna göre, borçlu olduğuna bakılmaksızın, toprak mahsulleri, hayvanlar ve madenler kendileri için belirlenen nisap miktarına ulaştığında zekatı verilir.

Emvât

Meyyit kelimesinin çoğulu olup, ölüler anlamına gelmektedir. bk. Ölüm.

Ergenlik

Bulûğ çağına erişmek anlamına gelir. bk. Bulûğ.

Erş

Sözlükte bedel, rüşvet, fesat, husumet gibi farklı anlamlara gelen erş; bir fıkıh terimi olarak, satılan malın kusurlu çıkması halinde satış bedelinden düşülen miktarı; bir mala zarar verilmesi durumunda meydana gelen noksanlığın maddi karşılığını; şahıs aleyhine işlenen suçlardan ölümle sonuçlanmayan yaralama ve sakatlamalarda mağdura ödenmesi gereken malî karşılığı ifade eder. Erş terim olarak genellikle bu son anlamda kullanılmaktadır. (bk. Diyet).

Esîr

Savaş tutsağı anlamına gelmektedir. Bunun yanında mahpus manasında kullanıldığı da görülür. Esir kelimesi Kur’an-ı Kerim’de bir yerde tekil (İnsan 76/8) ve üç yerde de çoğul olarak (Bakara 2/85; Enfal 8/67,70) geçmektedir.

Hz. Peygamber ve ardından gelen dört reşit halifenin uygulamaları ve talimatları doğrultusunda İslâm’a göre, savaşan erkekler dışında kalan kadın, çocuk, ve yaşlılar, ile sakatlar, din adamları ve savaşla ilgisi bulunmayan diğer kimseler, fiilen savaşmadıkça öldürülmezler. Bunların esir olarak tutulup tutulmayacağı fakihler arasında tartışmalıdır.

Savaş esnasında ele geçirilen esirlere nasıl muamele edileceği, düşmanın Müslüman esirlere yaptığı muameleye, hal ve şartlara göre devletin takdirine bırakılmıştır. Bu çerçeveden olarak, savaş esirlerinin öldürülmesi, köle ve câriye edilmesi, fidye karşılığı salıverilmesi, karşı tarafın aldığı Müslüman esirlerle mübadele edilmesi veya karşılıksız olarak salıverilmesi, durum ve şartlara göre devlet tarafından takdir edilebilecek alternatiflerdendir. Hz. Peygamber, Bedir’de esir almış olduğu müşrikleri fidye karşılığı serbest bırakmış, parası olmayanları da, on Müslüman’a okuma-yazma öğretmesi mukabilinde serbest bırakılacağını ilan etmiştir.

Esirlere işkence ve zulüm yapılması yasaklanmış, insanî muamelede bulunulması tavsiye edilmiştir. Ayrıca, güçlerinin üstünde iş gördürülmesi men edilmiş, nikah, akrabalık gibi bağlarını korumuştur. Cenevre Sözleşmesinde yer alan esirlerle ilgili hükümler incelendiğinde, kendilerine tanınan bütün temel insanî hakların, esasen İslâm’da garanti altına alındığı; ele alınmayan tarafların birçoğunun ise günümüz şart ve imkanlarının ortaya çıkardığı görülür. İslâm hukukunda incelenmeyen bu konuların, milletlerarası taahhüt ve antlaşmalar ile kabul edilmesinde dini yönden bir sakınca bulunmamaktadır.

Eşhuru’l-Hurum

Haram ayları manasına gelen bu terkip, kamerî aylardan Zi’l-Ka’de, Zi’l-Hicce, Muharrem ve Recep aylarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Cahiliye döneminde de hürmet edilen bu aylar, muhterem kabul edilmiş ve bu aylarda savaşmak haram kılınmıştır. Ancak, düşman tarafından taarruz edilmesi halinde, müdafaa mahiyetinde savaşa müsaade edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de haram ayları ile ilgili ayette şöyle buyurulmaktadır: “Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına göre, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü (hürmetli) haram aylardır. İşte bu dosdoğru nizamdır. Öyleyse o aylar içinde (Allah’ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin; sizinle top yekun savaşan müşriklerle siz de top yekun savaşın. Ve bilin ki Allâh, sakınanlarla beraberdir.” (Tevbe 9/36).

Evâmir

Arapça emir kelimesinin çoğulu olup, emirler, buyruklar anlamına gelir. bk. Emir.

Evkaf

bk. Vakıf.

Evlâ

Daha iyi, daha uygun anlamına Arapça bir kelimedir. Tercih edilen delil veya eylemi göstermek için kullanılan bir terimdir.

Evvabîn Namazı

Evvabîn, tövbe eren sığınan anlamına gelen evvâb kelimesinin çoğuludur. Kur’an-ı Kerim’de beş yerde tekil ve bir yerde de çoğul olarak geçen bu kelime ile peygamberlerin ve salih kulların tövbe edip Allâh’a yöneldikleri anlatılır.

Evvâbîn namazı ise, tövbe eden ve Allâh’a sığınanların namazı demektir. Hz. Peygamber’in, akşam namazından sonra altı rekat namaz kıldığı ve bunu tavsiye ettiği rivayet edilmektedir (İbn Mace, İkâme, 185; Tirmizi, Salat, 202). Rasulullah akşam ile yatsı arasında kılınan bu namazı, Kur’an’da evvabîn diye nitelendirilen salih kulların namazı gibi sayılacağını belirtmek maksadıyla “evvabin namazı” olarak vasıflandırmaktadır. Bunun yanında kuşluk vaktinde kılınan namazın da hadislerde evvabîn namazı olarak vasıflandırıldığı görülmektedir (Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn, 19).

Altı rekatlı bir namaz olan evvâbîn namazı, altı rekatın sonunda selam verilmek suretiyle bir defada kılınabileceği gibi, dört veya iki rekatta bir selam da verilebilir. Ancak iki rekatta bir selam vermek daha iyidir.

Eyyâm-ı Bîd

Kamerî takvim hesabına göre, her ayın 13, 14 ve 15. günlerine eyyâm-ı bîd denir. Hz. Peygamber özellikle eyyam-ı bîdde olmak üzere her ay üç gün tutmayı tavsiye etmişlerdir (Müslim, Sıyam, 181-182). Bu nedenle eyyâm-ı bîdde oruç tutulması müstehap kabul edilmiştir.

Eyyâm-ı Nahr

Kurban kesim günleri anlamına gelen eyyam-ı nahr; Zilhicce ayının 10, 11 ve 12. günleridir. Allah’a yakınlaşmak ve O’nun uğrunda fedakarlıkta bulunarak rızasını kazanmak amacıyla, bu günlerde, belirli nitelikleri taşıyan hayvanın ibadet niyetiyle kesilmesi Hannefî mezhebinde tercih edilen görüşe göre vacip, fakihlerin çoğunluğuna göre ise müekked sünnettir.

Kurbanın sahih olması için, belirlenmiş vakit içinde kesilmesi gerekir. Kurban, kurban bayramının ilk üç günü, yanı Zilhicce ayının 10, 11 ve 12. günlerinde kesilir. Bu süre namazı kılınan yerlerde, bayram namazının kılınmasından başlayıp, 3. günü akşamına kadar devam eder. Bayram namazı kılınmayan yerlerde ise, sabah namazından itibaren kesilebilir.

Kurbanın bayramın 1. günü kesilmesi daha faziletli kabul edilmiştir. Kesimin gündüz yapılması tavsiye edilmektedir. Yeterli aydınlatma bulunup da, tehlike, hata ve benzeri zorluk bulunmaması halinde gece kesilmesinde de sakınca yoktur.

Ezan

Sözlükte bildirmek, duyurmak, çağrıda bulunmak, ilan etmek anlamlarına gelen ezan, dini bir terim olarak, farz namazlarının vaktinin girdiğini belli sözlerle ve özel bir şekilde ilan etmek, bildirmek demektir.

Namaz Mekke döneminde farz kılınmakla birlikte, ezan hicretten sonra uygulamaya konulmuştur. Medine’ye hicretten sonra, Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlanıp düzenli bir şekilde cemaatle namaz kılınmaya başlanınca, Hz. Peygamber vakitlerin girdiğini duyurmak için ne yapabileceğini arkadaşlarıyla görüşmeye başlamıştır. Bu esnada Hz. Peygamber’e vahiyle, ayrıca sayıları yirmiye kadar ulaşan sahabiye rüyalarında bugünkü ezanın şekli öğretilmiştir. Hz. Bilal tarafından sabah namazında, yüksekçe bir evin damında okunarak uygulamaya konulmuştur.

Ezan sünnet-i müekket olmakla birlikte, Müslümanlığın şiarı haline gelmiştir. Ezan aracılığıyla halka hem namaz vaktinin girdiği ilan edilmekte, hem de Allâh’ın büyüklüğü, Peygamberimizin O’nun kulu ve elçisi olduğu ve namazın kurtuluş yolu olduğu ilan edilmektedir.

Ezanın sözleri ve anlamı şöyledir:

Allahu ekber (4 kere)                         Allah uludur.

Eşhedü en lâ ilâhe illallah (2 kere)     Şüphesiz bilirim ve bildiririm ki Allâh’tan başka

ilah yoktur

Eşhedü enne Muhammeden              Şüphesiz bilirim ve bildiririm ki Muhammed

Rasulullah                   (2 kere)           Allâh’ın elçisidir.

Hayye ale’s-salâh       (2 kere)           Haydin namaza

Hayye ale’l-felâh        (2 kere)           Haydin felaha

Allahu ekber               (2 kere)           Tanrı uludur

Lâ ilâhe illallah           (1 kere)           Allâh’tan başka yoktur ilah.

– F –

Fahiş Fiyat

Aşırı yüksek fiyat anlamına gelen bir tabirdir. İslâm’da genel olarak serbest piyasa sistemi benimsenmiş; iktisadi hayatın serbest akışı içinde ve tam rekabet şartları altında fiyatların arz ve talebe göre oluşması tercih edilmiştir. Bu nenenle ticaret mallarında çeşitlerine göre yüzde hesabı ile bir kâr  da belirlenmemiştir. Ancak kâr nispetinin çok fazla büyüyüp tüketiciye zarar verici bir durum alması halinde, buna müdahale edilebilir. Aynı şekilde müstahsili, satıcıları ve esnafı zarara sokucu bir ölçüde küçüldüğü zamanda da devlet eliyle yukarıya çıkarılması gerekir.

İslâm’a göre fiyatların oluşması piyasa şartlarına bırakılmakla birlikte, fiyatların aşırı derecede yükselmesi halinde müdahale edilebileceği kabul edilmiştir. Fiyatlara müdahale doğrudan ve dolaylı müdahale olmak üzere ikiye ayrılır. Doğrudan müdahale, fiyatlara narh koymak suretiyle olur. (bk. Narh). Dolaylı olarak müdahale ise, arz ve taleple oynamak, rekabet ortamının oluşturulması, dışarıdan mal istihsali gibi yöntemlerle yapılır. Hz. Peygamber’in ticareti teşvik eden ve mal istihsalini öven hadisleri, dolaylı olarak müdahale yoluyla fiyatların düşürülmesinin tercih edildiğini göstermektedir (İbn Mace, Ticaret, 6).

İslâm’da serbest piyasa sistemi benimsenip, kâr için bir oran belirlenmemekle birlikte, aldatma, malın fiyatı hakkında yanlış bilgi verme, hile yapma, malın kusurlarını gizleme, malı olduğundan fazla methetme gibi şeyler yasaklanmıştır. İslâm hukukçuları, alışverişte fiyat bakımından makul ölçüler içinde aldatma ve aldanmayı kabul etmekle birlikte, müşterinin rağbeti, ihtiyacı veya bilgisizliğinden yararlanarak yüksek fiyatla satışı hoş karşılamamıştır. (bk. Gabn).

Fâite

Sözlükte kaçmış anlamına gelen fâite, bir fıkıh terimi olarak vaktinde kılınamayan namazı ifade etmektedir. Çoğulu fevâittir. Vaktinde kılınamayan namazları ifade etmek için kaçmış manasındaki fâite kelimesinin kullanılması, bir Müslüman’ın namazı kasten terk edemeyeceğini, ancak elde olmayan nedenlerle namazın kaçabileceğini hissettirmektedir.

Namazı bilerek, özürsüz olarak vaktinden sonraya bırakmak büyük günahtır. Namaz, vakti çıktıktan sonra kaza edilmekle yerine getirilmiş olur. Ancak vaktinden sonraya bırakıldığı için tövbe edilmesi gerekir.

Meşru bir mazeret sebebiyle namazın kazaya kalması günah olmaz. Hz. Peygamber hadislerinde uyuyakalma ve unutma mazeret olarak kabul edilmiştir (Buharî, Mevâkit, 37; Müslim, Mesacid, 314-316). Bunun dışında düşman korkusu, ebenin doğum yapacak kadının başından ayrılması halinde çocuğun veya annesinin; cerrahın ameliyathaneden ayrılması halinde hastanın zarar göreceğinden korkulması meşru birer mazerettir. Nitekim Hz. Peygamber, Hendek savaşında namazlarını tehir etmiştir (Buhârî, Mevâkit, 36, 38). Hayız ve nifas hallerinde kadınlardan namaz borcu düşer; kılınmayan namazlar kaza edilmez.

Beş vakit namazın farzları ile vitir namazı kaza edilir. Vakit çıktıktan sonra sünnetler kaza edilmez. Ancak vaktinde kılınmayan sabah namazı, zevalden önceye kadar sünnetleri ile birlikte kaza edilir. Kaza namazı kılmak için belirli vakit yoktur; üç kerahet vakti dışında gece ve gündüz her zaman kılınabilir.

Fakd

Kelime anlamıyla yokluk, ayrılık manalarına gelen fakd, fıkıhta, muris veya eşin kaybolması için kullanılmaktadır. bk. Mefkud.

Fakih

Sözlükte, dikkatli ve ince anlayışlı, ayrıntılı bir şekilde bilen alim anlamına gelen fakih, ıstılahta din bilgini, fıkıh alimi, İslâm hukukçusu anlamına demektir. Çoğulu fukahâdır.

Kur’an-ı Kerim’de on dokuz yerde, anlamak, hakkıyla idrak etmek manasında, aynı kökten fiil olarak geçmektedir. Bir ayette de, yine aynı kökten türetilen tefakkuh kelimesi, dinde bilgi ve şuur sahibi olmak anlamında kullanılmıştır. Hadislerde ise, fıkıh ve tefakkuh kelimeleri, iyi anlamak, din ve Kur’an konularında bilgi sahibi olmak anlamında kullanılmıştır (Buharî, İlim, 20).

Hz. Peygamber’in vefatından sonra, vahy dönemi sona erdiğinden, Müslümanlar kıyamete kadar karşılaştıkları problemleri vahy döneminden intikal eden ayet ve hadislerle çözümlemeye çalışmışlardır. Hz. Peygamber sağlığında ashabını içtihat konusunda eğitmiş ve buna teşvik etmiştir; Muaz b. Cebel’i Yemen’e kadı olarak gönderirken, önüne gelen problemin çözümü konusunda Kitap ve sünnette bir hüküm bulamadığında neye göre hüküm vereceğini sorması üzerine, Muaz “kendi reyimle içtihat ederim” şeklinde cevap vermiş, Hz. Peygamber de bunu memnuniyetle karşılamıştır (Tirmizî, Ahkam, 3; ed-Daremi, Mukaddime, 19).

İslâm ümmeti içinde, her devirde fakihler bulunmuş, bilgi ve gayretleri ile Müslümanlara yardımcı olmuşlardır. Her devirde dini ve hukuki meseleleri, nassların ışığında, devrin şart ve ihtiyaçları göz önünde bulundurarak çözümleyecek fakihlerin yetiştirilmesi, İslâm toplumunun en başta gelen görevlerindendir.

Farîza

Kelime anlamıyla takdir ve tayin edilmiş şey, belirlenmiş pay anlamına gelen farîza, dinî bir terim olarak, mükelleften kesin ve bağlayıcı bir şekilde yapılması istenen namaz, oruç gibi dini görevleri ifade etmek için kullanıldığı gibi (bk. Farz), evlenme akdi gereği kadına ödenmesi gereken mehir ve mirasçıların terikedeki payları için de kullanılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de geçen farîza kelimesi de bu manadadır (Bakara 2/286; Nisa 4/11, 24; Tevbe 9/60).

Farz

Sözlükte bir şeyi kesinleştirmek, takdir etmek, pay ve parçalara ayırmak, belirlenmiş şey ve pay anlamlarına gelen farz, bir fıkıh terimi olarak, Şâri’ tarafından kat’î bir delille emredilen fiil ve amel demektir. Fakihlerin çoğunluğuna göre, farz ile vacip aynı manada kullanılmaktadır. Ancak Hanefîlere göre, farz ile vacib birbirinden farklı olarak kabul edilmiştir. Buna göre farz, Kur’an ayeti veya mütevatir sünnet gibi kesin olarak sabit olan bir nassla, açık bir şekilde yapılması emredilen fiil ve amellerdir. Farzı yapan sevap kazanır, özürsüz olarak yapmayan azabı hak eder, inkar eden ise dinden çıkmış olur.

Farz, mükellefin ifa sorumluluğu açısından farz-ı ayın ve farz-ı kifâye şeklinde ikiye ayrılır. Farz-ı ayın, beş vakit namaz, oruç gibi, her mükellefin yapması gereken farz demektir. Farz-ı ayın, bazılarının yapmasıyla diğer mükelleflerden düşmez. Farz-ı kifâye, toplumsal, sosyal bir vazife mahiyetinde olup, bazı mükelleflerin yapmasıyla diğerlerinin yapması gerekmeyen farz demektir. Cenâze ile ilgili vazifeler ve cenâze namazı, bazı mesleklerin icrası bunun örneğini teşkil eder. Farz-ı kifayenin sevabı, yalnız onu işleyene aittir. Toplumda farz-ı kifayeyi ifa edecek ikinci bir kişi bulunmazsa, artık bu farz farz-ı ayına dönüşür. Meselâ, cenâzeyi yıkayabilecek tek kişinin bulunması halinde, bunun yıkaması farz-ı ayın olur.

Fâsit

Sözlükte, bozuk olan, muteber olmayan, geçersiz anlamına gelir. bk. Fesât.

Fecr

Sözlükte, yarmak, bir şeyi ikiye ayırmak, fışkırmak, açığa çıkmak anlamlarına gelen fecir, isim olarak güneşin doğmasından önce beliren tan yeri ağarmasını ifade eder. Türkçe’de şafak sökmesi, gün ağarması denilen bu olay, gece ile gündüzü birbirinden ayrıldığı vakittir. Fecr-i kâzip ve fecr-i sâdık olmak üzere iki türü vardır.

Fecr-i kâzip, yalancı fecr demektir. Güneşin doğuşundan önce, ufukta göğe doğru dikine yükselen aydınlık için kullanılan bir tabirdir. Fecr-i sâdık, hakîki, gerçek fecir demektir. Gece karanlığının kaybolmaya başlayıp güneşin ışığının belirtilerinin görünmeye başladığı, ufuktaki aydınlığın enlemesine, uzunlamasına ufka yayıldığı vakittir. Hz. Peygamber, “ne Bilal’in ezanı, ne de ufuktaki dikine göğe doğru yükselen aydınlık sizi sahur yemekten alıkoysun. Işık şu şekilde (yatay olarak) yayılıncaya kadar yiyin.” buyurmuştur (Buharî, Ezan, 13; Müslim, Sıyam, 39).

Gündüzün başlangıcı olan fecr-i sâdıkla, sabah namazının vakti girer ve imsak vakti başlar.

Fehvâ

Sözlükte anlam, mefhum demek olan fehva, fıkıh usulünde fehva’l-hitap, fehva’l-kavl tabirleriyle geçmekte olup, inceleme ve içtihatta bulunmaya ihtiyaç duyulmaksızın ve sırf dil unsurlarına dayanarak anlaşılabilen illetteki müştereklik sebebiyle, nassın ibaresiyle delâlet ettiği mananın benzeri veya daha elverişli başka bir olaya da uygulanmasıdır. Bununa nassın delâleti, celî kıyas, mefhumu muvafakat da denilmektedir.

Fekk

Arapça’da, bir şeyi ayırmak, koparmak, kurtarmak, bir bağı çözmek anlamlarına gelen fekk, bir fıkıh terimi olarak, kölenin azât edilmesini, esirin salıverilmesini, rehin, hacir ve haciz gibi hukuki bir bağ ve kaydın kaldırılmasını ifade eder.

Kur’an-ı Kerim’de bir yerde, köle âzât etmek manasında bir yerde geçmektedir (Beled 90/13). Hadislerde kelime kölelikten, esaretten, dünyevî sıkıntılardan, uhrevî azaptan kurtulmak gibi manalarda kullanılmaktadır.

Kölelerin hürriyete kavuşmalarının en tabii yolu sahibinin azat etmesiyledir (bk. Âzât). Bunun dışında bir ücret karşılığında hürriyetine kavuşabileceği gibi (bk. Mükatebe), hürriyeti sahibinin ölümüne bağlaması veya kadın kölenin efendisinden çocuk doğurması durumlarında sahibin ölümüyle köle hürriyetine kavuşur (bk. Ümmü Veled; Müdebber).

Gerek düşman eline düşen Müslüman esirlerin ve gerekse Müslümanların elindeki esirlerin salıverilmeleri de fekk kavramı içerisinde mütalaa edilmektedir. Düşman eline esir düşen Müslümanların mübadele suretiyle, fidye karşılığı veya karşılıksız olarak salıverilmelerini sağlamak dinimizde tavsiye edilen hususlardandır. Esirlerin salıverilmesi ise kamu yararı, günün şartları ve devletlerarası teamüle göre belirlenmesi Devletin yetkisine verilen bir husustur (bk. Esir).

İslâm hukukunda rehinin çözülmesi, hacir ve haczin kaldırılması konuları da fekk kavramı ile ifade edilmektedir (bk. Rehin; Hacir; Haciz)

Fer’

Arapça’da kısım, dal, faydalı mal, asıl olmayan gibi anlamlara gelen fer’, bir fıkıh terimi olarak, miras hukukunda, vefat edenin çocukları, torunları, torunlarının çocukları… gibi kendinden aşağıdaki soyundan gelenleri; fıkıh usulünde, hükmü nassla belirlenmeyip asla kıyas edilen meseleyi ifade eder. Fıkıh usulünde makîs, müşebbeh de denilen fer’, kıyasın dört rüknünden biri olup, hükmü hakkında nass bulunmayan ve asla kıyas edilip onun hükmünü alan mesele olarak tanımlanır.

Hadiste ise, hocaya nispetle talebeleri, yani bir raviden hadis alanlara fer’ denir. Aynı şekilde hocasının yazmış olduğu hadislerden yazılan veya bunlarla karşılaştırılmış olan hadis kitabı nüshasına da denmektedir. Hocanın nüshasına asıl, öğrencininkine ise fer’ denir.

Ferağ

Sözlükte boş kalmak anlamına gelen ferağ, fıkıh terimi olarak, bir şahsın gayrimenkul üzerindeki tasarruf hakkını bir başkasına terk ve tevfîz etmesini ifade etmektedir. Ferağ, çıplak mülkiyeti bir başkasına ait olan gayrimenkul üzerindeki tasarruf hakkının üçüncü şahsa nakledilmesidir. Osmanlı hukukunda mîrî arazî ve icâreteynli vakıf malları üzerinde şahıslar için mülkiyet hakkına benzer bir tasarruf hakkı verilmiştir. Bu tasarruf hakkının bir başkasına terk ve devri için de ferağ tabiri kullanılmıştır.

Ferağ, karşılığında maddî bir bedel alınıp alınmamasına göre ivazlı ve ivazsız ferağ şeklinde ikiye ayrılır. İvazsız ferağ, herhangi maddî bir bedel zikredilmeden veya bedelsiz olacağı açıkça belirtilerek yapılan ferağdır. İvazlı ferağ ise, para yahut mal karşılığı veya mübadele şeklinde yapılan ferağ işlemidir.

Usulüne uygun tarzda yapılan ferağ işlemi sonunda ferağda bulunulanın mîrî arazi veya vakıf mal üzerindeki tasarruf hakkı sona erer. Daha önceki tasarruf eden şahsın, devlet veya vakıf yönetimine karşı taşınmaz sebebiyle sahip bulunduğu hak ve yükümlülükler, olduğu gibi yeni alacaklıya geçer. Ferağ akdi, yetkili memurun izniyle gerçekleştiği zaman iki taraf için de bağlayıcılık kazanır. Günümüzde şahıslara tahsis edilen hazine arazileri ve vakıf mallarının devri ferağ kavramı ile ifade edilebilir. Bu konuda mal sahibi olan devlet veya vakıf günün şartlarına göre düzenlemelerde bulunabilir.

Ferâiz

Sözlükte takdir ve tayin edilmiş şey, belirlenmiş hisse, kesin dini emir manalarına gelen farîza kelimesinin çoğulu olan ferâiz, İslâm hukukunda mirasçıların terikeden alacakları paylar ile miras hukuku manasında kullanılan bir terimdir.

Kur’an-ı Kerim’de ölenin terikesinde mirasçıların hisselerinin ayrıntılı bir şekilde belirtilmiş olması (Nisa 4/11, 12, 176) ve Hz. Peygamber’in de, konuyla ilgili uygulama ve ilave açıklamaları sebebiyle mirasçıların hisselerinin açık ve kesin bir şekilde belirlenmiş olmasından miras hukukuna ferâiz, ilm-i ferâiz denilmiş ve Rasulullah döneminden itibaren doğup gelişmiştir.

İslâm hukukunda mirasçılığın iki temel sebebi vardır; kan hısımlığı ve evlilik bağı. Mirasın varislere intikali için, miras bırakanın vefat etmesi veya ölümüne mahkemece hükmedilmesi gerekir. Bunun yanında, ölüm anında mirasçının hayatta bulunması ve miras almasına mani bir durumun bulunmaması gerekir. Varisin murisini öldürmesi, farklı dinlerden olmaları mirasçılığa engel haller olarak kabul edilmiştir.

Ölenin geride bıraktığı mal ve haklardan, techiz* ve tekfîn* masrafları çıktıktan, borçları ödendikten ve vasiyeti de terikenin 1/3’ini geçmemek kaydıyla yerine getirildikten sonra geriye kalan mirasçılarına intikal eder.

İslâm miras hukukunda mirasçılar, varis olma sıra ve derecelerine göre dokuz sınıftan oluşur. Bunların başında ashâb-ı ferâiz gelir. Ashâb-ı ferâiz, mirastan alacağı hisseler belirlenmiş olan kimseler olup, on bir nevi akrabadır. Bunlar, baba, dede, anne bir erkek kardeş, kız, oğul kızı, anne, nine, anne-baba bir kız kardeş, baba bir kız kardeş, anne bir kız kardeş, karı ve kocadır. Bunların her birinin yalnızken ve diğer mirasçılarla birlikte alacakları hisseler belirlenmiştir. İkinci sırada, vefat edenin baba tarafından erkek akrabası ve erkek çocukları anlamındaki asabe* gelir. Asabe, tek başına bulunduğunda mirasın tamamını, ashâb-ı ferâiz ile beraber bulunduğunda ise, onlardan arta kalanı alır. Bu iki gruptan kimse bulunmadığında, zevi’l-erhâm* grubunu teşkil eden hısımlar mirasçı olurlar.

Fesât

Sözlükte bir şeyin önce düzgün, düzenli ve yararlı iken, sonradan bu vasıflarını kaybederek bozulması anlamına gelen fesât, ıstılahta bir ibadet veya hukukî işlemin, vasıf ve şartlarındaki eksiklik ve bozukluk sebebiyle hükümsüz olması demektir.

Gerek ibadetler ve gerekse hukukî işlemler, kendisinde bulunması gereken rükün ve şartları taşıyıp taşımamasına göre sahih – fâsit ve bâtıl şeklinde bir ayrıma tabi tutulur. Bir ibadet veya hukukî işlem, kendisinde bulunması gereken rükün ve şartları ihtiva etmesi halinde sahihtir. İşlem rükün veya kurucu unsurlarından birisinin yok olması halinde bâtıl; rüknü ve unsurları tamam olduğu halde şartlarının eksik olması halinde fâsit olur.

Fakihler, ibadetler ve nikah konusunda fesât ve butlânın aynı anlama geldiği konusunda ittifak etmişlerdir. İbadetlerdeki eksiklik, ister rükünlerde olsun, isterse şartlarda olsun sonuç aynıdır; ibadet bozulmuş olur. Mesela, rüku, secde gibi namazın rükünlerinden birinin terk edilmesi ile şartlarından birisi olan abdestsiz namaz kılınması arasında fark yoktur. Bunun yanında, usul ve adabına uygun olarak başlanmış bir ibadet, mahiyetiyle bağdaşmayan bir davranış sebebiyle de bozulabilir. Namazda konuşmak, oruçlu iken yemek-içmek böyledir. İster başladıktan sonra bozulan olsun, isterse rükun veya şartlarından birisi olmaması sebebiyle başlangıçtan itibaren batıl olan ibadet olsun, iade edilmesi veya kaza edilmesi gerekir. Bazen de ceza olarak keffâret gerekir. Nikah konusunda ise, akit geçersiz sayılmakla birlikte, zifaf gerçekleşmişse, doğan çocuğun nesebi sabit olması, zina cezasının düşmesi ve kadın mehre hak kazanması gibi bazı maddi sonuçlar doğurur.

Fakihlerin çoğunluğuna göre muamelat, yani hukukî işlemler konusunda da fâsit ile bâtıl arasında fark yoktur. Ancak Hanefîlere göre, bu konuda fâsit ile bâtıl arasında bir fark vardır. Hanefîlere göre butlân, hukukî işlemin rükünleri veya bu rükünleri ayakta tutan temel unsurlardan birisinde eksiklik bulunması sebebiyle muamelenin hiçbir hukukî sonuç doğurmamasıdır. Fesât ise, bu unsurların dışında kalan şartlar veya vasıflardan birisinin yok olması sebebiyle hukukî muameledeki bozukluktur. Bu noksanlık genelde sonradan tamamlanabilir mahiyettedir. Başka bir tanımla akdin sıhhat şartlarından birisinin bulunmaması fesadı doğurur. Genel olarak fesât sebepleri; akit konusundaki belirsizlik ve bilinmezlik, ikrah ve müfsit şartlardır.

Fâsit akit yasaklanmış olduğu için sahih değildir. Bununla birlikte esas itibariyle kurulmuş sayıldığından maddî varlığının yanında bir takım hukukî sonuçlar da doğurur. Taraflar fâsit akdi feshetmekle yükümlüdürler. Ancak akdin konusunun değişikliğe uğraması veya feshin üçüncü şahıslara zarar vermesi halinde akit feshedilmez. Diğer taraftan, bu tür akitte herhangi bir yolla fesadın giderilme imkanı varsa, feshe gidilmeksizin sebep ortadan kaldırılır ve akit sahihe dönüştürülebilir.

Hanefî hukukçularının ortaya atıp geliştirmiş olduğu fesât teorisi, gerçekten çok ileri bir hukuk mantığı ve hukuk tekniği olup, günümüz hukuk anlayışıyla birbirine çok yakın benzerlik arz etmektedir.

Fesih

Sözlükte aklen veya bedenen zayıf olmak, cahillik; bozmak, iki şeyi birbirinden ayırıp dağıtmak, hükümsüz ve geçersiz kılmak gibi anlamlara gelen fesih, bir fıkıh terimi olarak bir akdin ortadan kaldırılmasını, bozulmasını ifade eder.

İslâm hukukunda fesih kavramı, sözleşmeden dönme, iptal, geri alma ve cayma da dahil akit bağının ve borç ilişkisinin iradeye dayalı olarak sona erdirilmesinin bütün çeşitlerini kapsar. Bağlayıcı olmayan akitlerde tek taraflı irade beyanı ile,  bağlayıcı akitlerde ise ancak iki tarafın karşılıklı rızaları veya mahkeme kararı ile feshedilebilir. Bir akit, ya muhayyerlik, ikrah, fesât, yetkisizlik gibi arızî bir sebeple bağlayıcı olmaz, ya da emânet sözleşmesi gibi doğasından bağlayıcı olmaz.

Fâsit akitlerde, taraflar akdi feshetmekle yükümlüdürler. Bunun yanında ortada feshi mümkün kılan haklı ve geçerli sebep bulunması halinde, ilgili taraf akdi fesih imkanına sahiptir. Borcun ifa edilmemesi, muhayyerlikler, kiralanan şeyin arızalı çıkması gibi mazeretler akdin feshine imkan sağlayan sebeplerdendir. Akdin devam etmesinin maddeten ve hukuken mümkün olmaması halinde akdin infisahı, yani kendiliğinden çözülmesi söz konusudur.

İslâm hukukunda fesih çok geniş olarak ele alınmış ve bununla ilgili ayrıntılı bir fesih-infisah nazariyesi geliştirmişlerdir.

Fetvâ

Sözlükte bir olayın hükmünü açıklayan veya hükmünü koyan, güçlükleri çözen kuvvetli cevap anlamına gelen fetvâ, ıstılahta fıkhî bir meselenin dinî-hukukî hükmünü açıklama, fakih bir kimsenin, sorulan fıkhî bir meseleye yazılı veya sözlü olarak verdiği cevap, ortaya koyduğu hüküm demektir. Fetvâ verene müftî, fetvâ sorana müsteftî, fetvâ sormaya istiftâ ve fetvâ vermeye de iftâ denir.

Kur’an-ı Kerîm’de türevleriyle birlikte dokuz ayette geçen fetvâ kelimesi, hepsinde sözlük anlamına uygun olarak görüş sorma, görüş bildirme, soru sorma, rüya yorumlama gibi anlamlarda kullanılmıştır.

Fetvâ içtihada göre daha dar kapsamlıdır. Bir kimsenin fetvâ verebilmesi için bazı önşart ve bilgilere sahip olması gerekir. Ahmed b. Hanbel’e göre, bir kimsenin fetva verme yetkisine sahip olması için şu beş şartı haiz olması gerekir; 1) iyi niyet sahibi olması, 2) ilim, hilim, vakar ve ciddiyet sahibi olması, 3) kendinden ve bilgisinden emin olması, 4) Müslümanlar nezdinde itibarlı olması ve 5) toplum ve insanları tanıması.

Fetvâ verecek kimsenin, bu şartları taşımasının yanında, fetvâ soran kişinin sosyal, iktisadî, ruhî, ahlâkî durumunu bilmesi; içinde yaşadığı toplumu, örf ve adetlerini tanıması; vereceği cevabın yol açacağı fayda ve zararı göz önünde bulundurması gerekir. Bu sebeple fetvâ, sadece fetvâyı soran kişiyle ilgili olmalıdır.

Müftü, sorulan soruyu iyice anladıktan sonra meseleyi çeşitli yönlerinden ele alıp incelemeli ve dînî hükmünü eksiksiz ve doğru olarak soranın anlayabileceği bir şekilde açıklamalıdır. Cevabını bilmediği bir mesele ile karşılaşınca bunu açıkça belirtmeli ve meseleyi uzmanına havale etmelidir. Fetvalarda orta yol tercih edilmeli, fazla katı veya fazla yumuşak davranıştan kaçınılmalıdır. Müftünün, örf ve âdetini bilmediği bir bölgeden gelen müsteftîye hemen fetvâ vermemeli, özellikle yemin, ikrar ve talâk gibi konularda dikkatli davranmalıdır.

Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişeceği kuralı gereğince, örf ve âdetlere, zaman ve şartların değişmesine uygun olarak fetvâların değişebileceği açıktır. Ayrıca müftünün fetvâ ve tercihinde yanılabileceği tabi karşılanmalı ve buna bağlı olarak eski fetvasından dönerek yeni fetvâ vermesi yadırganmamalıdır.

Fevait

Vaktinde kılınamayan namazı ifade etmek için kullanılan fâite kelimesinin çoğuludur. bk. Fâite.

Fey’

Sözlükte gölge, öğle vaktinden sonraki gölge, geri dönmek, şekil değiştirmek anlamlarına gelen fey’, İslâm hukukunda, gayrimüslimlerden alınan haraç, cizye, ticârî mal vergisi ve diğer bazı gelirleri ifade eder.

Fey’ kelimesi, türevleriyle birlikte, Ku’an-ı Kerim’de üç yerde kelime anlamına uygun olarak geri dönmek anlamında (Bakara 2/226; Hucurat 49/9); üç ayette de, ıstılah manasına uygun olarak ganimet olarak vermek manasında (Ahzab 33/50; Haşr 59/6, 7) geçmektedir. Hadislerde de, hem sözlük hem de ıstılah anlamlarında kullanılmıştır.

Fey’ kelimesi, ilmihal kitaplarında namazların vakitleri açıklanırken, sözlük anlamında gölgeyi ifade etmek için fey’-i zeval şeklinde kullanılmıştır. Öğle namazının vakti, güneşin tepe noktasını geçip batıya doğru kaymasından itibaren başlar. Güneşin tepe noktasına ulaşıp batıya doğru yönelmesine zeval denir. Bu esnada bir şeyin yere düşen gölgesine zeval anındaki gölge  anlamında fey’-i zevâl denir. Fey’-i zevâlin yönü ve uzunluğu bölgenin ekvatordan uzaklığına, kuzey veya güney yarıkürede oluşuna göre değişir. Meselâ, zevâl anında yere dikilen 1 m. uzunluğundaki bir şeyin gölgesi, 10 cm. olsun. İşte bu 10 cm. fey’-i zevâldir. Güneşin tam tepe noktasına ulaşmasından biraz önce başlayıp zevâl vaktine kadar süren istivâ vaktinde, yani güneş herkesin başının üzerindeymiş gibi gözüktüğü zaman zarfında herhangi bir namaz kılınmaz, namaz kılmak mekruhtur. Öğle namazının vakti zeval vaktinden başlayıp her şeyin gölgesinin fey’-i zevâl çıkarıldıktan sonra bir misli kadar oluncaya kadar devam eder. İkindi namazının vakti de öğle namazının vaktinin çıktığı andan itibaren başlayıp güneşin batışına kadar devam eder. Bununla birlikte, gölgenin iki misli oluncaya kadar öğle namazının kılınabileceği ve ikindi namazının da bu andan itibaren başlayacağı görüşü de bulunmaktadır.

Istılahta geçen fey’ kavramı, Hz. Peygamber döneminden itibaren şekillenmeye başlamakla birlikte, Hz. Ömer devrinde daha netleşmiş ve kurumlaşmıştır. Genelde İslâm hukukçuları, ister menkul, isterse gayrimenkul olsun, barış yoluyla gayrimüslimlerden temin edilen malların fey’ olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Savaş yoluyla elde edilen mallardan menkul olanlar ganimet hükmündedir. Gayrimenkullar ise, devlet başkanı tarafından ganimet olarak dağıtılabileceği gibi, eski sahiplerinde bırakılarak bu topraklardan haraç alabilir. Bu durumda alınan haraç da, fey’ hükmündedir. Hanefîlere göre, gayrimüslim devletler tarafından İslâm devlet başkanına verilen hediyeler de fey’ kapsamındadır. Genel olarak hukukçular, zekat ve ganimet dışında kalan devlet gelirlerinin tamamını fey’ kapsamına dahil etmek eğilimindedirler.

Hz. Peygamber zamanında fey’ gelirlerinin miktarı çok azdı ve Medine’deki Müslümanlara dağıtılıyordu. Hz. Ömer, fetihler sonucunda İslâm ülkelerinin genişlemesi ve fey’ gelirlerinin artması üzerine yeni bir düzenlemeye gitmiştir. Hz. Ömer bu gelirleri, yılda bir defa atıyye adı altında para, diğeri de her ay erzak adı altında yiyecek olmak üzere iki şekilde dağıtmıştır. Bunun için kurduğu divan teşkilatında, durumlarına göre Müslümanların atıyyelerini farklı miktarlarda tespit etmiş ve hak sahiplerinin isimlerini kabile esasına göre divan defterlerine kaydetmiştir. Hz. Ömer, fey’ gelirlerinin sarf edilmesi konusunda devlet başkanına bir takdir hakkı tanımıştır.

Fıkıh

Sözlükte bir şeyi bilmek, derinlemesine kavramak, tam olarak anlamak gibi manalara gelen fıkıh, ıstılahta, İslâm’ın ferdî ve içtimaî hayata dair amelî hükümlerini bilmeyi ve bu konuyu inceleyen bir ilim dalını ifade eder.

Fıkıh kelimesi Kur’an-ı Kerim’de, çeşitli fiil kalıplarıyla yirmi yerde geçmekte olup, bir şeyi iyi ve tam olarak anlamak, bir şeyin hakikatini bilmek ve akıl etmek gibi anlamlarda kullanılmıştır.

İslâm’ın ilk devirlerinde fıkıh tabiriyle, bütün dini bilgileri bilme kastedilmekteydi. Hicri ikinci asrın ortalarından itibaren fıkıh, sadece amelî hayatı kapsayan bir ilim dalı halin geldi. Bu arada, iman ve itikat konusuyla ilgili bilgiler, “ilm-i tevhîd, ilm-i usuli’d-dîn, akaid, kelâm” gibi isimlerle anılan ayrı bir ilim dalının; Müslüman’ın iyi ve kötü huyları, özel hayatı, sosyal ilişkileri ve davranışlarıyla ilgili hususlar ise, ahlak ve tasavvuf ilim dalının konusu haline gelmiştir.

Fıkıh amelî hayata ait bilgileri ve hükümleri ihtiva eden ilim dalının adı olduktan sonra da kapsamı geniş kalmış, çağımıza kadar ilmihal, hukuk ve hukuk metodolojisi, ekonomi, siyaset, idare bilimleri ve bu bilimlerle ilgili kurumlar, küllî kaide, hilafiyat ilmi, fıkıh tarihi, mukayeseli hukuk fıkıh dalı içinde kabul edilmiştir. Furû-ı fıkıh da, ibadet, muâmelât ve ukubât şeklinde üç ana bölüme ayrılır.

Fıtra

bk. Sadaka-i Fıtır.

Fıtr Bayramı

Kelime anlamıyla oruç açma bayramı anlamına gelen terkip, Ramazan Bayramının diğer bir ismidir. Şevval ayının 1. günü başlayan bayram ülkemizde üç gün olarak kutlanmaktadır.

Fidye

Arapça’da bir kimseyi bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtarmak için ödenen bedel anlamına gelen fidye, ıstılahta, esaretten kurtulmak için ödenen bedeli veya bazı ibadetlerin eda edilmemesi ya da edası sırasında birtakım kusurların işlenmesi halinde ödenen dînî-malî yükümlülüğü ifade eder.

Fidye kelimesi Kur’an-ı Kerim’de, iki ayette terim manasında (Bakara 2/184, 196) ve bir ayette de sözlük anlamında (Hadid 57/15) geçmektedir.

Esaretten kurtulmak için ödenen fidyeye kurtuluş fidyesi denir. Savaş esnasında ele geçirilen esirler, düşmanın Müslüman esirlere yaptığı muameleye, hal ve şartlara göre, fidye karşılığı salıverilebilir. Hz. Peygamber, Bedir’de esir almış olduğu müşrikleri fidye karşılığı serbest bırakmış, parası olmayanları da, on Müslüman’a okuma-yazma öğretmesi mukabilinde serbest bırakılacağını ilan etmiştir.

İbadetlerle ilgili fidye ise, oruç ve hacda söz konusu olmaktadır. İhtiyarlık ve şifa ümidi olmayan bir hastalık sebebiyle oruç tutamayan kimse, daha sonra kaza etmesi mümkün olmadığından her gününe karşılık bir fidye öder. Bu durumdaki bir kimsenin fidye ödemesi vaciptir. Kur’an-ı Kerim’de, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir fakir doyumu kadar fidye öder.” (Bakara 2/184) buyurulmaktadır. Bu ayetten hareketle fidye miktarının, bir kişiyi bir gün için doyuracak iki öğün yiyecek olarak anlaşılmıştır.

Hac ve umre için ihrama giren kişilere bazı hususlar yasaklanmıştır. Bu fiillerden birini işleyen kimsenin keffâret ödemesi gerekir. Bu Kur’an-ı Kerim’de fidye olarak isimlendirilmektedir (Bakara 2/196).

Hastalık veya başka bir sebeple ihram yasaklarından birinin çiğnemek zorunda kalan kimse, fidye olarak üç gün oruç tutma veya altı fakiri doyurma ya da kurban kesme hususunda muhayyerdir. Bu yasakları kasten çiğneyen kimse ise, işlediği cinayetin türü ve şiddetine göre, kurban keser veya sadaka verir. Fidye olarak kesilen kurbanlar Harem bölgesinde kesilmesi gerekir. Oruç tutma ve fakir doyurma ise, her yerde olabilir. Bütün fakihlere göre, kasten çiğnenen bir ihram yasağı için fidye ödemenin yanında ayrıca işlediği günahtan dolayı tövbe etmesi gerekir.

Fitre

bk. Sadaka-i Fıtır.

Fukahâ

İslâm hukukçusu anlamına gelen fakih kelimesinin çoğuludur. bk. Fakih.

Fukahâ-i Seb’a

Tabiîn döneminde, Medine’de şöhret kazanan yedi fakih için kullanılan kavramdır. Bu fakihlerden altısı; Urve b. Zübeyr, Saîd b. Müseyyeb, Ubeydullah b. Abdullah, Harice b. Zeyd, Süleyman b. Yesar ve Kasım b. Muhammed’dir. Yedincisi ise ihtilaflı olup, Ebu Bekir b. Abdurrahman, Ebû Seleme b. Abdurrahman veya Salim b. Abdullah isimli fakihlerden biridir.

Fuzûlî

Sözlükte, lüzumsuz ve manasız işlerle uğraşan , kendisini ilgilendirmeyen işlerle ilgilenen kimse anlamına gelen fuzulî, bir fıkıh terimi olarak, hukukî bir yetkisi bulunmadığı halde, başkası adına hukukî işlemde bulunan kimse manasına gelir.

Fuzulînin yapmış olduğu işlemler geçerli olmakla birlikte, bir hüküm ifade edebilmesi ve hukuki sonuç doğurması için adına iş yapılan kimsenin veya temsilcisinin onayına bağlı bulunmaktadır. Onaylaması halinde söz konusu işlem, yapıldığı andan itibaren yetkili kimse tarafından yapılmış gibi sonuç doğurur. Fuzulînin yapmış olduğu akdi, ehliyetli olan mal sahibi feshedebileceği gibi, vekil, vasî veya velîsi gibi hukukî temsilcisi ve fuzulînin kendisi de feshedebilir.

Fuzulînin işlemlerinin geçerli olabilmesi için, akdin vekalet ve temsil yoluyla yapılabilen türden olması gerekir. Ayrıca icazetin gerçekleşmesi için, satıcı, alıcı, icazet verecek kişi ve akde konu olan şey mevcut bulunmalıdır.

Fürû’

Sözlükte bir şeyin üst tarafı, dal, kol, şube anlamına gelen fer’ kelimesinin çoğulu olan fürû’, ıstılahta fıkıh ilminin nazarî kısmı dışında kalan amelî tatbikî bölümünü oluşturan kısmını ve miras hukukunda alt soy hısımları ifade eder.

Doktrinde ağırlık kazanmış ve fakihler tarafından genel kabul görmüş usul kuralları ve küllî kaideler asıl, onların uzantısı veya uygulaması sayılan cüzî meseleler ve hükümler ise fer’ olarak adlandırılır. Fıkıh ilmi, ağırlıklı olarak meseleci bir metotla gelişmiş, usul kuralları ve küllî kaideler bu gelişim süreci içinde oluşarak tedvin edilmiştir. Fıkıh metodolojisi ile usul kuralları ve küllî kaidelerinin oluşmasıyla, fürû’  kavramının, usul-i fıkhın karşıtı olan diğer yarısını ifade eden bir terim olarak ortaya çıkıp kullanılmaya başlandığı söylenebilir.

Fer’î meseleleri içeren fıkıh kitaplarında, ibadetten ahlak ve görgü kurallarına kadar yaklaşık 25 – 30 civarında ana bölüm bulunmaktadır. Ancak bunlar genel olarak ibadât, muamelât ve ukubât şeklinde üç gruba ayrılmaktadır.

– G –

Gabn

Sözlükte bir şeyi unutmak, gizlemek, yanlış yapmak, noksanlaştırmak, saklamak, eksik vermek, aldatmak anlamlarına gelen gabn, bir fıkıh terimi olarak, iki taraflı akitlerde iki bedel arasında değer yönünden farklılık ve dengesizliği ifade eder. Alışverişte bir malın normal piyasa değerinin altında veya üstünde satılması gabn olarak adlandırılır. Gabn iki bedel arasındaki değer farkı olduğundan, iki tarafa karşılıklı borç yükleyen bey’ (alışveriş), icâre (kiralama), şirket, kısmet, sulh gibi ivazlı akitlerde söz konusudur.

Akitlerin kuruluşunda ve işlerliğinde, tarafların rızalarının bulunması kadar, rızanın sıhhati de önem taşır. Bu sebeple akitlerde rızanın sakat ve arızalı olarak bulunduğu hata, galat, hile ve ikrah halleri irade ayıpları olarak kabul edilmiştir. Bunların yanında iki taraflı akitlerde bedeller arasında değer yönünden makul bir denkliğin bulunmaması da rızayı sakatlayan etken olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte, gabnin hukukî sonuçları tek ve genel bir hükme bağlanması yerine, gabnin kaynağı, ağırlığı ve yol açtığı olumsuzluklara göre belirlenmiştir.

İslâm hukukçuları, alışverişte fiyat bakımından makul ölçüler içinde aldatma ve aldanmayı kabul etmekle birlikte, müşterinin rağbeti, ihtiyacı veya bilgisizliğinden yararlanarak yüksek fiyatla satışı hoş karşılamamıştır. Bu nedenle gabn-i ş-yesir, gabn-i fahiş ve olmak üzere gabnı ikiye ayırmışlardır. Gabn-i yesir, basit ve önemsiz gabn anlamına gelmekte olup, bedelde önemsiz sayılabilecek, ekseriya vuku bulabilen eksiklik veya fazlalıktır. Bu nedenle kaçınılması mümkün olmadığı varsayılır ve tabiî karşılanarak maruz kalan kimsenin rızasının sakatlanmadığı kabul edilir. Gabn-i fahiş ise, bedeldeki aşırı ve belirgin fazlalık veya eksiklik olup kaçınılması mümkündür. Bu nedenle, olağandışı sayılarak, maruz kalan tarafın rızası dışında gerçekleştiği kabul edilir. Bir akitte vuku bulan gabnin fahiş olup olmadığını belirlemede örf ve adet ölçü alınır. Buna göre, bilirkişilerin belirledikleri değişik değerlerin alt ve üst sınırını aşan fiyatlar gabn-i fahiş; ikisi arasında kalanlar ise gabn-i yesir olacaktır.

Bir akitte gabn-i yesir mevcut ise, bunun akde herhangi bir tesiri yoktur. Ancak gabn-i fahiş var ise, gabnin rızayı sakatlayan bir sebepten kaynaklanıp kaynaklanmadığına bakılır. Bir kimse kendi iradesiyle, bilerek ve farkında olarak gabin sayılacak bir bedelle akdi kurmuş ise, bu gabin sebebiyle kendisine fesih hakkı tanınmaz. Ancak kişinin bilgisizliği ve dikkatsizliği sebebiyle aşırı gabne maruz kalmışsa, aldatma söz konusu ise, zarara uğrayan tarafa akdi feshetme hakkı tanınmıştır.

Galat

Sözlükte, yanılmak, yanılgı, yanlışlık gibi anlamlara gelen galat, bir fıkıh terimi olarak kasıt unsuru olmaksızın, maksatla irade arasında ortaya çıkan uyuşmazlığı ifade etmektedir. Başka bir deyişle, akit yapılırken akdin unsur, şart ve hükümlerindeki hata şeklinde tanımlanabilir. Bu hatanın esaslı olması, yani akit yapan bilmiş olsaydı akdi yapmayacağı derecede olması gerekir.

İslâm hukukunda orta bir yol tercih edilerek, hukukî ilişkilerde güven ve istikrarı muhafaza etmek için, şeklî ve objektif ölçüler esas alınıp gerçek iradeye ve galata itibar edilmemiş; aralarında bir çatışma bulunması halinde dış irade iç iradeye tercih edilmiştir. Bununla birlikte, gerçek iradeye itibar edildiğinde istikrarın zarar görmeyeceği durumlarda gerçek irade dikkate alınmıştır.  Bunun sonucu olarak, akdi yapan tarafın gerçek iradesini belirtmemesi durumunda, içinde gizli bulunan bu iradeye itibar edilmez. Başka bir deyişle açıklamış olduğu irade beyanını şaibeli hale getiren galat dikkate alınmamıştır. Buna karşılık, akdi yapan kimsenin, akit esnasında gerçek iradesini açıklayan beyanda bulunması veya bu iradenin herhangi bir yolla anlaşılabildiği durumlarda, galata itibar edilmiştir.

Galatın varlığından söz edilebilmesi için, hukukî işlemin iki taraflı olması ve galatın akdin yapıldığı esnada mevcut bulunan akit konusu üzerinde gerçekleşmiş olması lazımdır. Ayrıca galata itibar edilebilmesi için, açık ve bilinebilir derecede olması gerekir. Bu da ya akdi yapan kişinin akdi inşası sırasında gerçek iradesine açıklık getirmesiyle olur, ya da akit esnasındaki objektif karineler bunu gösterir. Mesela bir tabağı alırken bu gümüş tabağı şu kadara alıyorum demesi veya bir antikacıdan antika zannederek bir eşyayı alması  durumunda aldığı eşyalar gümüş veya antika değilse, bu galata itibar edilir.

Galat akdin konusunda, tarafların kimliğinde veya temel bazı özelliklerinde, kıymette ya da hükümde olabilir.

Galle

Sözlükte gelir, kira, topraktan sağlanan mahsul anlamlarına gelen galle, bir hukuk terimi olarak, ev, han, dükkan gibi gayrimenkulların kirası, bağ, bahçe ve tarlaların ürünü ve paranın getirisi manalarına gelmektedir. Galle tabiri bu tür gelirleri ifade etmekte ise de, daha çok vakıf mallarının gelirleri konusunda kullanılmaktadır. Buna göre bir vakfa gelir sağlamak üzere tahsis edilen menkul, gayrimenkul her türlü malın tabiî ve hukukî semerelerine galle denir.

Vakıf malları cami, yol, hastane gibi bizzat kendisinden istifade edilen türden olabileceği gibi, dükkan, çiftlik gibi gelirinden istifade edilen de olabilir. Gelir getirmek, gelirinden istifade etmek üzere tahsis edilin vakıf mallarının gelirleri, vakfı kuran kimsenin ortaya koyduğu amaçlar doğrultusunda harcanır. Genelde vakfeden kimse, vakıf senedinde vakıftan faydalanacak kimseleri, harcama kalemlerini ayrıntılı olarak belirlerler. Vakıf gelirleri, ifa edilen bir hizmet veya görev karşılığında verilecek maaş veya tahsisat olabileceği gibi, herhangi bir görev söz konusu olmaksızın da verilebilir. İmam veya öğretmene tahsis edilen vakıf geliri birincisine, bir semtin fakirlerine dağıtılan ise ikincisine örnek teşkil eder.

Gamus Yemini

bk. Yemin.

Ganî

Nisap miktarı mala sahip kişiye zengin denir. bk. Nisap.

Ganimet

Sözlükte bir şeyi zorluk çekmeden almak anlamına gelen ganimet, terim olarak savaşta düşmandan ele geçirilen her türlü malı ifade etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de ganimetlerin 1/5’inin Allâh’a, Rasulüne ve onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğu bildirilmekte (Enfal 8/41), Hz. Peygamber’in uygulamasından da kalanın gaziler arasında taksim edileceği anlaşılmaktadır.

İslâm hukukçuları ganimetleri genel olarak, savaş esirleri, arazi ve menkul mallar olmak üzere üçe ayırmaktadırlar. Savaş esnasında ele geçirilen esirlere nasıl muamele edileceği, düşmanın Müslüman esirlere yaptığı muameleye, hal ve şartlara göre devletin takdirine bırakılmıştır. Fidye karşılığı veya karşılıksız olarak salıverilebileceği gibi, köle veya câriye haline de getirilebilir (bk. Esir). Arazî konusunda da, devlete yetki tanınmıştır. Eski sahiplerinde bırakılarak haraç* alınabileceği gibi, gazilere de dağıtılabilir.  Menkul mallar ise, 1/5’i ayette belirlenen yerlere harcanmak üzere hazineye alınır, kalanı gaziler arasında taksim edilir. Hanefî mezhebinde, ganimet mallarının helâl olabilmesi için, bir askerî müfreze tarafından ele geçirilmesi gerektiği kabul edilmiştir.

Ganimetlerin taksim edilmesi ve hangi ölçülerde  kimlere dağıtılacağı, devlet başkanının bu konudaki yetkileri İslâm hukuk literatüründe tartışılmakla birlikte, getirilen öneri ve tedbirlerin, Müslüman toplumun bu paydan azami ölçüde ve dengeli bir şekilde yararlandırılması, devlet menfaatinin gözetilmesi gayesine matuf olduğu görülür.

Garâmet

Sözlükte bir şeye düşkün olmak, bağlanmak, ısrar etmek anlamına gelen garamet, ıstılahta borçlunun ödeme yükümlülüğü ve mali ceza manalarına gelmektedir. Aynı kökten türeyin garîm, borçlu ve alacaklı anlamına gelirken, gârim, sadece borçlu; tağrîm ise, borcu ödetmek demektir.

Garamet kelimesi fıkıh literatüründe, borç, tazmîn, malî ceza ve vergi anlamlarını ifade etmekle birlikte, daha çok malî cezalar için kullanılmış; borç için deyn, tazmîn için ise damân tabiri kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de garamet kelimesi ile aynı kökten türeyen gârim kelimesi borçlu anlamında kullanılmakta, zekatın sarf edileceği sekiz sınıftan birisi olarak sayılmaktadır (Tevbe 9/60). Garamet ve gurm kelimeleri, tazmîn ile aynı manada zarara katlanma sorumluluğunu ifade etmektedir. Ganimet ve haraç bir şeyden elde edilen her türlü yararı, karşıt anlamlısı olan garamet ise, üstlenilen maddî külfeti, harcama yapma, tazmîn etme veya zarara katlanma sorumluluğunu ifade eder.

İslâm hukukunda şahsa ve mala yönelik haksız fiil, haksız iktisap ve dînî-hukukî düzeni ihlal eden eylemler, suçluya hukukî veya cezâî mahiyette bir ödeme borcu yükleyen borç kaynaklarındandır. Yapılması istenen ödeme, verilen zararın, telef edilen mal ve menfaatin karşılanması amacına yönelik olduğunda tazmîn, kişiye malî bir cezâ uygulamak amacını taşıdığında ise garamet veya tağrîm olarak adlandırılır. Garamet, tazir cezaları grubunda yer almakta olup, tek başına verilebileceği gibi diğer bedeni ve maddî cezalarla birlikte de verilebilir.

Garar

Sözlükte tehlike, risk, kişinin bilmeden canını veya malını tehlikeye sokması gibi anlamlara gelen garar, bir fıkıh terimi olarak akdin haksız kazanca yol açacak ölçüde kapalılık taşıması manasına gelir.

İslâm hukukunda, hukuki işlemlerde ve özellikle de iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde, akdin konusunun biliniyor ve belirli olması gerekir. Kur’an ve sünnette, sözleşmelerde açıklık, dürüstlük ve güven ilkeleri üzerinde ısrarla durulmuştur (Bakara 2/188; Nisa 4/29). Akdin konusu ile ilgili belirsizlik garar, vasıflarının bilinmezliği ise cehalet kavramıyla ifade edilmektedir. Bununla birlikte, her iki kavramın birbirinin yerine kullanıldığı da görülmektedir.

Hz. Peygamber alışverişlerde gararı yasaklamıştır (Buhârî, Buyû’, 75; Müslim, Buyû’, 4). Bundan hareketle İslâm hukukçuları gararın yasak olduğu konusunda ittifak etmekle birlikte, hangi tür akitlerde etkili olacağı ve tesirinin derecesi konusunda ihtilaf etmişlerdir. Genel olarak garar, önem ve derecelerine göre; akdi iptal edici, akdi ifsat edici ve kaçınılması mümkün olmayan garar şeklinde üçe ayrılabilir.  Kaçınılması mümkün olmayan gararın akde herhangi bir tesiri yoktur. Buna karşılık, önemli ölçüde kapalılık ve risk içeren, ana karnındaki yavru, kaçmış hayvanın satımı gibi akitler batıl sayılmıştır. Kapalılık ve risk akdin konusunun vasfı, miktarı, vade gibi hususlarda olup, daha sonra giderilebilir ölçüde ise, bu tür garar akdi ifsat eder. Bu belirsizlikler ortadan kalktığında akit sahih bir akde dönüşür.

Garar ile ilgili düzenlemelere bakıldığında, hukukî işlemlerde karşılıklı rızayı, açıklık ve dürüstlüğü korumayı, tarafların beklenmedik bir zarar ve risk altına girmesine, aldatılmasına engel olmanın amaçlandığı görülür. Bu doğrultuda, gararın şart ve unsurları günün şartlarına göre düzenlenebileceği gibi, ortaya yeni çıkan hukuki işlemler de bu ilkeler doğrultusunda kurallara bağlanabilir.

Gasil

Sözlükte yıkama anlamına gelen gasil, ilmihalde daha çok cenâze yıkanması için kullanılmaktadır. Ölen bir Müslüman’ı yıkamak, kefenlemek, onun için namaz kılıp dua etmek ve kabre gömmek Müslümanlar için farz-ı kifayedir*.

Cenâzenin bir an önce yıkanması, kefenlenip hazırlanması ve defnedilmesi müstehaptır. Cenâzeyi yıkamak için önce teneşir denilen yüksekçe bir yere, ayakları kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırılır. Göbeğinden diz altına kadar olan avret yeri bir örtü ile örtülür ve elbisesi tamamen çıkarılır. Ağzına ve burnuna su vermeksizin abdest aldırılır. Sonra üzerine ılık su dökülür. Sonra sabun ile yıkanır. Sonra sol yanına çevrilerek sağ tarafı, daha sonra da sağ tarafına çevrilerek sol tarafı yıkanır. Ölü oturur duruma getirilerek karnına hafifçe bastırılır. Eğer ölüden bir şey çıkarsa yıkanıp giderilir, yeniden yıkanması ve abdest aldırılması gerekmez.

Her yıkayış üç defadan az olmamalı, gereksiz yere su israf edilmemelidir. Dağılacak şekilde bozulmuş olan cenâzenin sadece üzerine su dökülmekle yetinilir. Ölüyü kendisine en yakın akrabasının yıkaması iyidir. Ölü yıkandıktan sonra bir bezle kurulanır ve kefenlenir. Başına ve sakalına güzel koku sürülür, secde yerlerine kâfur dökülür.

Ölünün adeta yeni doğmuş gibi yıkanması, bir yönüyle yeniden doğuşu sembolize etmekte; başka bir yönüyle de fanî yolculuğun, yani dünya hayatının kendi üzerinde bıraktığı kir, toz ve bulaşıkları gidermeyi temsil etmektedir.

Gasp

Başkasına ait bir malı sahibinin veya yetkilisinin izni olmaksızın zor kullanarak almak anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bir yerde geçen gasp kelimesi bu anlamda kullanılmıştır (Kehf 18/79).

Dinlerin ve hukukun korumayı ilke edindiği beş temel değerden biri olan mülkiyet hakkı, İslâm dininde muhterem kabul edilmiş, hırsızlık, gasp gibi buna yönelik tecavüzler şiddetle yasaklanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de; “Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret olmaksızın, birbirinizin malını haram yollarla, haksızlıkla yemeyin.” buyurulmaktadır (Nisa 4/29). Hz. Peygamber de; “Müslüman’ın malı gönül rızası bulunmadıkça helal olmaz” demişlerdir (Şevkanî, Neylü’l-Evtâr, V/316). Vedâ haccı hutbesinde de, bütün insanlığa hitap ederek, “şüphesiz bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise, canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle  muhteremdir, tecavüzden korunmuştur” demiştir(Tecrid IV/412, VI/334, X/389, 395).

Gaspın biri dünyevi diğeri uhrevî olmak üzere iki hükmü bulunmaktadır. Gasp eylemini gerçekleştiren kişi, bilerek bir günah işlediğinden ahiret cezasını hak etmiştir. Hz. Peygamber, “kim bir karış toprak gasp ederse, Allâh kıyamet gününde onu yedi kat yeri onun boynuna geçirir” buyurur (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 2; Müslim, Müskât, 30). Dünyevî hükmü ise, cezanın yanında gasp etmiş olduğu malı tazmîn etmesidir. Malda bir değişiklik olmamış ise, olduğu gibi sahibine iade edilir; malın olduğu gibi iade edilmesi imkanı ortadan kalkmış ise, tazmîn cihetine gidilir. tazmînin şekli ve uygulanacak ceza günün şartlarına göre yapılan yasal düzenlemelerle belirlenir.

Gayr-i Meşru

Dine ve hukuka uygun olmayan, kanun ve dini kurallara aykırı davranışlar anlamına gelmektedir. Haram ve tahrimen mekruhu içeren bir kavramdır. bk. Haram; Tahrimen Mekruh.

Gayr-i Müekket Sünnet

Kelime anlamıyla, kuvvetli olmayan sünnet anlamına gelen gayr-i müekket sünnet kavramı, Hz. Peygamber’in bazen yapmış oldukları sünnetlere denir. İkindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk dört sünneti bu tür sünnetlerdendir. (bk. Sünnet, Mendûb)

Gazi

Din uğruna savaşan, mücahit anlamına gelen gazi, özellikle Türklerde savaşta başarı kazanan kumandanlara, hatta hükümdarlara şeref unvanı olarak kullanılmıştır. Hz. Peygamber’in pek çok hadislerinde gazi ve çoğulu guzât kelimeleri, Allâh yolunda savaşanlar anlamında kullanılmaktadır (bk. Buharî, Humus, 13, Ta’bir 12; Tirmizi, Zekat, 18, Da’vat, 5). Hz. Peygamber’in hadislerinde Allâh yolunda savaşanları övmesi, şehitlik ve gazilik hakkındaki müjde ve haberleri sebebiyle Türk kültüründe, “ölürsem şehit, kalırsam gazi” tabiri ortaya çıkmıştır.

Gedik

Sözlükte eksik, kusur, yıkık yer, duvarda açılan çatlak anlamlarına gelen gedik, Osmanlı hukukunda, imtiyaz ve inhisar esasına dayanan tasarruf hakkı anlamında bir terimdir. Askerî, idarî, hukukî ve iktisadî anlamlar ihtiva eder.

Askerî alanda gedik, savaşçı sınıftan olmadığı halde, terfî ederek subay olabilen topçu ve kale muhafızları gibi askerî sınıfların kadroları için kullanılmıştır. İdarî alanda ise, Osmanlı sarayında belli bir görev ve imtiyaz anlamını taşır. Osmanlıda bazı idarî memur ve hizmetlilerin reisine gedikli denilirdi. Hukukî ve iktisadi alanda ise, başlangıçta vakıf malları ile ilgili olarak ortaya çıkmış, daha sonra ticari hayatta da kullanılmıştır. Hukukî alanda gedik, mukataalı vakıf arazi yahut mîrî arazî üzerinde, bu arazi üzerinde tasarruf sahibi olan şahsın yapmış olduğu ve kendisine devamlı tasarruf ve kiracılık hakkı veren mülk bina, ağaç ve benzeri şeylere denir. Bunun yanında vakıf gayrimenkullarının sürekli kiracısı olma hakkını veren, dükkanların tamiri de bu çerçevede mütalaa edilmiştir. Vakfın malî yetersizliği sebebiyle harap hale gelen vakıf dükkanlarını işler hale getirmek için, kiracı tamirini üstlenir, buna karşılık da dükkana hakk-ı karârı bulunan alet ve edevatını yerleştirir ve senelik cüz’î bir kira bedeli ile devamlı kiracısı olur. Böyle bir sözleşmede, yerleştirilen malzemeye gedik, gayrimenkula da gediğin mülkü denilmiştir. Vakıf mallarının bu şekilde tahsis edilmesinin kabulünden sonra gedik hakkı, devamlı tasarruf hakkı anlamının yanında, ticarette inhisar, imtiyaz ve bir çeşit patent hakkı manasını da ifade etmeye başlamıştır.

Götürü Satış

Bir şeyi tartmadan, saymadan veya ölçmeden satmak yahut satın almak demektir. bk. Cüzâf.

Gurre

Sözlükte atın alnındaki beyazlık, bir şeyin başlangıcı ve göze ilk çarpan kısmı, bir şeyin en iyisi, en değerlisi, yüzdeki güzellik ve parlaklık anlamlarına gelen gurre, bir fıkıh terimi olarak, düşürülen ceninden dolayı verilmesi gereken malî tazmînatı ifade eder.

Müessir bir fiil, tehdit, korkutma veya ilaç kullanma sonucunda ceninin düşmesi halinde, gurre ismi verilen bir tazmînat ödenir. Hz. Peygamber’in uygulamasından hareketle 1/5 diyet, yani 5 deve veya 50 dinar (200,45 gr. altın) olduğu kabul edilmiştir (Ebû Davud, Diyât, 19; Tirmizî, Diyât, 15). Ceninin düşmesine neden olan kişinin, ceninin annesi, babası veya başka bir kişi olması arasında fark yoktur. Ceninin düşmesini kastedip etmemesi de hükmü değiştirmez. Hanefîlere göre gurre, ceninin düşmesine sebep olan kişinin akılesi* tarafından ödenir.

Düşürülen ceninden dolayı gurre ödenmesi için ceninin ölü olarak düşmesi, organlarının kısmen de olsa belirmiş olması ve annenin bu esnada hayatta olması gerekir. Cenin sağ olarak doğduktan sonra ölürse, gurre değil tam diyet ödenmesi gerekir. Çocukla birlikte anne de ölürse, iki tam diyet ödemesi gerekir.

Gurre ceninin mirası kabul edilir ve miras hukuku hükümlerine göre mirasçılarına taksim edilir. Ancak ceninin düşmesine neden olan kişi mirasçılar arasında ise, bu mirastan hisse alamaz.

Gusül

Sözlükte yıkanmak anlamına gelen gusül, ıstılahta, cünüplük*, hayız* ve nifas* gibi hükmî kirlilik halinden kurtulmak için gerekli olan dinî temizlik demektir. Kur’an-ı Kerim’de, “eğer cünüp iseniz, iyice temizlenin (yıkanın)” buyurulmaktadır (Nisa 4/43; Maide 5/6). Hz. Peygamber’in hadis ve uygulamalarıyla da, cünüplük halinde veya hayız ve nifas sonrasında gusletmek farz kılınmıştır (Buharî, Gusül, 28; Müslim, Hayız, 87, 88; İbn Mace, Taharet, 111; vd.).

Guslün üç farzı vardır; ağzın içini yıkamak, burnun içini yıkamak ve bütün vücudu hiç kuru yer kalmayacak şekilde yıkamak. Gusletmek isteyen kimse önce besmele çekerek niyet eder. Ellerini yıkar, vücudunda bir necaset var ise onu temizler, avret yerlerini yıkar. Sonra sağ eli ile üç defa ağzının içini iyice çalkar, daha sonra üç defa burnuna su çekerek temizler ve namaz abdesti gibi abdest alır. Sonra da, hiç kuru yer kalmamasına dikkat ederek bütün vücudunu yıkar. En son da ayaklarını yıkayarak guslünü tamamlar. Kaplama veya dolgu diş gusle zarar vermediği gibi, elde olmadan kıl diplerinin, kabuk altlarının kuru kalması da gusle mani değildir.

Bedeninin herhangi bir yerinde sargı bulunan kişi, bu sargıyı çıkararak yıkanır; yıkamak altındaki yaraya zarar veriyor ise sargının üstüne mesheder. Bu da zarar veriyorsa, yıkaması veya meshetmesi gerekmez.

– H –

Hac

Kelime olarak Allah’a yönelme, günahlardan arınma, Hak yolunda feragat gösterme, meşakkatleri göğüsleme ve dinin özüyle temasa geçme manasına gelen hac, terim olarak, Mekke’de bulunan Kabe’yi ve civarındaki kutsal olan özel yerleri, belirli vakti içinde, usulüne uygun olarak ziyaret etmek ve yapılması gereken diğer menasiki yerine getirmek anlamına gelmektedir. İslâm’ın beş esasından biri olan hac, Hicretin 9. yılında farz kılınmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de; “Gitmeye gücü yetenlerin Kâbe’yi ziyaret etmeleri, Allâh’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır” buyurulmuştur (Al-i İmran 3/97). Hz. Peygamber de; “İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Elçisi olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Kâbe’yi ziyaret etmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.” buyurmuştur (Buharî, İman 2; Müslim, İman 5). Ayrıca hadislerinde haccın önemini ve yararlarını belirtmiş; nasıl yapılacağını fiilen göstermiştir.

Gücü yeten, yani sağlık ve servet yönünden haccetme imkanına sahip, hür, akıllı ve buluğ çağına erişmiş Müslüman’ların, ömürlerinde bir defa haccetmeleri farzdır. Bu şartları taşıyan kişinin, imkan elde edince, geciktirmeden bu farzı yerine getirmesi gerekir. Hayatında bir defa hac yapmış olan Müslüman’ın bir daha haccetmesi gerekmez.

Yapılış şekli bakımından hac üçe ayrılır; ifrat haccı, kıran haccı ve temettu’ haccı. (bk. İfrat Haccı; Kıran Haccı; Temettu’ Haccı).

Hacamât

Emmek anlamındaki hacm kökünden türeyen hacamat, sağlığı koruma veya tedavi amacıyla kan almak anlamına gelmektedir. Kan aldırmaya ihticam, kan alan kimseye haccâm denir. Hacamat yoluyla kan alınmak veya kan toplamak istenen yere, ateşle içinin havası boşaltılan cam bir fanus kapatılır. Böylece içinin havası boşaltılan fanusun emmesiyle kan burada toplanır. Şayet sadece kan toplanması değil de kan alınması amaçlanırsa, deride çizikler yapılarak bu işlem yapılır.

Tıp tarihinde uygulanan bu kan alma veya kanı bir yerde toplama metodunun, tecrübelerin artması, hastalıkların sebebi ve tedavi şekliyle ilgili bilgi ve imkanların değişmesiyle yanlışlığı ortaya çıkmıştır. Ancak bu tedavi yöntemi, halk arasında yakın zamanlara kadar yapılmaya devam etmiştir. Uygulanan yöntemin yanlışlığı yanında, hijyenik olmayan ortamda ve steril olmayan aletlerle bu işlemin yapılması, tıp bilgisi bulunmayan kimseler tarafından icra edilmesi sağlık açısından önemli tehlikeler doğurabilecektir. Özellikle şeker hastalığı ve homofili gibi hastalıklarda hayati tehlike arz eden sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu nedenle, tedavinin böyle ilkel yollarla değil, modern tıp yöntemiyle yapılması yerinde olacaktır.

Hacb

Sözlükte örtmek, engellemek anlamlarına gelen hacb, İslâm miras hukukunda, bir mirasçının, ölen kimseye kendisinden daha yakın mirasçı bulunması sebebiyle miras hakkından mahrum olmasını ifade etmektedir.

Mirastan belirli bir pay sahibi olan mirasçıların (ashab-i ferâiz*), ölen kimseye kendisinden daha yakın bir hısımının bulunması halinde, ya mirastaki payları azalır, ya da tamamen mirastan mahrum kalır. Mirastaki payının azalmasına hacb-i noksânî, tamamen mirastan mahrum kalmasına da hacb-i hirmânî denir. Ashab-i ferâizin mirastaki hisselerini aldıktan sonra kalanı alan yakın kan hısımları (asabe*) ise, ölene kendilerinden daha yakın bir asabenin bulunması halinde, mirastan tamamıyla mahrum kalırlar. Ancak asabe sınıfına giren baba ve babanın babası bundan istisna edilmiştir. Bunlar oğul veya oğlun oğlu ile birlikte bulunduğunda asabelik sıfatlarını kaybederler, ancak ashab-i ferâiz olarak mirastan pay alırlar. İslâm miras hukukunda ölenin çocukları, eşi ve anne-babası, onun en yakınlar sayıldığından aralarına daha yakın bir akrabanın girmesi düşünülemez. Bu sebeple de, bu kişiler için hacb-i hirmânî söz konusu değildir; ancak hacb-i noksândan söz edilebilir.

Hacir

Sözlükte engellemek, kısıtlamak, yasaklamak anlamına gelen hacir, İslâm hukuku terimi olarak, kişinin sözlü tasarruflarından men edilmesi veya mali tasarruflarından men edilmesi şeklinde tarif edilmiştir. Bu tariften de anlaşıldığı gibi, kişi hacredilmekle medenî haklardan istifade etme ve onları kullanma ehliyetini kaybetmiş olmaz, sadece elinde mevcut haczi caiz mallarında, özellikle alacaklılara zararlı olacak tasarruf yetkisi elinden alınmış veya kısıtlanmış olur. Hacir tedbiri konulan kimseye mahcûr denir.

Hacir, mahcûrun veya üçüncü şahısların yararlarının korunmasına yönelik bir tedbir olup, sebepleri; çocukluk, akıl hastalığı, bunama, sefahet, borç, kölelik ve ölüm hastalığı şeklinde sıralanabilir. Küçük, deli, bunak ve malını saçıp savuran sefihin hacredilmesi kendi yararını korumak sebebiyle; borçlu ve ölüm hastasının tasarruflarının kısıtlanması ise üçüncü şahısların haklarını korumak sebebiyledir.

Kendisini mali yönden korumak amacıyla hacir altına alınan küçük, deli, bunak ve sefihin tamamen kendi zararına olan tasarrufları geçersizdir; hibenin kabulü gibi tamamen yararına olan tasarrufları geçerli; diğer tasarrufları ise velî veya vasîsinin iznine tabidir.

Alacaklıların korunması gayesiyle, borçlunun hacir edilmesi Ebû Hanife’nin dışında kalan fakihlerce kabul edilmiştir. Borç nedeniyle hacir konulabilmesi için, alacaklıların talebi üzerine hakim kararı alınması gereklidir. Borç sebebiyle hacir, borçlunun ağır borç yükü altına giren müflis olması veya ödeme gücü bulunduğu halde borcunu ödememesi halinde söz konusudur. Hanefîlerden Ebû Yusuf, Muhammed ile, İmam Malik ve Şafiî’ye göre, alacaklılarının talepte bulunması halinde hakim, müflis borçluyu hacreder; alım-satım, tasarruf ve ikrardan men eder. Mirasçıların korunmasına matuf olarak, ölüm hastalığında bulunan kişinin tasarrufları ile kişinin malının 1/3’ünden fazlasını vasiyet etmesi kısıtlanmıştır. Bunların tasarrufları, mirasçılarının iznine bağlıdır. (bk. Maraz-i Mevt)

Haciz

Sözlükte menetmek, iki şeyin arasını ayırmak anlamına gelen haciz, bir alacağın ödenmesini sağlamak için, alacaklı lehine, yetkili organlar tarafından, borçlunun para, mal veya haklarına hukuken el konulmasıdır. İslam Hukukunda, borçlunun haciz edilebileceği konusunda mezhepler ittifak etmiş olmakla birlikte, şartları ve hangi durumlarda haciz uygulanacağı hususunda hacizle ilgili farklı görüşler bulunmaktadır.

Maliki ve Şafiî mezheplerinde, deyn borçları için cebri icra ilk önce borçlunun mallarına yöneliktir. Hapis ise ikinci derecede bir cebri icra tedbiri kabul edilmiştir. Bu görüş, hem sonuca ulaşmak açısından, hem de ekonomik olması açısından daha uygundur. Hz. Peygamber’in ve Hz. Ömer’in uygulamaları da bu doğrultudadır.

İslam Hukukçuları, borçlunun zaruri, asli ihtiyaçlarını giderecek mallarına haciz konmayacağı konusunda ittifak etmişlerdir. Buna göre, oturduğu eve, giyim ve ev eşyalarına, meslekleriyle ilgili araç ve gereçlerine haciz konulamaz. Bununla birlikte asli ihtiyaçlar, örf-adet, zaman, muhit ile borçlunun durumuna göre değişebileceğinden, bunun tayin ve tespitinin, hakimlerin takdirine bırakılması yerinde olacaktır.

Had Cezaları

Sözlükte sınır çizmek, tarif etmek, iki şeyi birbirinden ayırmak, ceza tatbik etmek, sınır, tanım gibi anlamlara gelen had, bir fıkıh terimi olarak miktar ve keyfiyeti nasslarla belirlenmiş cezaî müeyyideler demektir. Çoğulu hudûddur.

Kur’an-ı Kerim’de on üç yerde geçen had ve hudûd kelimesi, ıstılah manasından çok genel anlamında kullanılmış; Allâh’ın koyduğu ölçüler, çizdiği sınırlar, emir ve yasakları kastedilmiştir (Bakara 2/229; Nisa 4/14; Tevbe 9/112; Talak 65/1). Hadislerde de had kelimesi, daha çok sözlük anlamında olarak ve Kur’an’daki muhtevasını yansıtacak şekilde yer almaktadır.

İslâm ceza hukukunda müeyyideler, kısasdiyet, had ve ta’zîr şeklinde üçlü bir tasnife tabi tutulur. Hadler, genelde Allâh hakkı, yani kamu hukuku olarak yerine getirilmesi gerekli olan, miktar ve keyfiyeti nassla belirlenmiş cezâî müeyyidelerdir. Bu müeyyideleri gerektiren suçlara da had suçları denir. Kur’an-ı Kerim’de bu türden dört ceza geçmektedir: a) Zina eden erkek ve kadına 100 celde (Nur 24/2); b) iffetli kadına zina iftirasında bulunana, 80 celde ve şahitliğinin kabul edilmemesi (Nur 24/4); c) hırsızın elinin kesilmesi (Maide 5/38); d) silahlı gasp, yol kesme ve eşkıyalık gibi suçları işleyenlerin öldürülmeleri, asılmaları, el ve ayaklarının çapraz kesilmesi veya sürgün (Maide 5/33-34).

Had cezalarında amaç, suçluyu te’dip ve ıslah etmek, suçun işlenmesi ve tekrar edilmesini engellemek ve kamu hukukunu ve ortak değerleri koruyup maşeri vicdanı tatmin etmektir. Bu nedenle, devlet başkanı veya onun adına uygulanması gerekir. Bununla birlikte hadlerde, devletin veya suçun mağduru sayılabilecek tarafın af, sulh ve şefaat yetkisi bulunmamaktadır. Ancak, suçun kesin olarak ispatı gerekir, bir şüphe bulunduğunda had tatbik edilmez.

Hades

Bazı ibadet ve fiillerin yapılmasına engel olan hükmî kirliliğe hades denir. Abdestsizlik ve cünüplük hali hades olarak nitelendirilir. Namazın altı şartından (dışındaki farzları) birisi olan hadesten taharet tabiriyle, bu hükmî kirlilikten temizlenmek kastedilir.

Hades biri küçük ve diğeri büyük olmak üzere ikiye ayrılır; namaz abdestinin olmaması küçük hades, cünüplük, ay halı (hayız*) ve loğusalık (nifas*) ise büyük hades olarak adlandırılır. Küçük hadesten temizlenmek için abdest alınması, büyük hadesten temizlenmek için ise gusledilmesi gerekir. Abdest almak veya gusül için su bulamayan veya bir mazereti sebebiyle kullanamayan kimse teyemmüm* eder.

Abdestsiz olan kişinin, namaz kılması, Kâbe’yi tavaf etmesi ve Kur’an’a dokunması yasaktır. Cünüp olan kimse ise, bunlara ilave olarak, Kur’an okuyamaz ve camiye giremez.

Hafâ

Sözlükte kapalılık anlamına gelen hafâ, fıkıh usulünde harici bir sebepten dolayı lafızda meydana gelen kapalılığa denir. bk. Hafî.

Hafî

Sözlükte kapalı anlamına gelen hafî, bir fıkıh usulü kavramı olarak, haricî bir sebepten dolayı kapsamındaki fertlerin bir kısmına delaletinde kapalılık bulunan lafıza denir. Fıkıhta ise, namazlarda kıraatin gizli yapılması manasına gelmektedir.

Fıkıh usulünde ayet ve hadis lafızları açıklık ve kapalılık yönünden bir tasnife tabi tutulmuştur. Manası kapalı olan lafızlar da kendi arasında, hafî, müşkil*, mücmel* ve müteşâbih* olmak üzere dörde ayrılmıştır. Bunlardan hafî, kapalılık derecesi en az olanıdır.

Aslında ayet ve hadisin lafzında bir kapalılık bulunmamakla birlikte, bir kısım olay veya şeylerin bu nassın kapsamına girip girmediğinde kapalılık mevcuttur. Başka bir ifadeyle hafî, kapsamında bulunması muhtemel fertlerden birine veya bir kısmına delaletinde kapalılık bulunmasıdır. Bu kapalılık, lafzın olaylara tatbiki sırasında ortaya çıkmakta olap çoğunlukla, normal olarak lafzın kapsamında bulunması gereken fertlerden birinin özel ve ayrı bir adlandırma veya hükme konu olmasından kaynaklanmaktadır. Eksik veya fazla bazı özellikleri sebebiyle başka adlar alan bu fertlerin lafzın kapsamına girip girmediği açık değildir. Meselâ; kefen soyucu ve yankesici hırsız sayılıp sayılmayacağında böyle bir kapalılık söz konusudur.

Hafî lafızdaki kapalılık, bu yönde yapılacak bir inceleme ve araştırma ile giderilebilir. Müçtehit, bu konudaki nasslara başvurmak ve hükmün konmasındaki gayeyi göz önünde bulundurmak suretiyle yapılan bir araştırma sonucunda, lafzın manasının kapalılık bulunan fertlerde tam olarak gerçekleştiği kanaatine varırsa, hükmün bunlara da uygulanacağına karar verir; bu kanaate ulaşmazsa, aksi yönde hükmeder.

Kıraatin hafî olarak yapılması, okuyanın kendinin işitebileceği kadar bir sesle okumasıdır. Namazda, Fatiha ve zammu surelerin dili kıpırdatmaksızın ve ses çıkarmadan zihinden geçirilmesi kıraat olarak kabul edilmemiştir. Ancak kıraat ederken yanındakine işittirecek ve onun huşu ve huzurunu bozacak derecede yapması da doğru değildir. Namaz dışında ise, dili hareket ettirmeden Kur’an okumak ibadet olarak kabul edilmiştir.

Cemaatle ve tek başına kılınan namazlarda, öğle ve ikindi namazları ile gündüz kılınan nafile* namazlarda, kıraatin hafî olarak yapılması gerekir. Tek başına kılınması halinde sabah, akşam ve yatsı ile gece kılınan nafile namazlarda kişi serbesttir; dilerse sesli (cehri*), isterse gizli (hafî) okuyabilir. Ancak bu namazların cemaatle kılınması halinde, ayrıca Cuma ve bayram namazlarında imamın sesli olarak okuması vaciptir.

Hakk-ı Civâr

Türkçe’de komşuluk hakkı şeklinde ifade olunan bu hakları, dinî ve ahlâkî yönlerinin yanında, irtifak hakları içerisinde mütalaa edilen hukukî yönleri de vardır.

İslâm dini toplumsal dayanışmaya büyük önem vermiş, bu çerçeveden olmak üzere komşuluk haklarına riayet önemle tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber, “Cebrail bana komşuluk haklarını o kadar tavsiye etti ki, ben komşuyu komşuya varis kılacak sandım.” buyurmuştur (Buharî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140-141). Başka bir hadislerinde de, “komşusu zarar ve kötülüklerinden emin olmadıkça hiçbiriniz hakkıyla iman etmiş olmaz.” demişlerdir (Buharî, Edeb, 29; Müslim, İman, 73). Komşunun malının, canının ve namusunun korunması, komşuya iyi davranılması ve elden gelen yardımın yapılması komşuluk haklarındandır. Ayrıca, komşuya zarar verilecek şeylerden kaçınılması, komşunun akarından istifade etmesini engelleyecek duvar, bina, havuz gibi şeyler yapmaması da bu haklar arasındadır.

Hanefî ve Malikîlere göre komşuluk hakları sadece dinî ve ahlâkî değil, aynı zamanda hukukîdir. Kişilerin kendi mülklerindeki tasarrufları, başkalarına ve özellikle komşularına zarar vermemek kaydıyla sınırlıdır. Komşular birlikte yaşamanın getirdiği küçük rahatsızlık ve zararlara katlanacaklardır. Ancak, binaya zarar vermek, zayıflatmak, yahut akardan elde edilmesi istenen faydayı engellemek gibi önemli ve büyük bir zarar olması halinde dava ve menetme hakkına sahiptirler.

Hakk-ı Mecrâ

Mecrâ suyun aktığı yer demektir. Hakk-ı mecrâ ise, sulama suyunu başkasının akarından geçirme hakkıdır. Göl, ırmak, dere gibi bir sudan akarını sulama hakkı bulunan bir akar sahibinin, kendi akarı ile bu su arasında bulunan araziden irtifak hakkına dayanarak suyu akıtmasına hakk-ı mecrâ denir. Komşu akar sahiplerinin bu hakkı önlemeye yetkileri yoktur. Mecrâ birkaç kişinin arasında ortak ise, bunlardan biri, aşağıdakilerin sulamasını önleyecek şekilde su yolunu kapatamaz. Ancak aralarında anlaşarak nöbetleşe sulamaya razı olurlarsa, suyun tamamını kendi arazilerine çevirebilirler. Bunun yanında arazisi yüksek olduğu için suyun önünü kapatmadıkça sulama yapamayan kişi, ihtiyacını giderecek kadar suyun önünü kapatabilir.

Mecrâların bakım ve temizliğinin masraf ve külfeti, mecranın durumuna göre belirlenmiştir. Fırat, Dicle gibi büyük nehirlerin mecralarının bakım ve temizliği, zararların önlenmesi ve istifade edilebilmesi için gerekli tedbirlerin alınması devletin vazifelerindendir. Belli bir yerleşim bölgesinden geçen akarsu kollarının bakım ve ıslahı bu sudan faydalanan kimselere aittir. Gerekli bakımı yapmadıkları takdirde devletin zorla temizletme yetkisi vardır. Sınırlı sayıda kişinin arazisini sulayan akarsular ise, bu sudan yararlanan kişiler tarafından bakım ve temizliği yapılır. Bunlar bakım yapmadıkları takdirde, zorlanmazlar.

Hakk-ı Mesîl

Mesîl, suyun aktığı yer, geçtiği yol demektir. Hakk-ı mesîl ise, yukarıdaki akardan ihtiyaç fazlası suyun, saçak sularının veya atık suların umumî su yollarına veya kanalizasyona ulaştırmaya yarayan su yolları veya kanalların aşağıdaki akardan geçirilmesi hakkıdır. Bu suların akıtıldığı yerler, açık, kapalı, kanal, künk, boru ve benzeri şekillerde olabilir. Önemli bir zarar meydana gelmediği müddetçe men edilemezler. Akarın sahibinin değişmesi veya kullanım şeklindeki değişiklikler mesîl hakkını ortadan kaldırmaz. Bu kanaların ıslah ve bakımı, bu haktan istifade eden kişiye aittir. Diğer arsa sahipleri bakımın yapılmasına izin vermek veya kendisi yaptırıp masrafını almak durumundadır.

Hakk-ı Mürûr

Mürûr Arapça’da geçiş demek olup, hakk-ı mürûr geçiş hakkı anlamına gelmektedir. Bir akar sahibinin kendi akarına ulaşabilmesi için bir başka akardan geçmek mecburiyetinde olması halinde, bir geçiş irtifak hakkı vardır. Ayrıca umuma ait yollardan herkesin geçme hakkı vardır.

Umuma açık yolların kıyısındaki evlerin sahipleri diledikleri kadar yola bakan pencere ve kapı açabilirler. Ancak yolda yapılan veya yola uzanan, bu sebeple de halkın zarar görmesine sebep olan yapı ve benzeri şeyler yıktırılır. Bu konuda günümüzde imar mevzuatı doğrultusunda belediyeler yetkilidirler. Belli şahısların özel mülkü olan veya çıkmaz sokaklar hususî yol olarak kabul edilmiştir. Buraya sahip olanların veya kullananların sokağı kapatma veya satma yetkileri yoktur. Umumî veya hususî yol mahiyetinde olmayan, bir akarın diğeri üzerindeki geçiş hakkı, bu hakkı ortadan kaldıracak hukukî bir sebep bulunmadıkça engellenemez.

Hakk-ı Şefeh

Şefeh kelimesi sözlükte dudak anlamına gelir. Hakk-ı şefehin kelime manası da, dudak hakkı demektir. Bir fıkıh terimi olarak ise, İnsanların ve hayvanlarının su içme hakkı ile yemek pişirmek, abdest almak, gusletmek, çamaşır yıkamak gibi ev ihtiyacı için su alma hakkını ifade etmektedir. Aynı hak için, hakk-ı şürb tabiri de kullanılmaktadır.

Bu haklar bakımından sular dörde ayrılmaktadır: a) Umuma ait olan ırmak, nehir, çay, dere gibi sulardan herkesin su alma ve sulama hakları vardır. b) Özel dereler ile ark, kanal gibi yerlerden akan sulardan kendisinin su içme ve hayvanını suvarma hakkı vardır; ancak sahibinin izni olmaksızın arazisini sulama hakkı yoktur. c) Bir kimseye ait havuz, kuyu ve çeşme sularından da kendisinin su içme ve hayvanını suvarma hakkı vardır. Ancak bu su kaynakları kişinin mülkü içinde ve su isteyenin arazisine girmesini istemiyorsa, suyu kendisi talepte bulunana getirmesi gerekir. Hatta mülk sahibi suyu vermekten kaçınırsa, başka yakınlarda da su yoksa, ihtiyacı olan bu kişinin zorla suyu alma hakkı vardır. d) Su bu kaynaklardan alınıp da su kabı, sarnıç, depo gibi bir yere alınmışsa, özel mülkiyet altına girmiş olur ve artık bundan kimsenin sahibinin izni olmaksızın ne sulama, ne de içme, hayvanını suvarma gibi ihtiyaçlar için su alma hakkı vardır. Ancak hayatî tehlikeye maruz kalan kişi, sahibinin izni olmaksızın bu sudan alabilir.

Su alma veya sulama hakkı bulunan kişinin, bu hakkını kullanırken mal sahiplerine ve diğer hak sahiplerine zarar vermemeleri gerekir.

Hakk-ı Şirb

Ziraî mahsulleri sulamak veya belirli bir sudan sırayla belirli bir müddet kullanma hakkıdır. Bu hak, umuma ait olan ırmak, nehir, çay, dere gibi akarsular ile göl, gölet gibi durgun sularda söz konusudur. Sulama kanalları da buna dahil edilebilir. Özel mülkiyet içerisindeki dere, ark, kanal, havuz, kuyu ve benzeri yerlerden arazi sulaması ancak sahibinin iznine bağlıdır.

Hakk-ı Şürb

İnsanların ve hayvanlarının su içme hakkı ile yemek pişirmek, abdest almak, gusletmek, çamaşır yıkamak gibi ev ihtiyacı için su alma hakkını ifade eder. Hakk-ı şefeh tabiri de kullanılmaktadır. bk. Hakk-ı Şefeh.

Hakk-ı Teallî

Türkçe’de kat hakkı veya üst kat hakkı şeklinde ifade edilebilecek olan hakk-ı teallî, çok katlı binalarda ikamet edenlerin birbirlerine karşı hakları anlamına gelir. Binayı yıkmak veya tahrip etmek suretiyle diğerine zarar veremez. Katlardan birinin yıkılması veya yanması halinde, alt veya üst kat malikinin irtifak hakkı ortadan kalkmaz. Gerek bu mal sahipleri ve gerekse varisleri aynı hakları kullanarak binalarını eski düzen üzere kurabilirler.

Kat malikleri binayı zayıflatacak, ona zarar verecek şekilde tasarrufta bulunamazlar; yapmaya kalkışırsa men olunurlar. Binaya herhangi bir zarar vermeyen tasarrufları yapmakta serbesttirler. Zararlı olup olmadığı kesin olarak bilinmeyen tasarruflarda ise alimler ihtilaf etmişlerdir. Ebu Hanife’ye göre bu tasarruflar caiz değildir, Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre ise caizdir. Günümüzde, yapılacak tasarrufun binaya zarar verip vermeyeceği konusunda mühendislere başvurması ve gerekli izinleri alması daha yerinde olacaktır.

Haksız Fiil

Hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar veren fiile haksız fiil denir. Haksız fiil borç kaynaklarından birisi kabul edilmiş olup, zararı veren tazmînle sorumludur. Haksız fiil sorumluluğu, akit dışı, hukuka aykırı, kusurlu bir davranışla bir kimseye verilen zararın giderilmesi demektir. İslam hukukunda haksız fiil sorumluluğu iki şekilde ortaya çıkar; mübaşereten (doğrudan) zarar doğuran haksız fiil ve tesebbüben (sebebiyet yoluyla) zarar doğuran haksız fiil.

Haksız fiilin unsurlarını; davranış, zarar, uygun illiyet bağıntısı, kusur ve hukuka aykırılık oluşturmaktadır.

Haksız fiil sorumluluğunun gerçekleşmesi için, meydana gelen zararı bir insan davranışı oluşturması ve hukuka aykırı olması gerekir. Hukuka aykırılık ise, kişilerin mal ve şahıs varlıklarını doğrudan doğruya veya dolaylı bir şekilde koruma amacı güden, yazılı ya da yazılı olmayan emredici davranış kurallarının ihlalidir. Hukuka aykırılığın iki şartı vardır: a) davranışın, zarar vermeyi yasaklayan veya zarar vermeyi önlemek amacıyla belirli bir davranışı emreden bir hukuk normuna aykırı olması; b) hukuka uygunluk sebeplerinin bulunmamasıdır. Hukuka uygunluk sebepleri ise; hakkın kullanılması, hak sahibinin izni, kamu yetkisinin kullanılması veya salahiyetli makamın izni ve zarurettir.

Haksız fiilden doğan zarar maddi veya manevî zarar olabilir. Maddi zarar; Bir kimsenin iradesi dışında malvarlığında meydana gelen eksilmeye denir. Haksız fiil sorumluluğunda, tazmînât için, zararın fahiş olması gerekmez, aksine haksız fiillerin meydana getirdiği zararda azlık ve çokluk farkı bulunmaksızın tazmînât söz konusudur. Manevî zarar ise; bir kişinin, kişiliğini, yani şahıs varlığını oluşturan hukuki değerlerin saldırıya uğraması dolayısıyla uğramış olduğu objektif eksilme ve kayıplardır. İslam hukukunda, fakihlerin çoğunluğuna göre, manevî zarar sebebiyle tazmînâta hükmedilemez. Zira maddi tazmînâtın, manevî zararı karşılaması mümkün değildir.

Zararı doğuran fiili birkaç kişi beraberce işlemiş iseler sorumlulukları ortak ve eşittir. Ancak faillerden biri doğrudan zarar veren fiili, diğeri de sebebiyet veren bir fiili işlemişse, sorumluluk doğrudan zarar veren fiilin failine yüklenir.

Gerek şahsa ve gerekse mala yönelik haksız fiillerde, daha ziyade gerçekleşmiş zararın tazmîni cihetine gidilmiş; gerçekleşecek zararlardaki belirsizlik nedeniyle fakihler tazmîn edilmesi gereken zarar olarak görmemişlerdir. Haksız fiil neticesinde zarar gören malın mislî olması halinde, misliyle; mislî olmaması halinde de kıymetiyle tazmîn edilir.

Haksız Kazanç

Modern hukuk literatüründe, haksız iktisap, sebepsiz zenginleşme, sebepsiz iktisap tabirleri de kullanılan haksız kazanç, hukukî bir sebebe dayanmaksızın bir şahsın mal varlığının, başka bir mal varlığı aleyhine çoğalması demektir. Haksız iktisabın meydana gelmesi için, meydana gelen çoğalmanın meşru herhangi bir nedene dayanmaması ve bu artış ile diğer mal varlığındaki azalma arasında sebep sonuç ilişkisi bulunması gerekir; istifadenin kusurlu olup olmadığına bakılmaz. Borcu olmadığı halde borcu olduğunu zannederek ödemede bulunması, başkası adına zorunlu olarak ödeme yapılması, buğday gibi ayrılması mümkün olmayan iki malın birbirine karışması haksız iktisaba örnek teşkil etmektedir.

İslâm dininde hukukî ve medenî muamelelerde rıza prensibine önem verilmiş, izni ve rızası olmadan başkasının malının alınması veya tasarrufta bulunulması yasaklanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de, “mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin” buyurulmaktadır (Bakara 2/188; Nisa 3/29). Hz. Peygamber de, “gönül rızası olmadıkça bir Müslüman’ın diğer bir Müslüman’ın malını yemesi helâl değildir” (Müsned, V/72,113); başka bir hadisinde de, “şüphesiz bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise, canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle  muhteremdir, tecavüzden korunmuştur”  (Tecrid IV/412, VI/334, X/389, 395) buyurmuştur.

Başkasına ait bir malı haklı bir sebep olmaksızın iktisap eden veya böyle bir işlem sonucu mal varlığı artan kimse, aldığı şeyi sahibine iade etmekle yükümlüdür. Malında eksilme olan kişinin de bunu talep etme hakkı vardır. İktisap edilen malda bir değişiklik olmamış, aynen mevcut ise sahibine iade edilir. Aynen iade edilmesi mümkün olmaması halinde, mislî mallardan ise misli, mislî mal değil ise kıymeti mal varlığında azalma olana verilir. Zenginleşme konusu bir mal değil de, malın menfaati veya hizmetten yararlanma ise, bu menfaat veya hizmetin piyasa değerinin (ecr-i misil*) ödenmesi gerekir.

Halef (Halefiyyet)

Sözlükte bir şeyin yerine geçen şey, bedel; sonraki nesil veya kişi gibi anlamlara gelen halef, İslâm hukukunda aslın zıttı olarak, aslın yerine geçen manasına kullanılmaktadır. Meselâ, hastalık veya su bulunmaması sebebiyle abdest veya gusül alma imkanı olmaması halinde teyemmüm bunların halefi olarak yerine geçer. Aynı şekilde müvekkilin yerine iş gören vekil, onun halefidir. Aslın yerine geçme işine de halefiyyet denir.

Genel olarak, aslın ifası mümkün olmaması halinde halefi onun yerine geçer. Gasp edilen malın aynen iadesi mümkün olmaması halinde misli veya kıymetinin verilmesi bu çerçevedendir. Aynı şekilde, namazın vaktinde iadesi mümkün olmaması; abdest veya gusül alma imkanı bulunmaması halinde bunların halefi olan kaza veya teyemmüm yerlerine geçebilir. Halefiyet şahsî, aynî ve küllî, cüzî şeklinde tasnif edilmektedir. Şahsî halefiyet, bir hukukî ilişkide, bir kimsenin başka birinin yerine geçmesi, onun yerine kaim olmasıdır. Kefil, vekil bu tür bir halefiyettir. Aynî halefiyet ise, bir malın diğerinin yerine kaim olmasıdır. Buna ikame prensibi de denir. Küllî halefiyet, mirasta olduğu gibi bir mâmelekin tamamının bir başkasına intikal etmesidir. Cüzî halefiyet ise, belirli bir malın başkasına intikal etmesidir. Miras hukukunda belirli bir malın vasiyet edilmesi halinde, bu malı alan kişi cüzî haleftir.

Halîfe

Sözlükte başkasının yerine geçen, onun adına görev yapan kimse anlamına gelen halîfe, dini literatürde, devlet başkanı, en yüksek yönetici demektir. Bunun yanında tasavvufta, şeyhi adına irşat faaliyetinde bulunan ve ölümünden sonra yerine geçen kimse; insân-ı kâmil anlamlarına gelmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de insanın yeryüzünde halife olduğuna dair ayetler bulunmaktadır (Bakara 2/30; En’am 6/165; Neml 27/62). İbn Mes’ud’un da kabul ettiği bir görüşe göre, Hz. Adem ve insanlar yeryüzünde hükmettiği için Allâh’ın halifesi olmuştur. “Ey Davûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet” (Sad 38/26) mealindeki ayet de bu görüşü desteklemektedir.

Tasavvufta, bu görüşten hareketle, takva sahibi temiz ve seçkin kullar için Allâh’ın halifesi tabirini kullanmışlardır. Ayrıca tarikatlar döneminde şeyhin, kendi adına müritleri terbiye ve irşat etme yetkisi verdiği mensuplarına da halife denilmiştir. Tarikat şeyhi vefatından sonra yerine geçecek vekilini belirler; bu durumda müritlerin bu emre uymaları gerekir. Şeyh efendi halifesinin ismini vermeden vefat ederse, mürit ve halifeleri toplanıp onun yerine geçecek olan zatı belirlerler. Mevlevîlikte ise, halifelik, şeyhlik ve dervişlik gibi bir makamdır.

Dini literatürde halife denilince daha çok devlet başkanı, en yüksek yönetici anlaşılmaktadır. Halife ve hilafet tabiri, Hz. Peygamber’in vefatından sonra, onun yerine devlet başkanı olarak geçenler için, Hz. Peygamber’in yerine geçerek dini koruyan, dünya işlerini düzenleyen anlamında kullanılan bir ıstılahtır. Halife tabirinin yanında, emîru’l-mü’minîn, imâm gibi adlar da verilmiştir.

Klasik fıkıh kitaplarında halife veya devlet başkanının seçim, tayin veya tespit yollarından en başta geleni bey’at usulü olarak gösterilmektidir. Seçme ehliyetine sahip kişilerin, seçilme ehliyetini haiz bir kimseyi seçip ona sadakatlerini bildirmeleri şeklinde yapılır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ashap, Benî Saide denilen yerde toplanarak devlet başkanlığı konusunda görüşmüşler ve Hz. Ömer’in teklifi ile Hz. Ebu Bekir’e bey’at etmişlerdir.

Kur’an ve hadislerde devlet başkanının seçimi konusunda açık bir hüküm bulunmamaktadır. Bu nedenle, seçim usulü ve şartları zamanın şartlarına göre düzenlenebilir.

Hamr

Sözlükte örtmek, gizlemek, mayalamak gibi anlamlara gelen hamr, aklı örttüğü için özelde şarap için, genelde bütün sarhoşluk veren maddeler için kullanılmaktadır.

İslâm geldiği dönemde çok yaygın bir şekilde kullanılan içki, bir kerede yasaklanması halinde insanların alışkanlıklarından hemen kurtulamayacakları dikkate alınarak tedricen dört merhalede yasaklanmıştır. İlk önce içki, güzel rızktan ayrılmış (Nahl 16/67); ikinci olarak kesin bir şekilde yasaklanmamakla birlikte içkide büyük günah  ve faydalar bulunduğu, ancak zararının daha büyük olduğu belirtilmiş (Bakara 2/219); üçüncü olarak sarhoş iken namaza yaklaşmak yasaklanmış (Nisa 4/43) son olarak da kesin bir şekilde haram kılınarak şeytan işi pislikler olduğu bildirilmiştir (Maide 5/90).

Hz. Peygamber de, “çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır” (Tirmizî, Eşribe, 3); “içkiden sakının, çünkü bütün pisliklerin anasıdır” (Camiu’l-Usul fî Ehadîsi’r-Rasûl, V/103) buyurmuştur.

İçkinin haram kılınmasında pek çok hikmetler bulunmaktadır. İçki, insanlar arasına kin ve düşmanlık sokabilmekte, Allâh’ı anmaktan ve namazdan alıkoymaktadır. Yüce Allâh içkiyi yasakladığı ayette, “Şeytan, içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” buyurmaktadır (Bakara 2/91). İçki, insanı diğer canlılardan ayıran ve mükellef yapan özelliği olan aklını örtmektedir. Bu sebeple, can ve mal kaybına sebep olan ve pek çok kimsenin sakat kalması sonucunu doğuran trafik kazalarının önemli bir kısmını alkollü sürücüler yapmaktadır. Sinir sistemini bozduğu için, cinayetlere varan kavgalara yol açmaktadır. İçki boşanmalara kadar varan aile huzursuzluklarına sebep olmaktadır. Bunun yanında, insan sağlığını olumsuz yönde etkilemekte, mide ve karaciğer başta olmak üzere iç organlarında tahribata neden olmaktadır. Bu nedenle Hulefâ-i Raşîdîn döneminden itibaren, sarhoşa hadd cezası tatbik edilmesi kabul edilmiştir.

Hanbelî Mezhebi

Dört büyük fıkıh mezhebinden birisi olan Hanbelî mezhebi, büyük hadisçi ve fakih Ahmed b. Hanbel’in görüşleri etrafında oluşmuştur. Mezhep İmamının yaşadığı dönem ve mezhepleşme süreci bakımından Hanefî, Malikî ve Şafiî mezhebinden sonra ortaya çıkmış dördüncü büyük Sünnî mezhebidir. Bu mezhebe mensup olan fakihlere ve bu mezhebin görüşüyle amel eden kişilere Hanbelî denir. Hanbelî mezhebi halen, başta Hicaz bölgesi olmak üzere Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’da yaygındır.

Hanbelî mezhebinin hüküm çıkarmada kullandığı kaynak ve deliller konusunda diğer fıkıh mezhepleri ile aralarında önemli bir ayrılık bulunmamaktadır. Şer’î hükümlerin kendisinden çıkarıldığı kaynaklar içinde ilk sırayı ayet ve hadisler oluşturmaktadır. Bundan sonra hüküm çıkarmada, sahabe fetvaları, zayıf hadisler, maslahat ve kıyas kullanılmaktadır.

Hanefî Mezhebi

Sünnî fıkıh mezheplerinin tarih itibarıyla birincisi olan Hanefî mezhebi, ismini kurucusu sayılan büyük fakih İmam-ı Azam Ebû Hanife’den almaktadır. Mezhep imamı Ebû Hanife’nin asıl ismi Numan b. Sabit olup, “İmam-ı Azam” (büyük imam) lakabıyla anılır. Bu mezhebe mensup fakihlere ve bu mezhebin görüşüyle amel edenlere Hanefî denir. Günümüzde Türkiye, Türkistan, Afganistan ve Balkanlar’da bu mezhep çok yaygındır. Hindistan ve Pakistan’da ise, Hanefî mezhebinin tek mezhep olduğu söylenebilir.

Ebû Hanîfe, hocaları tarafından kendisine intikal ettirilen önceki nesillere ait fıkhî görüşleri, rivayetleri ve ilmî mirası, içinde bulunduğu devrin şartlarını ve insanların ihtiyaçlarını dikkate alarak, dinin genel ilke ve amaçları açısından yeniden değerlendirmeye ve sınırlı naslar ile sınırsız olaylar, naklin hükmü ile aklın yorumu, hadis ile rey arasında makul bir denge kurmaya çalışmıştır. Bunun için de, Kur’an’ın genel ilkelerini, örf ve adeti, kamu yararını daima göz önünde bulundurmuş ve istihsan metodunu sıklıkla kullanmıştır. İmam-ı Azam’ın talebeleri ve özellikle içtihat derecesine yükselen Ebû Yusuf ve Muhammed, onun tedrisatını devam ettirmişler ve ondan öğrendikleri usule uyarak kaynaklardan hüküm çıkarmayı sürdürmüşlerdir. Hanefî fıkhının delilleri, Kitap, Sünnet, sahabe fetvaları, icma, kıyas, istihsan, örf ve adet şeklinde sıralanabilir.

Hânis

Yeminini bozan, yeminini yerine getirmeyen anlamında bir fıkıh terimidir. Yemin yapılacak bir işe Allãh’ı şahit tutmak demek olup, yerine getirilmesi gerekir. Bir kişi geleceğe ait bir konuda yemin eder de yerine getirmezse, yeminini bozmuş olur. Şayet yemini Allâh üzerin yapmış ise, keffâret ödemesi gerekir. Bu keffâret, Allâh’a karşı işlenen bir hatanın ve mahcubiyetin, ibadet cinsinden bir davranışla örtülmeye, affedilmeye çalışılmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de yemin keffâretinin on fakiri yedirmek veya giydirmek ya da köle azat etmek olduğu, bunları bulamayan kimsenin üç gün artarda oruç tutması gerektiği belirtilmektedir (Maide 5/89).

Fakat yemin Allâh şahit tutularak değil de, köle azat etmek veya boşamaya bağlamak suretiyle yapılmış ise, kişi yeminini bozduğu zaman kölesi hür olur veya hanımı boş olur. Örneğin “şu işi yaparsam kölem hür olsun” şeklinde veya “eşim hür olsun” şeklinde yemin eder de o işi yaparsa, kölesi hür olur ya da eşiyle boşanmış olur.

Haraç

Sözlükte toprağın geliri anlamına gelen haraç İslâm hukukunda toprak vergisi demektir. Haraç aslen, savaşta fethedilip gayrimüslimlerin elinde bırakılan araziden alınan vergidir. Bununla birlikte sulh yoluyla alınıp da bir ücret karşılığında sahibinde bırakılan  topraklar için de haraç tabiri kullanılmıştır.

Sulh yoluyla elde edilen topraklar ikiye ayrılmaktadır: Birincisi mülkiyeti Müslümanların ortak malı olmakla birlikte, bir haraç karşılığında gayrimüslim ahalisine bırakılan topraklar; diğeri ise, yapılan anlaşma ile bir haraç karşılığında, mülkiyeti ile birlikte gayrimüslim ahaliye terk edilen topraklar. Birincisinde, araziden alınan haraç ücret hükmündedir, halkı Müslüman olmakla bu vergi düşmez.

Bu şekilde barış yoluyla haraç vergisine bağlanan veya savaşla fethedildiği halde gazilere dağıtılmayıp yerli gayrimüslim ahaliye bırakılan yerlere arazî-i haraciyye* (haraç arazisi) denir. Bu tür arazi, mülk arazî olup, sahibi üzerinde istediği gibi tasarruf yetkisine sahiptir. Ancak bu arazîden, haraç isimli bir vergi alınır. Bu vergi de, harâc-ı mukaseme ve harâc-ı muvazzaf olmak üzere ikiye ayrılır. Harâc-ı mukaseme, yerin durumuna göre, arazînin mahsulünden 1/10’dan 1/2’ye kadar alınan vergidir. Harâc-ı muvazzaf  ise, arazi için kesim usulü ile belirlenmiş olan belirli miktar akçedir. Bu tür arazinin sahibi Müslüman da olsa aynı statüsünü korur ve haraç düşmez.

Haram

Sözlükte yasak, memnu anlamına gelen haram, dini bir terim olarak, kesin bir delille, açık bir şekilde yapılmaması istenen fiildir. Hanefîlere göre bir fiilin haram olması için, ayet, mütevatir veya meşhur sünnet gibi kesin bir nasla sabit olması ve açık bir şekilde haramlığa delalet etmesi gerekir. Bu nedenle, açık bir şekilde delalet etmeyen veya ahad yolla sabit olan hadisle haramlık sabit olmaz.

Haramlar, li-aynihi haram ve li-gayrihi haram olmak üzere ikiye ayrılır. Kendisinde bulunan kötülük sebebiyle, baştan itibaren haram kılınan fiillere li-aynihî haram denir. Zina, hırsızlık, adam öldürme bu türden haramlardandır. Aslında haram olmamakla birlikte, başka bir şeyden dolayı haram kılınan filler de, li-gayrihî haramdır. Bayram günü oruç tutma, Cuma vaktinde alışveriş, avret mahallinin açılması böyle yasaklardandır.

Haram dini bir kavram olup, bunu tespit ve tayin yetkisi sadece Allâh’a aittir. Bu konuda insanların yetkisi yoktur. Hz. Peygamber’in bu konudaki hadisleri, Allâh’ın koymuş olduğu hükmü açıklamaktan ibarettir. Bu nedenle İslâm alimleri, hakkında nass bulunmayan konularda ihtiyatlı davranarak haram tabirini kullanmaktan kaçınmışlardır.

Haramı işleme ve harama ulaşma konusunda iyi niyet, dolaylı yollar ve vasıtalar haramı helal kılmaz.

Haram Ayları

Kamerî aylardan Zi’l-Ka’de, Zi’l-Hicce, Muharrem ve Recep aylarını ifade etmek için kullanılan bir terkip olup, aynı manada eşhuru’l-hurum tabiri de kullanılmaktadır. (bk. Eşhuru’l-Hurum)

Harbî

Sözlükte muharip, düşman anlamına gelen harbî, bir fıkıh terimi olarak gayrimüslim devletin vatandaşı demektir. Klasik İslâm hukukçuları ülkeleri, idare ve hakimiyet faktörünü göz önünde bulundurarak, genelde dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp şeklinde ikili bir tasnife tabi tutmuşlardır. İslâm devletinin hakimiyeti altındaki topraklara Dâru’l-İslâm; bu hakimiyetin dışında kalanlara da dâru’l-harp adını vermişlerdir. Harbî de, dâru’l-harp diye isimlendirilen gayrimüslim ülke vatandaşı anlamına gelmektedir. İlk bakışta dâru’l-harp ve harbî kavramlarından hareketle, Müslümanların gayrimüslimlerle ilişkilerinde barışın değil, savaş halinin esas olduğu ve ayırımın da bundan kaynaklandığı ileri sürülebilir. Ancak bu iddia gerçeği yansıtmamaktadır. İslâm’a göre devletlerarası ilişkilerde normal ve devamlı hal, sulh halidir; harp ancak belirli sebeplerle yapılabilir. (bk. Dâr Kavramı).

Harem

Sözlükte korunan yer, korunan şey, yasak bölge, dokunulmazlığı olan şeyler, çiğnenmeyen kurallar gibi anlamlara gelen harem, dini bir terim olarak Mekke ve Medine şehirleriyle çevrelerindeki belirli bölgeler için kullanılmaktadır. Mekke ve Medine’ye harem denilmesinin sebebi, zararlılar dışında canlılarının öldürülmesi ve bitki örtüsüne zarar verilmesinin haram kılınmış olmasındandır. Daha dar anlamda Mecid-i Haram da denilen Kabe’nin etrafındaki mescit ile Mescid-i Nebevî için kullanılmaktadır.

Harem kelimesi Kur’an-ı Kerim’de iki defa geçmekte olup, Mekke’nin güvenli ve dokunulmaz bir belde olduğuna işaret etmektedir. Mekke, Kabe’nin inşasından itibaren harem kabul edilmiş ve cahiliye döneminde dahi bu özelliğini korumuştur. Hz. Peygamber Mekke’nin fethedildiği gün yaptığı bir konuşmasında, Allâh’ın bu beldeyi yerleri ve göğü yarattığı gün haram kıldığını ve kıyamete kadar da haram kalacağını belirtmiştir (Buhari, Sayd, 10; Müslim, Hac, 445-446).

Mekke ile etrafında, bitkileri koparılmamak ve av hayvanlarına zarar verilmemek üzere belirli sınırlar içindeki emniyetli bölgeye harem veya harem bölgesi denir. Harem bölgelerinin sınırlarını Cibrîl’in rehberliğiyle Hz. İbrahim belirlemiş, sınırları gösteren işaretler daha sonra Hz. Peygamber tarafından yenilenmiştir. Bu sınırlar, Medine yönündü Ten’îm, Taif yönündü Ci’râne, Cidde cihetinde Aşâir, Irak yolu üzerinde Seniyyetü’l-cebel, Yemen tarafında Edâdü Libn ve Arafat sınırında Batn-ı Nemîre’dir.

Haremde bulunan kimseye, ihramlı olsun ihramsız olsun, zararlılar dışındaki av hayvanlarını öldürmek, kendiliğinden biten bitki ve ağaçları kesmek veya sökmek, Müslümanlara saldırmadıkça düşmanlarla savaşmak haram kılınmıştır.

Medine ise, Hz. Peygamber tarafından, bu şehre hicret etmesinden sonra harem sayılmıştır. Rasulullah; “Her peygamberin haremi vardır. Benim haremim de Medine’dir” demiştir (Müsned, I/312). Mekke için geçerli olan yasaklar Medine için de geçerlidir (Müslim, Hac, 457; Ebû Davud, Menasik, 96).

Haremeyn

İki Harem anlamına gelen kelime, Mekke ve Medine şehirlerini birlikte ifade etmektedir. (bk. Harem)

Harîm

Sözlükte yasaklanan, korunan, dokunulmayan, mukaddes olan, saygı duyulan anlamına gelen harîm, terim olarak, ihya edilen araziden, bu arazide yapılan tesisten ve kamu mallarından hak sahiplerinin gerektiği şekilde faydalanabilmesi için, bunların çevresinde oluşturulan ve hukukî korumaya alınan bölge ve müştemilat manasına gelmektedir.

İhya edilen arazide açılan kuyunun, akarsuyun, kanalın, dikilen ağacın, inşa edilen evin veya tarıma elverişli hale getirilen arazinin çevresinde bunlardan tam olarak faydalanmaya imkan veren bir alanın bulunması zarureti ortaya çıkmış ve bu amaçla çevredeki belli bir alan, sahibinin mülkü gibi telakki edilerek başkalarının müdahale ve kullanımına kapatılmıştır. Aynı şekilde nehir, köy, yol gibi kamuya ait malların çevresindeki belli bir alan da mevat arazî statüsünden çıkarılarak başkalarının tasarrufuna karşı hukuken koruma altına alınmış ve umumun istifadesine açık tutulmak istenmiştir. Günümüzde, su yatağına bina yapılmasının yasaklanması, yol kenarlarında bir alanın ayrılması, orman alanları harim kapsamında incelenebilir.

Hâss

Sözlükte özel, hususî gibi anlamlara gelen hâss, fıkıh usulünde, tek bir manaya delalet eden kelimelere denir. Bu kelime hayvan sözcüğü gibi cins, insan gibi tür ifade eden bir kelime olabileceği gibi Ahmet, Mehmet gibi şahıs isimleri de olabilir. Aynı şekilde, muhtevasında çokluk bulunmakla birlikte bu çokluk sınırlı ise, lafız yine hâsstır.

Alimler, hâss lafzın delaletinin kat’î olduğunda ittifak etmişlerdir. Buradaki kesinlikten maksat, delilden doğan ihtimalin bulunmamasıdır. Bu kesinlik başka bir ifadeyle şöyle izah edilebilir; başka bir manaya çeken bir delil bulunmadıkça, vaz’ olunduğu manaya delaleti kat’îdir. Delil bulunması halinde ise, bu delilin gerektirdiği manada anlaşılabilir.

Hata

Sözlükte doğrunun zıttı, düşünürken, konuşurken veya bir iş yaparken meydana gelen yanlışlık, hedefleneni veya doğruyu tutturamama gibi anlamlara gelen hata, hukukta, mükellefiyeti tamamen veya kısmen kaldıran ehliyet arızalarından biri olup, fiil veya sözün, fail veya söylenenin iradesine aykırı olarak vuku bulması şeklinde tanımlanabilir. Ayrıca hata isyan kastedilmeksizin düşülen yanlışlık, küçük günah gibi anlamlara da gelmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de, hata kelimesinin türevlerinden hıt’e, bilerek günah işlemek (İsra 17/31); hâtı’ bilerek günah işleyen (Yusuf 12/29, 97; Hâkka 69/37); hâtıe büyük günah (Hâkka 69/9); hatîe suç (Bakara 2/81; Nisa 4/112) anlamlarında kullanılmıştır. Bunun dışında, ehliyet arızalarından olan hata manasında da geçmiştir (Bakara 2/286; Nisa 4/91).

Hz. Peygamber, “ümmetimden hatâ, nisyan (unutma) ve ikrah yoluyla yaptıkları şeyler kaldırılmıştır” buyurmuştur (İbn Mâce, Talak, 16). Bu hadise göre hata, bir özür olup, ehliyet arızalarındandır. Bu nedenle hata ile yapılan davranıştan dolayı uhrevî sorumluluk bulunmamaktadır. Yani hata ile işlenen fiillerin günahları kaldırılmıştır. Dünyevi hükümler bakımından ise, hata ile işlenen suçlarda cezaî sorumluluk tamamen veya kısmen kalkmakla birlikte, malî mesuliyet düşmez. Akitlerin kuruluşunda yapılan açık hatalar ise, akdi iptal eder. Buna mukabil, ikinci derecedeki hatalar, karşı tarafa fesih hakkı veren bir muhayyerlik doğurur.

Havaic-i Asliyye

Havâic kelimesi sözlükte, kendisine ihtiyaç duyulan şeyler anlamına gelmektedir. Havâic-i asliyye ise,  temel ihtiyaçlar demektir. Bir fıkıh terimi olarak zekata tabi olmayan temel ihtiyaç maddeleri manasına gelmektedir.

İslâm’da diğer bedenî ve malî yükümlülüklerde olduğu gibi, zekatta da mükellefin durumu göz önünde bulundurularak, makul ve taşınabilir sorumluluk yüklenmiştir. Bu nedenle fakihler, zekat ve sadaka-i fıtr ile yükümlü olmak için, kişinin temel ihtiyaçlarından fazla olarak nisap miktarı mala sahip olma şartını aramışlardır. Zira temel ihtiyaç miktarı ile refah ve zenginlik meydana gelmez. Temel ihtiyaç miktarı mal, kişinin yaşaması için zarurî olan miktardır.

Allâh Teâlâ Kur’an’da “Neyi infak edeceklerini sana soruyorlar, de ki, fazlayı, artanı…” buyurmuştur (Bakara 2/219).  Hz. Peygamber’e bir adam gelerek bir dinarım var ne yapayım, dedi. Kendine harca buyurdu. Bir dinarım daha var dedi, ailene harca buyurdu. Bir dinarım daha var dedi, çocuklarına harca , buyurdu. Adam bir dinarım daha var deyince, sen daha iyi bilirsin, buyurdu (İbn Kesir, Tefsîru’l-Kebir, I/256).

Asli ihtiyaç mevzuunda teknik bir tarif yapan Hanefi alimleri şöyle demişlerdir: Asli ihtiyaçlar gerçek olarak nafaka, oturmağa mahsus ev, harp alet ve edevatı, ihtiyaç duyulan elbise, borç karşılığı mal, sanat ve mesleğe ait alet ve makineler, ev eşyası, binek hayvanları, ilim için edinilen kitaplar gibi eşyadır. Temel ihtiyaç maddeleri insanın hayat ve hürriyetini korumak için muhtaç olduğu şeylerdir.

Esasen asli ihtiyaçlar, zaman, muhit ve durumun değişmesiyle değişir ve gelişir. Bu mevzuda uygun olan, meselenin her zaman ilim adamları ve idarecilere bırakılmasıdır. Burada muteber olan, zekat mükellefinin temel ihtiyaçlarıdır. Kendi şahsi ihtiyaçları yanında kanunen bakmağa mecbur bulunduğu diğer şahısların ihtiyaçları da buna dahildir.

Havale

Sözlükte bir şeyi bir yerden başka bir yere nakletme, gönderme, yönünü değiştirme, intikal anlamlarına gelen havale, bir fıkıh terimi olarak, borcun bir kimsenin zimmetinden başka bir kimsenin zimmetine nakledilmesi demektir.

Havale işleminin kurulabilmesi ve sıhhatli olabilmesi için, ilgili tarafların razı olmaları ve ehliyetli olmaları gerekir. Bunun yanında havalenin konusu borcun, zimmette sabit olabilen cinsten, belli, meşru ve bağlayıcı olması şarttır.

Havale akdi ile, borç eski borçlunun zimmetinden yeni borçlunun zimmetine geçer. Havale işlemi sonucunda birinci borçlu ve ona bağlı fer’î borçlular borçtan kurtulmuş olur. Ancak, havale edilen yeni borçlunun borca batık olarak ölmesi veya hakimin iflasına hükmetmesi, havale edilenin havâleyi inkar etmesi ve alacaklının elinde delil bulunmaması gibi sınırlı durumlarda alacaklının borcu tahsil edememesi halinde, alacaklının eski borçluya rücû hakkı vardır. Günümüzde yaygın olan poliçe ve çek gibi kıymetli evrak yoluyla borcun havalesi, ilk devirlerden beri Müslüman toplumlarda uygulanmaktadır. Bunun yanında günlük ticari ihtiyaçları karşılamak amacıyla çağın ve teknolojinin getirdiği yeni imkanlar da, dinin belirlediği temel ilkelere aykırı olmamak şartıyla caizdir ve mümkündür.

Havelân-i Havl

Sözlükte havelân kelimesi dönmek, dolaşmak ve değişmek; havl kelimesi de, yıl anlamına gelmektedir. Buna göre havelâ-i havl, bir senenin geçmesi demektir. Bu kavram, fıkıhta zekatın şartları arasında yer almaktadır. Zekatı verilecek bir malın üzerinden bir kamerî yılın geçmesi gerekir. Toprak mahsullerinin zekatı ile hazine ve define vergisi dışında kalan zekata tabi malların, zekatının verilmesinin farz olması için üzerinden bir yıl geçmesi gerekir. Başka bir ifadeyle nisap miktarından fazla namî malın üzerinden bir yıl geçmesi halinde zekatı verilmesi gerekir. Yılın geçmesinde, senenin başı ve sonu dikkate alınır; yılın ortasındaki artma ve eksilmeler dikkate alınmazlar. Üzerinden bir yıl geçtikten sonra aynı cinsten mala sahip olması halinde, bu sonradan gelen mal için bir sene geçme şartı aranmaz; daha önceki mal ile birlikte zekatının verilmesi gerekir.

Hayız

Sözlükte suyun akıp taşması, kanın akması anlamlarına gelen hayız, bir fıkıh terimi olarak, ergenlik çağına giren sağlıklı kadının döl yolundan düzenli aralıklarla belirli sürelerle gelen kanı ifade eder. Kadınların ergenlik dönemine girdiklerinden menapoz dönemine kadar görülen fizyolojik bir olaydır. Kadının döl yatağının iç yüzünü kaplayan zarın, yumurtanın döllenmeyip ölmesi ve yumurtalık hormon salgısının kesilmesi üzerine parçalanarak kanla birlikte dışarı atılmasından ibarettir. Türkçe’de bu olaya, hayız hali denildiği gibi, adet hali, adet görme, adet kanaması, aybaşı hali de denilmektedir.

Fıkhî yönden kadının cinsel organından üç türlü kan gelir. Birincisi doğumdan sonra gelen loğusalık kanı (bk. Nifas); ikincisi belirli çağda ve belirli periyotlarla gelen hayız kanı; üçüncüsü ise, bu ikisi dışında kalan ve bir hastalıktan kaynaklanan özür kanıdır (bk. İstihaza).

Hayız ile kadın ergenlik çağına ulaşır ve dinî ve hukukî hükümlerle mükellef olur. Hanefî mezhebine göre ay halinin en az süresi 3 gün; en çok da 10 gündür; 3 günden az ve 10 günden çoğu hayız değildir.

Hayız, cünüplük gibi manevî kirlilik olarak kabul edildiğinden, namaz kılmak, Kur’an-ı Kerim okumak, Kur’an’a dokunmak, Kabe’yi tavaf etmek ve mescitlere girmek caiz değildir. Ancak dua niyetiyle ayet okuyabilir. Adet hali sona erdikten sonra yıkanması, bunun mümkün olmaması halinde teyemmüm etmesi gerekir. Hayız nedeniyle namazını kılamayan kadının bu namazları daha sonra kaza etmez. Ancak tutamadığı oruçları daha sonra kaza eder. Hac ibadetini ifa ederken hayız gören bir kadın, Kabe’yi tavaf dışında hacla ilgili bütün işlem ve ibadetleri yapabilir. Bununla birlikte, hayızlı kadının temizlenmeyi bekleyememesi halinde, bu haliyle tavaf yapabileceği görüşü de bulunmaktadır. Ancak günümüzde adet halini geciktirecek ilaçlar bulunduğundan, bundan yararlanılması daha uygun olur. Bu yasaklara ek olarak, hayızlı kadınla cinsi münasebette bulunmak da haram kılınmıştır (Bakara 2/222). Böyle bir ilişkide bulunan kimsenin tövbe etmesi, ayrıca keffâret olarak belli bir miktar sadaka vermesi gerekir.

Hayızlı kadının ibadet edememesi, Kur’an okuyamaması dinin kendisine tanıdığı bir muafiyettir. Bu ibadetleri yapamadığı için dini bir sıkıntı, eksiklik ve sorumluluk duyması yersizdir.

Hazır ve İbâha

Hazır kelimesi haram, yasak; ibâha kelimesi de helal kılma, mubah anlamına gelmektedir. (bk. Haram; Mubah). Hazır ve ibâha kelime bir terkip olarak, fıkıh ve hadis kitaplarında, dinen yasaklanan ve helal kılınan şeylerin işlendiği bölüme verilen isimdir. Bazı fıkıh kitaplarında, bu terkibin yerine kerâhiyye veya istihsan tabirleri de kullanılmaktadır. Bu bölümde, yiyecek, içecek, giyim ve kazanç konusunda helal ve haramlar, avret mahalli, ihtikar, kumar oyunları, süs aletleri ve benzere pek çok konu ele alınmaktadır.

Hedy

Sözlükte hediye etmek, göndermek, yol göstermek, izinden gitmek anlamlarına gelen hedy, bir fıkıh terimi olarak, hac ve umre sırasında Harem’de kesilen kurbanlık hayvanları ifade etmektedir. Hedy, Kâbe’ye ve Harem bölgesinde hediye olmak üzere kesilen kurban demektir. Kur’an-ı Kerim’de beş yerde geçen hedy kelimesi ıstılah manasında kullanılmıştır (Bakara 2/196; Maide 5/2, 95, 97; Fetih 48/25).

Hedy kurbanları, vacip ve nafile olmak üzere ikiye ayrılır. Kıran veya Temettu’ haccı yapanların hedy kesmeleri vaciptir. Aynı şekilde, ceza kurbanları, ihsar kurbanı ve harem bölgesinde kesilmesi adanan kurbanlar da vaciptir. Hac veya umre yapılırken, bir yükümlülük bulunmadığı halde kesilen kurbanlar ise nafiledir.

Hedy kurbanları, ister vacip olsun, isterse nafile olsun, Harem bölgesi içinde kesilir. Harem bölgesinde kesilmez ise, nafile olarak kesilenlerin yeniden kesilmesi gerekmez. Ancak  vacip olanların Harem bölgesinde yeniden kesilmesi gerekir.

Helâl

Dinen yapılması veya yenip içilmesi yasaklanmayan, serbest bırakılan şey demektir. Allâh ve Rasulü’nün bir şeyin helal olduğunu belirtmesi veya işlenmesinde günah olmadığını bildirmesi o fiilin helal olduğunu gösterdiği gibi, o fiil veya şeyin yasaklandığına dair bir delil bulunmaması da helal olduğunu gösterir. Zira eşyada aslolan helal oluşudur. Buna göre bir şey, dinin açık bir hükmüne, yasağına ve ilkesine aykırı olmadıkça helaldir, meşrudur. Helâl kavramının, meşru, caiz, mubah tabirleri ile yakın ilişkisi vardır. Çoğu zaman da eş anlamlı olarak kullanılmıştır.

Yüce Allâh, iyi, temiz ve insan sağlığına yararlı olan şeyleri helal; kötü, pis ve zararı olan şeyleri de haram kılmıştır (Maide 5/4). Haram kılma yetkisi ise sadece Allâh’a aittir. Kur’an-ı Kerim’de; “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” buyurulmuştur (Araf 7/36). Bu nedenle, Allâh’ın helal kıldığına haram; haram kıldığına helal demek büyük günahtır.

Hervele

Kısa adımlarla koşarak, canlı ve çalımlı yürümek anlamına gelen hervele, sa’yin sünnetlerindendir. Safa ile Merve tepeleri arasında sa’y yaparken erkeklerin, yeşil ışıkla aydınlatılmış sütunlar arasında hervele yapması sünnettir. Kadınlar ise hervele yapmazlar.

Hezl

Sözlükte şaka yapmak, eylenmek, ciddiyetsizlik, zayıflık, cılızlık gibi anlamlara gelen hezl, bir fıkıh kavramı olarak, iç irade ile beyan arasında kasıtlı uygunsuzluk durumu doğuran ciddiyetsizlik demektir. “Sözü sırf oyun, eğlence ve şaka olarak söylemek” veya “sözün hakiki veya mecazi anlamına delaletini kastetmeyip sahih olmayan bir şeyi kastetmek” ya da “hiçbir şey kastetmemek” şeklinde tanımlanabilir.

Prensip olarak gayr-i ciddî yapılan hukukî işlemler sahih ve bağlayıcı değildir. Ancak, Hz. Peygamber’in “üç şeyin şakası da ciddidir, ciddisi de…: Nikah, talâk ve ıtk” (İbn Mâce, Talak, 13; Ebû Davûd, Talak, 9) hadisinden hareketle bu gibi tasarruflarda hezlin etkili olmayacağı, tasarrufun geçerli olduğu kabul edilmiştir. Hezlin etkisi bakımından tasarruflar öncelikle ikiye ayrılmıştır; fesih ihtimali bulunan tasarruflar, fesih ihtimali bulunmayan tasarruflar. Alım-satım, icâre gibi fesih ihtimali bulunan malî tasarruflarda hezl, kural olarak akdi fasit yapacağı kabul edilmiştir. Ancak fesih ihtimali bulunmayan talak, köle azadı, yemin gibi tasarruflarda hezl geçerli kabul edilmeyip, tasarruf geçerli sayılmıştır. Meselâ şaka ile kölesini azat ettiğini söyleyen kişinin, bu kölesi azat olur. İhbar kabilinden olan tasarruflarda, başka bir ifadeyle ikrarda hezl ikrarı iptal eder.

Hıdâne

Sözlükte göğüs, kanat; çocuğu kucağına almak, beslemek; bir şeyi yanına almak anlamlarına gelen hıdâne, bir fıkıh terimi olarak, küçük çocukları yanında bulundurma, bakım, gözetim ve tarbiye etme hak ve vazifesi demektir.

Kur’an-ı Kerim’de çocukların bakım, gözetim ve terbiyesi ile ilgili genel hükümlerler bulunmakla birlikte, hıdane konusunda özel bir hüküm bulunmamaktadır. Hz. Peygamber’in hadisleri ve uygulamalarında da sınırlı açıklamalar getirilmiştir. Bu nedenle fıkıh kitaplarınada yer alan hıdane ile ilgili görüşler, fakihlerin bu sınırlı açıklamalardan hareketle, şahsi müşahade ve tercihleri ile dönemlerindeki tecrübe birikimlerini yansıtmaktadır.

İslâm hukukundu çocuk üzerinde, şahıs, mal ve terbiye bakımından üç çeşit hak ve sorumluluk söz konusudur. Bu hak ve sorumluluklar, çocuğun maddeten ve manen geliştirilmesi, korunması amacına matuftur. Bu nedenle, çocuğun bakım ve terbiyesini üstlenecek kişinin en azından akıllı, buluğ çağına ulaşmış, güvenilir ve güç yetirebilir olması şarttır. Bunun yanında, çocuğun hayat, sıhhat ve ahlâkını koruyacak, dinî eğitimini sağlayacak durum ve kıvamda olması gerekir. Erkeğin Müslüman olması aranırken, annede bu şart koşulmamıştır. Fakihler evliliğin sona ermesi halinde önceliğin kadına ait olduğu, bulunmaması halinde babaya ait olduğunu belirtmişlerdir. Ancak hakim, görevini hakkıyla ifa etmeyen veya bundan kaçınan kişiden çocuğu alarak başka hak sahibine verebilir. Çocuğun, bakıma ihtiyacı kalmayıp kendi işlerini görebildiği çağa gelince, babasına verileceği genel olarak kabul edilmiştir.

Hıyar

bk. Muhayyerlik.

Hibe

Sözlükte bağışlamak, lutfetmek, karşılıksız vermek anlamına gelen hibe, ıstılahta, bir malın bedelsiz olarak bir başkasına temlik edilmesini ifade etmektedir. Karşılık şart koşulmaksızın bir malın hayatta iken başkasına temlik edilmesi şeklinde tanımlanabilir. İslâm hukukunda hibe, iki taraflı bir akit olup, tarafların irade beyanı ile kurulur, hibe edilen malın teslim-tesellümü ile tamamlanır. Hibe için de, diğer akitlerde aranan genel şart ve kurallar aranır. Buna göre, hibenin geçerli olması için, bağışlama anında akit konusu malın mevcut olması, malum ve belirli bulunması, bağışlayana ait olması, tarafların rızalarının bulunması ve bağışlayanın eda ehliyetine sahip olması gerekir. Ancak bağışlanan kimsede tam edâ ehliyeti aranmaz; eksik edâ ehliyeti bulunan mümeyyiz çocuk ve bunağın hibeyi kabul etmeleri geçerlidir.

Usulüne uygun olarak yapılan ve kabz ile tamamlanan hibe akdinden dönmek kural olarak caiz değildir. Hz. Peygamber bunu kınamıştır (bk. Buhârî, Hibe, 14; Müslim, Hibât, 1,2,6-8). Ancak Hanefîler bağışlanan rızası veya hakim kararı ile hibeden dönülebileceği görüşündedirler. Bununla birlikte, hibenin kan hısımları ve sıhrî hısımlar arasında yapılması, bir karşılır veya şarta bağlanması, bağışlanan malda ayrılmaz bir fazlalık meydana gelmesi, malın bağışlananın mülkiyetinden çıkması, helak olması, taraflardan birinin ölümü, hibenin sevap amacıyla yapılması ve hibenin borcun ibrası şeklinde yapılması durumlarında rücu hakkı bulunmamaktadır. Şartlı bağışlarda ise, şartın yerine getirilmemesi halinde hibe edenin rücu hakkı saklıdır.

Hilâf (İlmi)

Sözlükte hilaf, karşı gelmek, aykırı davranmak, muhalefet etmek, zıtlaşmak gibi anlamlara gelmekterdir. Hilâf ilmi veya hilafiyat ise, bazı dinî ilimlere, özellikle fıkıh konularına uyarlanmış cedel tekniği, fıkıh mezhepleri arasındaki ihtilafları konu edinen ilim dalını ifade etmek için kullanılmaktadır.

Hilâf ilmi, kendine has bir konusu, ilkeleri ve amacı bulunan bir ilmin veya tekniğin adı olarak kullanılmakla birlikte, fakihler arasında ortaya çıkan görüş farklılıklarını anlatmak için de kullanılmıştır. Buna göre, başlangıçtan itibaren fakihler arsında ortaya çıkan farkil görüşlerle ilgilenme ve onları bilme işinin hilafiyat ve mevcut farklı görüşleri derleyen eserlerin de hilafiyat literatürü olarak anılması mümkündür.

Hilâfet

Sözlükte birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak, vekalet etmek, temsil etmek gibi anlamlara gelen hilafet, bir kavram olarak, Hz. Peygamber’den sonraki devlet başkanlığı kurumunu ifade eder. Devlet başkanlığının bir adı da imâmettir.

Kur’an-ı Kerim’de hilâfet kelimesi geçmemekle birlikte, hadislerde devlet başkanı, yönetici, lider anlamında hilafet kelimesi ve halife, imam, emîr kelimeleri geçmektedir.

Müslüman toplumlarda devlet başkanlığına, halifenin Hz. Peygamber’in yerine geçerek, risalet görevi hariç onun dünyevî otoritesini temsil etmesi, yeryüzünde dinin hükümlerini uygulamak, dünya işlerini düzene sokmak üzere Allâh’ın yeryüzündeki hakimiyetini veya bütün müminlere ait olan hilafet ve yetkiyi temsil etmesi sebebiyle hilafet denmiştir.

İslâm hukukçuları, halifelik ve devlet başkanlığı ile ilgili olarak, toplumlarının daha adil ve dengeli yönetilmesi için, devirlerinin şart ve anlayışlarının da tesiriyle bir takım şartlar ileri sürmüşlerdir. Diğer taraftan, halife veya devlet başkanının seçim, tayin veya tespit yollarından en başta gelenini bey’at usulü olarak kabul etmişlerdir. Beyat, seçme ehliyetine sahip kişilerin, seçilme ehliyetini haiz bir kimseyi seçip ona sadakatlerini bildirmeleri şeklinde yapılır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ashap, Benî Saide denilen yerde toplanarak devlet başkanlığı konusunda görüşmüşler ve Hz. Ömer’in teklifi ile Hz. Ebu Bekir’e bey’at etmişlerdir.

Halife ve hilafet konusunda klasik literatürde yer alan görüşlerde, o güne kadarki geleneğin ve o günün hilafet ve saltanat sisteminin olumlu veya olumsuz tesirleri bulunmaktadır. Kur’an ve hadislerde devlet başkanının seçimi konusunda açık bir hüküm bulunmamaktadır. Bu nedenle, seçim usulü ve şartları zamanın şartlarına göre düzenlenebilir.

Hilallemek

Abdest alırken, el ve ayak parmakları ile sakalın arasına parmakları sokarak hareket ettirmek suretiyle suyu ulaştırmaya hilallemek denir. Abdestte el ve ayaklar yıkanırken parmakların arasını hilallemek abdestin sünnetlerindendir. Eller yıkanırken parmaklar birbirine geçirmek suretiyle, ayaklar yıkanırken de el parmaklarından birinin ayak parmaklarının arasına sokulmasıyla hilallenir. Ayak yıkanırken, sol elin küçük parmağıyla, sağ ayağın küçük parmağından başlayarak sırasıyla ayak parmaklarının aralanması müstehaptır.

Hîle

Sözlükte çare, maharet, kurnazlık, aldatmak, düzenbazlık gibi anlamlara gelen hîle, hukuk literatüründe, bir kimseyi istenen yönde irade beyanında bulundurmak için yanlış bir kanaat uyandırarak veya mevcut bulunan hatalı fikrin devamını sağlayarak yanıltmayı ifade eder. Klasik fıkıh kitaplarında, bir akit veya hukuki işlem yapmak isteyen kimsenin iradesine yönelik yapılan hile, tağrîr, tedlîs veya aldatma anlamına gelen hud’a, hılâbe, gibi kelimelerle ifade edilmiştir. Bu manadaki hilenin, gabn ve garar kavramlarıyla yakından ilişkisi vardır. Doğruluk ve dürüstlüğü temel ilke olarak benimseyen İslâm’da Müslüman’ın özüne ve sözüne güvenilir dosdoğru olması, elinden ve dilinden herkesin emin olması istenmiştir. Hz. Peygamber, sattığı buğdayın ıslağını yığının altına gizleyen bir sahabîye, “bizi aldatan bizden değildir” (Buharî, İman, 164) buyurmuş, hileye başvuranın ateşte olduğunu bildirmiştir (Buharî, Buyu, 60).

İslâm hukukunda, karşı tarafın zarara uğramasına yol açan hilenin akdi feshetmek için yeterli gerekçe olduğu kabul edilerek, kayda değer ölçüde zarar gören tarafa akdi feshetme ve uğradığı zararın tazmînini talep hakkı verilmiştir. Ayrıca hile yapan, bu eylemiyle emanet ve adalet vasfını yitirir. Bunun yanında hile, şartlara ve ihtiyaca göre belirlenen uygun bir ceza ile tecziye de edilebilir.

Hile-i Şer’iyye

Kelime anlamı itibariyle meşru çare, hukukî çözüm yolu demektir. Aynı anlamda, mahreç ve hile kelimesinin çoğulu olan hiyel de kullanılmaktadır. Dinî bir kavram olarak, yasaklanmış bir sonucu elde etmek amacıyla, şekil bakımından kurallara uygun bir işlemi vasıta etmek; fiil ve işlemleri dış görünüş ve şekil itibariyle kurallara uygun hale getirmek şeklinde tanımlanabilir.

Dinî ve hukukî kurallar, toplumsal hayatı düzenlemek amacıyla, bireylerin davranış ve hareketlerine bir takım kısıtlamalar getirmiş; bazı yükümlülükler koymuştur. Ancak fert çeşitli düşüncelerle bu hükümlerden kaçmak isteyebilir. Bu ihlalin doğrudan meydana gelmesi dinî ve kanunî müeyyideyi de gerektirdiğinden, fert hem isteğine ulaşmak ve hem de müeyyideye çarptırılmamak için kanuna karşı hileyi çıkar yol olarak görür.

Kurallara karşı hile, genel olarak meşru vasıtaları kullanarak gayrimeşru sonuçlara ulaşmak ve meşru vasıtalarla meşru sonuçlara ulaşmak şeklinde olabilir. Hanefîlere göre, bir hakkı veya dinî bir hükmü iptal etmeyen, meşru yollarla meşru neticelere ve helallere ulaştıran, günaha düşmekten kurtaran hileler caiz kabul edilmiştir. Meselâ, “şunu yaparsam eşim üç talakla boş olsun” diye yemin eden bir kişinin yemin ettiği bu şeyi yapması zarûrî olursa, bir talakla eşini boşayıp bu eylemi yaptıktan sonra tekrar eşine dönmesi böyle bir hiledir. Üç talakla boşanması halinde tekrar geri dönmesi mümkün olmadığından, bir talakla boşanmak suretiyle iki hakkını muhafaza etmek amacıyla yapılan bu hile caizdir. Zira, yapılan bu hilede hem ulaşılan sonuç, hem de vasıta helaldir. Ancak meşru vasıtalar kullanılarak gayrimeşru neticelere ulaşma kastıyla yapılan hile caiz değildir. Bu tür hilelerle ilgili olarak İmam Azam, insanlara hile öğreten müftünün hacr altına alınıp bir daha fetva vermesine mani olunması gerektiğini, talebeleri Ebû Yusuf, zekatı iptal etmek amacıyla hileye başvurmanın helal olmadığını, Muhammed de, hakkı iptale götüren hilelerle Allâh’ın hükümlerinden kaçmanın müminin ahlâkından olmadığını söylemişlerdir.

Hill Bölgesi

Dışarıdan Mekke’ye gelen kişilerin ihrama girmek zorunda oldukları sınırlar içinde (mîkat*) olduğu halde, harem bölgesi dışında kalan yerlere verilen isimdir (bk. Harem). Hill bölgesinin Mekke’ye en yakın olan yeri, Ten’îm’dir. Harem bölgesi içerisinde yapılması yasaklanan bitkilerin koparılması, av hayvanlarına zarar verilmesi gibi şeyler burada helal olduğu için hill ismi verilmiştir. Bu bölgede yaşayanlara hillî veya mîkâtî denir.

Hill bölgesinde yaşayanların, hac ve umre kastı olmadan harem bölgesine ihramsız olarak girmeleri caizdir. Buralarda ikamet edenler hac ve umre için bulundukları yerden ihrama girerler. Mekke’de ikamet edenler, hac için Mekke’de ihrama girerler, umre için ise, hill bölgesine çıkarak burada ihrama girerler. Mekkeli olmayıp dışarıdan gelen kişiler, umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra, umre için yeniden ihrama girmek istediklerinde, aynı şekilde harem dışına çıkarak ihrama girerler.

Hisbe

Sözlükte hesap etmek, zannetmek, saymak, yeterli olmak, sevabını Allah’tan beklemek gibi anlamlara gelen hisbe, bir kavram olarak genel ahlâkı ve kamu düzenini koruma faaliyetleri ile bu faaliyetleri yürüten ve denetleyen teşkilatı ifade eder. Bu işle görevli memura muhtesib denir.

Dinî-örfî ilkeler ışığında ve dengeli bir şekilde fert, toplum, devlet hakları ile kamu ahlâk ve düzeninin korunması demek olan hisbe, İslâm dininde farz-ı kifaye olarak kabul edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerdi iyiliği tavsiye ve kötülüğü yasaklama önemli bir yer tutmaktadır (bk. Âl-i İmran 3/104, 110, 114; Tevbe 9/71, 112; Hac 22/41; Buhârî, İsti’zan, 2, Mezâlim, 22; Müslim, İmân, 83, 85, Libas, 114; Ebû Dâvûd, Edeb, 12; Tirmizî, Birr, 15.).

Ayet ve hadislerde geçen emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker (iyiliği emr etmek ve kötülüğü yasaklamak) prensibine dayanan hisbe, Hz. Ömer zamanında teşkilatlanarak bir kurum haline gelmiştir. Osmanlı devletinde muhtesipler kadı (hakim) yardımcısı olarak görev yapmıştır.

Hisbe faaliyetleri, kişi, toplum ve devlet hakları ihlallerini oluşturan fiillere yöneliktir. Hisbeye konu olacak fiilin, hakkında ihtilaf bulunmayan bir münker olması, kişilerin özel hayatlarını araştırmayı gerektirmeyecek kadar alenî yapılması ve halihazırda gerçekleşmiş olması gerekir. Hisbeye konusu üç grupta toplanabilir: a) dinî hayatla ilgili olanlar, b) adaletle ilgili olanlar, c) ekonomik ve sosyal hayatla ilgili olanlar.

Günümüzde hisbe faaliyetlerini zabıta teşkilatı ve güvenlik kuvvetleri ifa etmektedir.

Hukne

Şırınga, enjeksiyon, tenkıye ve lavman edevatı gibi anlamlara gelmektedir. Şırınga yaptırmaya de ihtikan denilmektedir. Bu kavrama, fıkıh ve ilmihal kitaplarının oruç bölümünde karşılaşılır.

İmam-ı Azam’a göre, iğne yaptırmak orucu bozup kazayı gerektirmekle birlikte, Hanefîlerden Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre orucu bozmaz. İmâm-ı Azam, hen ne şekilde olursa olsun vücuda giren şeyin orucu bozacağı görüşündedir. İmâmeyn ise, orucu ancak normal yollardan giren şeylerin bozacağı görüşündedir. Bu nedenle, enjeksiyon orucu bozmaz. Ancak enjeksiyonun orucu bozmayacağı düşüncesiyle, açlık, susuzluk ve sıkıntı hissetmeden oruç tutmak amacıyla, gıda için iğne vurulmak veya serum yaptırmak caiz değildir.

Sonuç olarak, dinimiz hasta olup da tedavi gören kimselerin oruç tutmayıp sonra kaza etmelerine müsaade etmiştir. Bu bakımdan ilaç kullanmak veya iğne yaptırmak zorunda olan kimseler, tedavîlere tamamlanıncaya kadar oruç tutmayabilirler. Bununla birlikte, Ramazan ayında herkesle birlikte oruç tutmayı isterlerse, ihtiyatlı hareket ederek iğnelerini mümkünse iftardan sonra yaptırmaları iyi olur. Bunun mümkün olmaması halinde İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed’in görüşlerini esas alarak gündüz iğnelerini yaptırırlar ve daha sonra kaza etmeleri de gerekmez.

Hukuk

Sözlükte gerçek, doğru, sabit, varlığı kesin olan şey, gerekmek, bir şeyi gerçekleştirmek, bir şeye yakînen muttali olmak gibi anlamlara gelen hak kelimesinin çoğulu olan hukuk, bir kavram olarak, iki anlamda kullanılmaktadır: Birincisi, insanların birbirleriyle veya meydana getirdikleri topluluklarla ve yine insan topluluklarının diğer topluluklarla olan ilişkilerini düzenleyen, kamu gücü ile desteklenmiş zorlayıcı özellikteki kurallar bütünüdür. Bu anlamdaki hukuk kelimesi, tekil gibi işlem görmektedir. Hukukun ikinci manası ise, dinin, aklın ve hukuk düzeninin tanıdığı yetki, güç ve imtiyazlar demektir.

Birinci anlamdaki hukukun, düzeni ve adaleti sağlama, fertlerin hak ve sorumlulukları arasında denge kurma fonksiyonu bulunmaktadır. Bu nedenle, hukuk kaideleri, bir yandan bireyler,  diğer  yandan  bireylerle  toplum arasındaki ilişkileri düzenlemek, insanların özel ve genel çıkarlarını korumak, aralarında adaleti gerçekleştirip düşmanlıklara mani olmak amacıyla konulmuş emir ve yasaklardan oluşur. Bu emir ve yasaklara uygun hareket etmek, fertlerin hem ahlakî hem de hukukî vazifeleridir. Ancak, insanlar her zaman hukuk kurallarına uygun hareket etmemektedirler. Bu sebeple, mükelleflerin hukuk kurallarına uymalarını temin etmek amacıyla hukukun aslî kaideleri yanı sıra, insanları hukukun emir ve yasaklarına uymaya zorlayan bir takım tedbirler de tesis edilmiştir ki bunlara hukukun müeyyideleri denilmektedir.

Bir kurum olan hukukun konusunu teşkil eden ve haklar anlamına gelen hukuk kavramı, hakkın konusu, mahiyeti gibi çeşitli yönlerden tasnife tabi tutulmuştur. Bu çerçeveden olarak, şahsa bağlı haklara şahsî hak, eşyaya bağlı haklara ise aynî hak; kişiyi sadece vicdanen, uhrevî hayat itibarıyla ilgilendiren haklara dinî haklar, dinen mevcut olsun olmasın mahkemede ispat edilebilen haklara kazâî haklar; siyasî hak ve hürriyetler, fikrî haklar gibi müşahhas bir mahalde yerleşik olmayan haklara mücerret haklar, mülkiyet ve irtifak hakkı gibi mütekarrir haklar denilmiştir.

Dini literatürde en çok rastlanan hak taksimi ise, Allâh hakkı ve kul hakkı ayrımıdır. Haklar temelde Allâh hakkı (hukukullah) ve kul hakkı (hukuk-i ibâd) olarak ikiye ayrılmakla birlikte, bir kısım fiiller hem kul hem de Allâh hakkını ilgilendirdiğinden müşterek haklar şeklinde üçüncü bir haktan da söz edilebilir. Hakların Allâh hakkı ve kul hakkı şeklindeki ayrımı, hakkın mahiyeti ve sağladığı yararın özel veya genel oluşu ölçü alınarak yapılmış bir ayrımdır. Bir kısım hakların Allâh’a, bir kısım hakların da insanlara izafe edilmesi, daha çok fiillerin dünyevî hükümleri, ibadet anlamı taşıması, kamu yararı ve hukuk düzeninin yakından ilgilendirmesi, hakların fertler tarafından düşürülebilir veya değiştirilebilir olması bakımından yapılan bir ayrımdır.

Hukukullah; öncelikle iman ve ibadet gibi sadece Allâh’a yöneltilebilen, sadece onun layık olduğu haklar ile belirli bir kişi veya zümreyi değil kamu yarar ve düzenini ilgilendiren haklardır. Allâh hakları bu yönüyle, günümüz hukukundaki kamu hukuku kavramı ile paralellik arz eder. Bu haklar, af, sulh gibi yollarla ıskat edilemeyeceği gibi değiştirilemesi de caiz değildir. Bu hakları toplumda bütün fertlerin ve onları temsilen savcı gibi kamu otoritesine sahip kişilerin koruma, kollama ve kovuşturma hak ve sorumlulukları vardır.

Hukuk-i İbâd ise, sonuçta kamu yararını ilgilendirse bile, ilk planda ferde ait bir menfaatin korunmasını hedef alan ve ferdin söz hakkının bulunduğu haklardır. Bu haklar da, genel ve özel olmak üzere ikiye ayrılır. Genel kul hakları, toplumda herkesi ilgilendiren ve fertlerin ortaklaşa sahip bulundukları menfaat ve imkanlardır. Bu hakların yetki veya kamu hukuku alanıyla sınırlı bir hak ve özgürlük olarak algılanması gerekir. Allâh haklarından farklı olarak, kamu otoritesini elinde bulunduranlar bu hakları, kamu yararı gerekçesiyle sınırlandırabilir veya ıskat edebilirlir. Özel kul hakları ise, kamuya açık olmayıp ferdin şahsına ait olan, esasında kişilerin özel yararlarını korumayı hedef alan haklardır. Kişi bu haklarda, kötüye kullanmamak kaydıyla dilediği gibi tasarrufta bulunabilir.

Hul’

Sözlükte çekip çıkarmak, soymak, soyunmak gibi anlamlara gelen hul’ ve muhâla’a* kelimesi, İslâm hukukunda, kadının kocasına bedel ödeyerek boşanması demektir. Klasik İslâm hukukunda kocaya tek taraflı boşama hakkı verilmiştir. Dinî kayıt ve sınırlamalar hariç tutulursa, koca neredeyse bu konuda mutlak nitelikte bir hak ve yetki tanınmıştır; bu hakkını, hakimin veya karşı tarafın huzur veya rızasına bağlı olmaksızın tek taraflı kallanabilir. Kadın ise, belirli bazı durumlarda boşanma için mahkemeye başvurma hakkına sahiptir. Ancak kocasının boşama hakkını kendisine vermesi halinde boşanma hakkına sahiptir (tefvîz-i talak*).

Bunun dışında kadın, kocası ile anlaşarak evliliği sona erdirmesi de mümkündür; kadın bir bedel vermek veya birikmiş nafaka, mehir, iddet nafakası gibi alacaklarından vaz geçmek suretiyle kocasını boşanmaya razı eder. İşte bu tür ayrılığa muhâla’a veya hul’ denir.

Kur’an-ı Kerim’de hul’ ile ilgili olarak; “Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnasında) bir şey almanız size helal olmaz. Ancak erkek ve kadın Allah’ın yasalarını koruyamamaktan korkarlarsa bu durum müstesna. Şayet karı ile kocanın, Allah’ın çizdiği sınırlarını hakkıyla muhafaza edemeyeceklerinden korkarsanız, kadının (erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için de günah yoktur.” buyurulmuştur (Bakara 2/229).

Muhâla’anın geçerli olabilmesi için, kadının reşit olması, kocanın da boşama ehliyetini haiz olması gerekir. Muhâla’ada bedel iki tarafın karşılıklı anlaşmalarıyla belirlenir. Ancak ayette de belirtildiği gibi kocanın vermiş olduğu mehri geri almak amacıyla huzursuzluk çıkarması helal değildir. Geçimsizliğe kadının sebep olması halinde ise, erkeğin kadına verdiği mehirden fazlasını alması hoş karşılanmamıştır.

Muhâla’a bir bâin talak sayılır, her ikisinin de tekrar evlenmeyi istemeleri halinde, şahitler huzurunda yeni bir mehirle, yeniden evlenmeleri gerekir.

Humus

Sözlükte beşte bir manasına gelen humus, İslâm hukukunda elde edilen ganimetlerden 1/5’inin kamu yararına kullanılmak üzere hazineye alınmasını ifade etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, “Bilin ki, Allah’a ve kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı hak ile bâtılın ayrıldığı gün (Bedir savaşında) ganimet olarak aldığınız bir şeyin beşte biri Allah’a, Resûlüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.” buyurulmaktadır (Enfal 8/45).

Ganimetler ve ganimet hükmündeki define gibi şeylerden, devlet tarafından beşte bir oranında vergi tahsil edilir. Alının bu vergi ayette belirtildiği üzere, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara dağıtılır. Ayrıca kamu yararına, bütün Müslümanların yararına sarf edilir. Zira ayette, humusta hak sahibi olanlar sıralanırken öncelikle Allâh ve Rasulü zikredilmektedir. Bu da kamu yararına harcanmasına işaret eder. Hz. Peygamber’in uygulaması da bu yöndedir. Rasul-i Ekrem bu yetkiye dayanarak, ilk zamanlarda humusu öncelikle toplumun karşılaştığı sıkıntılara harcamış, arta kalanı ayette geçen kişilere dağıtmıştır.

Hurmet

Haramlık haram kılma anlamına gelmektedir. Delalet ve sübut yönünden kesin bir delille, Şâri’in yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir ifade ile yasakladığı fiile haram*; yasaklama işine tahrîm; yasaklanan şeye muharrem, harâm; bu yöndeki hüküm ve vasfa da hurmet denir. (bk. Haram).

Hurmet-i Musahare: Evlilik sebebiyle meydana gelen hısımlıktan dolayı doğan haramlığı ifade eder. İslâm dininde, evlilikten doğan hısımlık sebebiyle kendileriyle evlenilmesi yasak olanlar iki ana grupta incelenebilir. Birincisi devamlı evlenilmesi yasak olanlar, ikincisi ise, geçici olarak yasak olanlar.

Üvey anne ve üvey ninelerle, gelinlerle, kayınvalideyle, eşin nineleriyle, üvey kızlarla ve eşin torunlarıyla evlenmek ebediyyen yasaklanmıştır. Ancak, üvey kızlarla ve torunlarla evliliğin haram olması için, anneleriyle sadece nikahlanmak yeterli olmayıp, zifafın da gerçekleşmesi gerekir. Bu haramlığın doğması için nikah kıyılması şart değildir; zina sebebiyle de bu yasaklık meydana gelir.

Eşlerin kardeşleri, teyze, hala ve yeğenleriyle evlenmek ise, geçici olarak yasaklanmıştır. Eşinden ayrılmadıkça veya eşi vefat etmedikçe bunlarla evlenemez. Ayrılık veya ölüm sebebiyle nikah sona ermiş ise, eski eşin bu sayılan akrabaları ile evlenmek caizdir.

Hüsûf Namazı

Hüsûf kelimesi Arapça’da ay tutulması anlamına gelmektedir. Hüsûf namazı ise, ay tutulduğu zaman kılınan iki veya dört rek’atlik bir namazdır. Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’in öldüğü gün güneş tutulması üzerine, halk İbrahim’in vefatı sebebiyle güneşin tutulduğunu söyler. Bunun üzerine Rasulullah; “Güneş ve ay kimsenin ölümünden veya doğmasından dolayı tutulmaz. Bunu gördüğünüzde namaz kılın, dua edin.” buyururlar (Buhârî, Küsûf, 1; Müslim, Küsûf, 5). Ay tutulduğunda namaz kılmak müstehaptır. Ancak bu genelde gece meydana geldiğinden, güneş tutulmasında olduğu gibi cemaatle değil, ferdî olarak kılınır.

Fırtına, deprem, salgın hastalık gibi korkutucu olaylarda da ay tutulmasında olduğu gibi namaz kılmak müstehaptır.

Husumet

Sözlükte çekişme, cedel, birisiyle niza edip kavgasında kazanma gibi anlamlara gelen husumet, İslâm hukukunda, davacı ve davalının mahkemedeki hukukî konumları ve davaya taraf olma sıfat ve ehliyetini ifade etmektedir.

İslâm hukukunda vücup ehliyetine sahip herkes mahkeme huzurunda davaya taraf olabilir. Ancak tam eda ehliyetine sahip olmayan kimseler, mahkemede velî, vasî gibi kanunî temsilcileri tarafından temsil edilir. Tüzel şahıslar ise, yetkilileri veya vekillerince mahkemede temsil edilebilir. Prensip olarak davalarda, şahısların kendilerinin mahkemeye katılmaları kabul edilmekle birlikte, hastalık, yolculuk gibi mazeretler sebebiyle vekil yoluyla temsili de caiz görülmüştür.

Şahsi hakları ilgilendiren davalarda, sadece ilgili şahıs davacı olabilir. Buna karşılık kamu düzeninin ilgilendiren hususlardaki kanun ihlallerinde, kamu yetkisini elinde bulunduranların yanı sıra, zarar görüp görmediğine bakılmaksızın toplumun her ferdi davacı olabilir.

Hutbe

Sözlükte bir topluluk karşısında yapılan konuşma anlamına gelen hutbe, dinî bir kavram olarak, Cuma ve bayram namazlarında, genel olarak, Allâh’a hamd, Rasûlüne salât ve Müslümanlar’a nasihatten oluşan konuşmayı ifade eder.

Hutbe Cuma namazının sıhhat şartlarındandır. Bayram namazlarında ise sünnettir. Hutbe, Cuma namazından önce, bayram namazlarında ise, namazdan sonra okunur. İki hutbeden oluşur. Hanefîlere göre hutbenin rüknü, Allâh’ı zikirden ibarettir. Allâh’ı hamd, tesbih veya tekbir getirmekle hutbenin farzı yerine getirilmiş olur; ancak sünnet terkedildiğinden mekruhtur.

Hutbe, bir mekanda toplanmış müminlerin, başta dini konular olmak üzere, onların hayatlarını kolaylaştıracak, ilişkilerini uyumlu ve düzenli bir hale getirecek her konuda aydınlatılması için bir vesiledir. Hz. Peygamber’in uygulamaları da bu yöndedir.

Cuma hutbenin sahih olması için, Cuma vaktinde, namazdan önce okunması, hutbe niyetiyle okunması, hutbenin cemaat huzurunda irat edilmesi, hutbe ile namazın yemek, içmek gibi namaz ile bağdaşmayan bir işle ayrılmaması gerekir. Hutbenin cemaat huzurunda okunması şartının gerçekleşmesi için, Hanefî mezhebine göre, kendisiyle Cuma sahih olan en az bir kişinin bulunması yeterlidir.

Hüccet

Sözlükte delil, burhan senet anlamına gelen hüccet, ıstılahta bir hükmün doğruluğunu kanıtlamak ve muarıza karşı galip gelmek amacıyla ileri sürülen delil; mahkemede düzenlenen hukukî belge demektir.

Hüccet kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de, tartışma, muhaseme, çekişme (Bakara 2/139, 258; Âl-i İmrân 3/20, 61, 65, 66; En’am 6/80; Mü’min 40/47; Şûra 42/15); delil ve delil getirmek anlamlarında kullanılmıştır. Herhangi bir sıfat bulunmaksızın yalın halinde geçtiği ayetlerde, doğru ve kesin delil için kullanıldığı gibi batıl ve zannî delil için de kullanılmıştır (Bakara 2/76, 150; Âl-i İmran 3/73; Nisâ 4/165; En’am 6/83; Câsiye 45/25; Şûrâ 42/16). Hedefe ulaşan, sonucu götüren kesin delilin Allâh’a mahsus olduğunu belirten ayette (En’am 6/149), kesinliği belirtmek için bâliğa sıfatı ile birlikte geçmiştir.

Hüccet kavramı özellikle kelâm literatüründe, delil ile aynı anlamda kullanılmış, hak olusun, batıl olsun herhangi bir görüşü kanıtlamak için getirilen delile hüccet denilmiştir. Hatta, tartışmalarda kullanılan şiir, safsata dahi hüccet olarak adlandırılmıştır.

İslâm hukukunda, özellikle Osmanlı hukuk sisteminde ise, şahitlik, yemin, yeminden nükul gibi bir davayı ispata yarayan delil ve bir hüküm ihtiva etmeyen mahkeme tarafından düzenlenen bir nevi tutanak manalarına gelmektedir. Mahkemede kadının huzurunda, taraflardan birinin ikrarını, diğerinin de tasdikini içeren ve bir hüküm ihtiva etmeyen belgelerdir. Belgelerin üst tarafı kadı tarafından imzalanarak mühürlenir.

Hadis terimi olarak hüccet, güvenilir olarak kabul edilip rivayet ettikleri hadisleri delil sayılan ravîye denir. Hüccet olan bir ravinin rivayet etmiş olduğu hadisler ve râviler hakkındaki değerlendirmeleri, dinî ve ilmî yönden güvenilir olması sebebiyle, başka bir desteğe ihtiyaç duyulmaksızın delil olarak kabul edilir.

Hüküm

Sözlükte iyileştirmek amacıyla menetmek, düzeltmek; karar vermek; ilim, derin anlayış; siyâsî anlayış gibi anlamlara gelen hüküm, dini kavram olarak farklı şekillerde kullanılmıştır.

Kelam ilminde hükümlere genel olarak dinî hükümler ve aklî hükümler olarak ikiye ayrılmıştır. Dinî hükümler, ayet ve hadislerden çıkarılan sonuçları ifade etmekte olup, genelde itikadî hükümler, amelî hükümler ve ahlâki hükümler şeklinde tasnif olmuştur. İtikadî hükümler, temelde imanın şartlarından oluşturmaktadır. Bunlar dinî hükümlerin temelini teşkil ettiğinden, aslî hükümler de denir. Amelî hükümler, dinin uygulamaları ve ayrıntılarıyla ilgili hükümlerdir. Bireylerin dış dünyaya yansıyan davranışlarına bağlanacak sonuçları ve bunlarla ilgili kuralları konu edinir. Bu hükümler, itikâdî hükümlere nispeten ikinci derecede olduklarından, fer’î hükümler de denir. Genel olarak ibâdet ve muamelât olmak üzere ikiye ayrılır. Ahlâkî hükümler, insanı kötü huylardan arındırıp, güzel huylarla donatmak amacıyla, nefsin eğitilmesine yönelik, insanın diğer varlıklarla ilişkilerini düzenleyen kurallardır. Dinî hükümlerin hepsinin, birbirleriyle yakın ilişkisi vardır. Aklî hükümler ise, aklın varlıklar ve kavramlar hakkındaki değerlendirmelerini ifade eder.

Hüküm kelimesi, bir fıkıh terimi olarak, hakimin muhakeme sonucunda vermiş olduğu kesin ve bağlayıcı kararı ifade ettiği gibi, siyasi otorite, devlet idaresi, yönetim anlamlarına da gelmektedir.

Fıkıh usulünde ise, Şâri’in, yanı Allâh ve Rasulünün, mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabına hüküm denir. Usulcülere göre hüküm teklîfî hüküm ve vaz’î hüküm olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Teklîfî hüküm, bir işin yapılması veya yapılmamasını talep etmeyi ya da ikisi arasında serbest bırakmayı ifade eder. Namaz ve oruç yapılması istenen, içki içmek yapılmaması istenen, yeyip içmek de serbest bırakılan hükümlerdendir. Teklîfî hükümler, Farz*, Vacip*, Mendub*, Mubah*, Tenzihen Mekruh*, Tahrimen Mekruh* ve Haram* olmak üzere yediye ayrılır. Vaz’î hüküm ise, bir şeyin başka bir şey için sebep, şart veya mânî teşkil etmesi hususunda Şâri’in iradesidir. Örnek verilecek olursa, namazın farz olması için vakit sebep, namaz kılmak için abdest almak şarttır. Kâtilin murisini öldürmesi, mirastan pay almasına manidir.

Hükümet-i Adl

Şahıs aleyhine işlenen suçlardan ölümle sonuçlanmayan yaralama ve sakatlamalarda mağdura ödenmesi gereken ve miktarı belirlenmiş olan bedele erş, erşin dışında kalan ve miktarı belirlenmeyip yetkili mercilerce takdir edilecek olan diyete de hükûmet-i adl denir. (bk. Diyet)

Ayrıca ihramlı iken veya harem bölgesinde avlanan av hayvanı ile kesilen kendiliğinden yetişen bitki ve ağaçların değerinin takdir edilmesine de hükümet-i adl denir. İhramlı kişinin harem bölgesi içinde veya dışında av hayvanını avlaması yasaklanmıştır. Aynı şekilde, harem bölgesinde yaşayan av hayvanlarının avlanması ve burada kendiliğinden biten ve kurumuş olmayan bitki ve ağaçların kesilmesi veya koparılması, ihramlı ihramsız herkes için haramdır.

İhramlı iken harem bölgesinin dışında av hayvanı avlarsa, o bölgeden iki adaletli kişi tarafından kıymeti takdir edilir. Fail dilerse belirlenen bu meblağ ile harem bölgesinde hedy keser, dilerse her birine bir sadaka-i fıtır miktarı olmak üzere fakirlere dağıtır ya da her bir sadaka-i fıtır miktarı için bir gün oruç tutar.

Harem bölgesinde avlanması veya bitki ve ağaçları kesmesi-koparması halinde kıymeti takdir edilerek tasadduk edilir. Bunun yerine oruç tutulması caiz değildir.

Hülle

Arapça’da helal kılma anlamına gelen halle fiilinden türetilen hülle kavramı, üç talakla boşanan bir kadının ayrıldığı kocasına dönebilmesi amacıyla bir başka erkekle evlenmesi anlamına gelmektedir. Bu işlem tahlîl veya tahlîl-i şer’î tabirleriyle de ifade edilmektedir.

Cahiliye döneminde, boşama konusunda bir sınırlama bulunmayıp, erkeklere sınırsız boşama hakkı tanındığından, birkaç kadınla evli olabilen erkek, bu boşama hakkını istismar ederek kadınları cezalandırmak için kullanırlardı. Sınırsız sayıda boşama hakkı bulunduğu için, boşayıp tekrar geri dönmek suretiyle, hem evliliği devam ettirmemekte, hem de kadının başkasıyla evlenmesine engel olmaktaydı. İslâm dini böyle bir istismarı yasaklamış, ayrıca buna yol açan sonsuz sayıdaki boşama hakkını da sınırlandırmıştır. Kur’an-ı Kerim’de; “Boşama iki defadır. Bundan sonrası ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir. (…) Eğer tekrar (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe onunla evlenmesi kendisine helal olmaz. Eğer bu kişi de onu boşarsa ve her ikisi de Allah’ın sınırlarını muhafaza edeceklerine inandıkları takdirde, yeniden evlenmelerinde sakınca yoktur. Bunlar Allah’ın sınırlardır. Allah bunları bilmek, öğrenmek isteyenler için açıklar.” buyurulmaktadır (Bakara 2/229,230).

Kur’an-ı Kerim’de belirtilen, eski eşiyle evlenebilmesi için başka birisiyle evlenmesi şartının yerine gelmesi için, ikinci evliliğin hilesiz, muvazaasız, sahih bir şekilde ve evlilik amacına uygun olarak yapılması ve zifafın  gerçekleşmesi gerekir. Hz. Peygamber, ikinci eşiyle zifaf olmadan birinci eşiyle evlenmesinin helal olmadığını belirtmiştir (Buhârî, Talâk, 4; Ebû Dâvûd, Talâk, 49).

İslâm toplumlarında, değişik bölgelerde ve eski dönemlerden beri hülle uygulamasına rastlanmaktadır. Bunun temelinde, toplumda eğitim seviyesinin düşüklüğü, hak ve sorumlulukların istismarı, çeşitli mülahazalarla bir defada üç talakın geçerli sayılması, talak üzerine yemin edilerek teminat için nikahın kullanılması adetinin yaygınlaşması gibi sebepler yatmaktadır. Bu suretle kocasından üç talakla ayrılaran kadının, tekrar eski kocasıyla evlenmesini sağlamak amacıyla hülle adı verilen, anlaşmalı ve göstermelik bir evlilik formülü getirilmiş, dine karşı bir hile üretilmiştir.

Halbuki ilk eş ile evlenmeyi helal kılmak şartıyla yapılan bu hile, hülle nikahı, İslâm ilkelerine ters düşmekte, kadının hakkını ve itibarını korumak amacıyla boşamanın üç ile sınırlandırılmasının, tam ters yönde kadının onurunu kırıcı bir şekilde istismar edilmesidir. Bu yüzden Hz. Peygamber, hülle yapan ve yaptıran erkeği Allâh’ın lânetine uğramış kişiler olarak ilan etmiş (Ebû Dâvûd, Nikah, 15; İbn Mâce, Nikah, 33), hülle yapan erkeği kiralık teke olarak aşağılamıştır (İbn Mâce, Nikah, 33). Ashab-ı kiram da hüllenin helal olmadığını belirtmiştir. İslâm mezhepleri, hülle şartıyla yapılan evliliğin haram olduğunu kabul etmişler; Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf ve Muhammed ile İmam Şafiî bu nikahın ilk koca ile evlenmeyi helal kılmayacağını, İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel de, hülle şartıyla yapılan evliliğin fasit olduğunu söylemişlerdir.

Ancak, üç talak ile eşinden ayrılan kadın, hilesiz, muvazaasız, sahih bir şekilde ve evlilik amacına uygun olarak başka bir eşle evlenir ve ölüm veya geçimsizlik nedeniyle ayrılık meydana gelirse, ilk eşle evlenmeleri helal olur.

Hünsâ

Hünsâ, erkek veya kadın olduğu belli olmayan kimseye veya kendisinde hem erkeklik, hem de dişilik organları bulunan kimseye verilen addır. Böyle bir kimse, bu uzuvlardan birisinin galebe çalıp da tercihte bulunma imkanı bulunmaması halinde hünsâ-i müşkil denir. Ancak organların işlevleri bakımından biri diğerine tercih edilebilir ise veya buluğ çağına erip de ihtilam olur ya da adet görür ise, buna göre erkek veya kadın olarak kabul edilir.

Hünsâ-i müşkil olduğuna hükmedilmesi halinde, dinî konularda ihtiyatlı davranılır. Cemaatle namaz kıldığında, erkeklerin en arkasında, kadınların önünde yer alır, kadınların arasında kılması halinde namazını iade eder. Namazda başını örter. İpek ve altın giyinmez. Mirastan, kadın ve erkek hissesinden az olanı verilir. Öldüğünde, kadın veya erkek olduğu bilinmediğinden, yıkanmaz, teyemmüm ettirilerek kefenlenir.

Ancak günümüzde, teknolojik gelişmeler ve tıbbî imkanlar sayesinde, cinsiyetinin tespiti mümkün olabilecektir. Bu nedenle kararı tabiplere bırakmak yerinde olacaktır.

Hürre

Hür bayan anlamına gelen Arapça bir kelimedir.

– I –

Iskat ve Devir

Sözlükte ıskat, düşürmek; devir ise, döndürmek, çevirmek anlamına gelmektedir. Dinî literatürde, kişinin sağlığında edâ edemediği namaz, oruç, kurban, adak, keffâret gibi ibadetlerinin, vefatından sonra fakirlere fidye ödenerek düşürülmesine ıskat; bu maksatla ayrılan meblağın kâfî gelmemesi durumunda uygulanan yönteme de devir denmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de, oruç tutmaya gücü yetmeyen çok ihtiyar veya iyileşme umudu kalmayan hastaların, fidye vermeleri gerektiğine dair hüküm bulunmaktadır (Bakara 2/184). Fakat, oruç borcunu düşürmek anlamındaki ıskat-ı savm ayette yer almamaktadır. Hele namaz borcunun düşürülmesi anlamındaki ıskat-ı salât ile devir ise, Kur’an ve Sünnetten herhangi bir delile dayanmamaktadır. Ancak, oruçtaki fidye hükmünü göz önünde bulunduran bazı alimler, en azından namaz için verilen fidyelerin günahların silinmesine vesile olacak bir iyilik olduğu düşüncesiyle, mükellefin, vaktinde kılamadığı ve sonra da kaza edemediği namazlar için fidye verilmesi konusunda vasiyette bulunmasını yararlı görmüşlerdir. Vasiyet edilen fidyeler, ölünün geriye bıraktığı malının 1/3’ünden verilir. Ölenin vasiyeti olmaması halinde, varislerinin fidye vermeleri gerekmez. Ancak, teberru olarak fidye verebilirler.

Devir usulü, ıskat için ayrılan paranın yetmemesi halinde, bir miktar paranın fidye olarak verilmesi, fakirin bunu alıp kabul ettikten sonra tekrar iade etmesi, aynı paranın tekrar fakire fidye olarak verilmesi ve bu işlemin fidye meblağına ulaşıncaya kadar devam etmesi şeklinde cereyan eden ve hiçbir dayanağı bulunmayan bir işlemdir. Devir usulü, fakirlere para vererek ölü için namaz kıldırılması ve oruç tutturması, tamamen asılsız, dinde yeri olmayan şeylerdir.

Iskat-ı Cenîn

Iskat-ı cenîn, döllenme gerçekleştikten sonra rahimde oluşan ceninin dış etki ve müdahale ile düşürülmesi; yani çocuk düşürme demektir. Bu da iki şekilde olabilir. Birincisi anne ve babanın rızasıyla gerçekleşen kürtaj; ikincisi ise, darp, korkutma ve benzeri fiillerle çocuğun düşmesine sebep olmak şeklindeki, cenîne karşı işlenen cinâyetlerdir. Hamile kadının karnındaki çocuğun düşmesine neden olan müessir fiilde, gurre denilen bir tazmînat ödenmesi gerekir. (bk. Gurre)

Cenînin dış etki ve müdahalelerle düşürülmesi, yani kürtaj, çok eski dönemlerden beri dinin, ahlak ve hukukun tasvip etmediği bir davranıştır. Yahûdîlik ve Hıristiyanlıkta olduğu gibi İslâm dininde de kürtaj caiz görülmemiştir. İnsanın yaşama hakkı, erkek spermi ile kadının yumurtasının birleşip döllenmenin başladığı andan itibaren Allah tarafından verilmiş temel bir haktır. Artık bu safhadan itibaren anne-baba da dahil hiç kimsenin bu hakka müdahale etme hakkı yoktur.

İslâm alimleri, ruh üflendikten sonra çocuk düşürmenin veya aldırmanın haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak, bazı fakihler 120 günden veya 40 günden önce çocuğa ruh üfürülmediği için kürtajın  caiz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak günümüzde tıb sahasındaki ulaşılan bilgiler göstermektedir ki, cenin döllenmeden itibaren bir canlılık ve bütünlük kazanmakta, safha safha oluşum ve gelişimini tamamlayıp ilk birkaç haftadan itibaren organları teşekkül etmektedir. Hatta kalp atışlarının hissedildiği belirtilmektedir. Bu nedenle, ceninin canlılığının, mahiyetini hiçbir zaman kavrayamayacağımız ruhun üflenmesiyle aynı şey olduğunu ileri sürerek kürtajın bu döneme kadar caiz olduğunu söylemek mümkün değildir. Nitekim İslâm hukukçularının çoğunluğu da bu görüştedir.

Ancak annenin hayatını kurtarmak gibi tıbbî ve kesin bir zarûret ortaya çıkması halinde, anne karnındaki ceninin tıbbî bir müdâhale ile alınması caizdir. Fakat bu konuda uzmanlığına güvenilen bir tabibin karar vermesi gerekir.

Ismarlama

bk. Istısna’.

Istıshâb

Sözlükte, birlikte olmak, ayrılmamak, beraberliğin devamını istemek anlamlarına gelen ıstıshâb, fıkıh usulünde, değiştiğine dair bir delil bulunmadıkça, geçmişte sabit olan bir durumun varlığını koruduğuna hükmetmek demektir. Buna göre, daha önce varlığı bilinen bir durumun, aksini gösteren bir delil bulunmadığı sürece varlığının devam ettiğine; daha önce yok olduğu bilinen bir durumun da, daha sonra meydana geldiğine dair bir delil bulunmadıkça halihazırda da mevcut olmadığına hükmedilir.

Istıshâb, İslâm hukukunda hüküm çıkarmada kullanılan fer’î delillerden olup dört kısma ayrılır; berâet-i asliyye ıstıshâbı, varlığına din veya aklın delâlet ettiği ıstıshâb, hüküm ıstıshâbı ve vasıf ıstıshâbı.

Berâet-i asliyye ıstıshabı, bir delil bulunmadıkça kişinin zimmetinin sorumluluktan arınmış kabul edilmesidir. Bu metod üzerine, ‘berâet-i zimmet asıldır (borçsuz ve suçsuzdur)’ kaidesi inşa edilmiştir. (bk. Berâet). Varlığına din veya aklın delâlet ettiği ıstıshâb, aklın veya dinin hükmü ile sabit olan durumun, değiştirici bir delil ortaya çıkana kadar devam etmesidir. Meselâ borç alan bir kimsenin, borcunun ödediğine veya alacaklı tarafından ibrâ edildiğine dair bir delil getirmedikçe borçluluğuna hükmedilir. Nikahın feshedildiği veya boşandıkları bir delil ile sabit olmadıkça, evlilik hayatı meşru olarak devam eder. Hüküm ıstıshâbı, bir konuda yasaklayıcı veya helal kılıcı bir hüküm bulunması halinde, helali harama, haramı helale çeviren bir delil ortaya çıkıncaya kadar önceki hükmün aynen devam etmesi halidir. Kur’an-ı Kerim’de, “yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.” buyurulmaktadır (Bakara 2/29). Buna göre, hakkında haram olduğuna dair delil bulunmayan bütün yiyecekler ve içecekler helaldir. Bu delile dayanılarak, ‘eşyada aslolan mubah oluşudur’ kaidesi benimsenmiştir. Vasıf ıstıshâbı ise, mevcut bir vasfın değiştiğine dair delil bulunmadıkça aynen devam etmesi, şüphe ile bu vasfın ortadan kalkmaması anlamına gelir. Meselâ, abdest alan bir kimsenin, abdestini bozduğunu hatırlamaması, abdestsizliği için yeterli değildir; abdestini bozan bir şey sebebiyle veya gailp zan ile abdestsiz olduğuna hükmedilir. Gaib olan kimsenin, öldüğü sabit olmadıkça hayatta olduğuna hükmedilir. Bu delilden hareketle, ‘şüphe yakîn ile zail olmaz’ kaidesi konmuştur.

Istısnâ’

Sözlükte yaptırmak, bir şeyi yapmasını istemek anlamlarına gelen ıstısnâ’, bir fıkıh terimi olarak, bir sanat sahibinden belirli bir şeyi yapması için kurulan akdi ifade eder. Bu akitte, ısmarlanan şeyin malzemesi veya hammaddesi yapan kişiye aittir. Şayet, malzeme veya hammade ısmarlayan kişiye ait olursa akit, ıstısnâ’ değil icâre akdi olur. Meselâ, kumaşı ve dikişi terziye ait olmak üzere elbise diktirilmesi için yapılan akit bir ıstısnâ’dır.

Istısnâ’ akdi, Hanefîlere göre istihsanen caiz kabul edilmiş olup, icap ve kabul ile kurulur. Istısnâ’ın caiz olması için, ısmarlanan şeyin cinsi, çeşidi, miktarı ve sıfatının belirlenmiş olması gerekir. Ayrıca ısmarlanan şeyin, elbise diktirmek, ayakkabı yaptırmak, çanta, kap gibi sipariş verilerek yaptırılabilen bir şey olması, bu konuda halk arasında teamül bulunması gerekir.

Istısnâ’ akdi, iki taraf için de bağlayıcı olmayan bir akittir. Sipariş verilen şey yapılmadan önce her iki taraf da bu akitten dönebilir. Yapılması tamamlandıktan sonra da, yapan sanatkar başkasına satabilir. Ancak bu durumda, sipariş veren kişiye tekrar yenisini yapmakla yükümlüdür. Ismarlanan şey tamamlanıp da alıcıya arz edildiğinde, belirlenen vasıflara uygun bir şekilde imal edilmesi halinde, Ebû Yûsuf’a göre alıcının, yani sipariş veren kimsenin tercih hakkı bulunmamaktadır; kabul etmek zorundadır.

Itâk

Kölenin hürriyetine kavuşturulması anlamına gelen bir fıkıh terimidir. (bk. Azât Etmek)

Itk

Kölenin hürriyetine kavuşturulması anlamına gelen bir fıkıh terimidir. (bk. Azât Etmek)

Iyâl

Bir kimsenin bakmakla yükümlü olduğu, eşi, çocukları, ana-babasına ıyâl denir. (bk. Nafaka)

Îd

Arapça bir kelime olan îd, Türkçe’de bayram anlamına gelmektedir. (bk. Bayram)

Izdıbâ

Sözlükte bir şeyi koltuğun altına sokmak anlamına gelen ızdıbâ, hac ve umrede erkeklerin, sağ omuzlarını dışarıda bırakacak şekilde ihram giymelerine denir. Erkekler, giymiş oldukları iki parça ihramdan, vücudun belden üstünü örten parçasının bir ucunu, sağ kolun altından geçirip, sol omuz üzerine atmak suretiyle sağ kol ve omuzu ridânın dışında bırakırlar. Remel (tavafta kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı bir şekilde yürümek) yapılması gereken tavafların bütün şavtlarında ızdıbâ sünnettir. Şafiîlere göre, Safâ ile Merve arasında sa’y edilirken de ızdıbâ yapmak da sünnettir. Tavaf bitince omuz örtülür ve tavaf namazı omuzlar örtülü olarak kılınır. Remel yapılan tavaflar dışında ızdıbâ yapmak mekruhtur.

Izdırar

Zarûret hali anlamına gelen fıkhî bir terimdir. (bk. Zarûret)

– İ –

İâre

bk. Âriyet.

İbâha

Sözlükte salıvermek, açıklamak, helal kılmak gibi anlamlara gelen ibâha, bir fıkıh teremi olarak, mükellefin bir fiilin yapılması veya yapılmaması konusunda serbest bırakılması, başka bir ifadeyle fiilin yapılıp yapılmamasının eşit tutulup herhangi birinin tavsiye edilmemesini ifade etmektedir. Bu şekilde serbest bırakılan fiile de mubah denir. (bk. Mubah)

İbârenin Delâleti

Bir fıkıh usulü kavramı olan ibârenin delâleti; lafzın sevk edildiği manaya delalet etmesi demektir. Başka bir ifadeyle, lafzın, nassın gelişindeki aslî maksat olan veya ona tâbî olarak kasdedilen hükme delâlet etmesidir. Buna nassın ibaresi de denilmektedir.

Allah Tealâ; “Faiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların “Alım-satım tıpkı faiz gibidir” demelerindendir. Halbuki Allah, alım-satımı helal, faizi haram kılmıştır. (…)” buyurmaktadır (Bakara 2/275). Bu ayet iki hükme delalet etmektedir: Birincisi, alışveriş ile faizin aynı şeyler olmadığı; ikincisi ise, alışverişin helal, faizin ise haram kılınmasıdır. Bu iki hüküm de lafızdan ve ibareden çıkmaktadır. Çünkü ayet, bunları açıklamak için gelmiştir ve lafzın zahiri bu iki hükmü de içermektedir.

Nassın ibaresi, delâlet yollarının en kuvvetlisidir. Bunu sırasıyla, nassın işareti, nassın delaleti ve iktizânın delâleti takip etmektedir. Eğer nassın delâleti, diğer bir delalet ile çatışırsa, kuvvetli olduğundan tercih edilir. zayıf olana itibar edilmez.

İbnü’s-Sebil

Kelime anlamıyla yol oğlu demek olan ve Araplar arasında yolcu, uzun süredir yolda olan anlamlarına gelen ibnü’s-sebîl, dini bir kavram olarak, yolda kalmış kimse için kullanılmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de, zekattan ve ganimetin 1/5’inden yolda kalmışlara verileceği belirtilmiş (Tevbe 9/60; Enfâl 8/41; Haşr 59/7); ayrıca bunlara yardım edilmesi tavsiye edilmiştir (Bakara 2/177, 215; Nisâ 4/36; İsrâ 17/26; Rum 30/38).

Fakihlerin çoğunluğuna göre, ibnü’s-sebîl, kendi memleketinde malı olmakla birlikte, bulunduğu yerde malı, parası olmayan, bu nedenle yolda kalan kimseyi ifade etmektedir. Gurbette, herhangi bir sebeple muhtaç duruma düşen kimse, memleketinde malı da olsa, bundan yararlanamadığı sürece, fakir olarak kabul edilir ve kendisine zekattan hisse verilir. Yolda kalan kimseye, yolculuğuna devam etmeye veya malının bulunduğu yere dönmeye yetecek kadar zekat verilebilir.

Yolcuya zekat verilebilmesi memleketine dönebilecek kadar parası bulunmaması ve yolculuğa meşrû bir amaçla çıkması gerekir. Malı bulunduğu halde, çeşitli baskılar sonucunda ülkesini terk etmek zorunda kalan mültecilere de, ibnü’s-sebil olarak zekat verilir.

İbrâ

Sözlükte arındırmak, temize çıkarmak, yükümlülükten kurtarmak gibi anlamlara gelen ibrâ, bir fıkıh kavrama olarak, bir kimsenin başka birinde bulunan alacak veya hakkından karşılıksız olarak vaz geçmesini ifade eder.

İbrâ dinimizde mendûb kabul edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, borçlunun sıkıntı içinde olması halinde borcun ertelenmesi veya bağışlanması tavsiye edilmiştir; “Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer bilirseniz, bunu sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara 2/280). Hz. Peygamber de, bu yönde teşvik ve tavsiyelerde bulunmuştur.

İbrânın sahih olması için, ibrada bulunan kimsenin tam edâ ehliyetine sahip olması gerekir. İbrâ hak sahibinin bizzat kendisi tarafından yapılabileceği gibi, vekil tarafından da gerçekleştirilebilir. İbrâ iki taraflı bir akit olmakla birlikte, hakim olan görüşe göre, sadece ibrâ edenin tek taraflı irade beyanı ile gerçekleşir. Ancak ibra edilenin kabul etmeme, reddetme yetkisi vardır. İbrâ edilen, ibrâyı reddetmesi halinde hükümsüz olur.

İbrânın gerçekleşmesi halinde, hak düşer ve dava konusu olmaktan çıkarar. Bunun sonucunda ibrâ eden ile ibra edilen arasındaki borç münasebeti sona ermiş olur. Hakkın düşmesinden sonra, ibra edenin bunu talep etmesi veya ibradan vazgeçmesi mümkün değildir.

Îcâb

Sözlükte, bir şeyi gerekli kılmak, bir öğün yemek yemek, korku ve endişeyle yüreğini oynatmak, cennet ve cehennemi gerektiren iş işlemek gibi anlamlara gelen îcâb, dini bir kavram olarak; fıkıh usulünde, Şâri’in bir fiilin yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istemesini, İslâm hukukunda ise, akitlerin kuruluşunda, akit yapmak isteyen tarafın teklifte bulunmasını, bu yöndeki arzusunu belirten irade beyanını ifade eder.

Şâri’in bir fiilin yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir şekilde istemesine îcâb, yapılması istenen fiile de vâcip denir. Fakihlerin çoğunluğuna göre farz ile vâcib arasında fark bulunmamaktadır. Hanefîlere göre ise, sübut ve delalet bakımından kesin olan bir delille yapılması kesin ve bağlayıcı bir şekilde istenen fiiller farz, zannî bir delil ile istenen ise vaciptir. (bk. Vâcib; Farz)

İslâm hukukunda akitlerin kuruluşunda tarafların rızası önemli bir unsur oluşturmaktadır. Akdin gerçekleşmesi için karşılıklı rızanın olması şarttır. Ancak rıza, insanın iç aleminde cereyan eden gizli bir husus olduğundan, bunun yerine rızayı ortaya koyan irade beyanı esas olarak alınmıştır. Akit yapmak isteyen taraflardan ilk olarak teklifte bulunan kimsenin, bu yöndeki arzusunu belirten irade beyanına îcâb; karşı tarafın buna uygun olarak yapmış olduğu irade beyanına da kabûl denir. Karşılıklı irade beyanı olan îcâb ve kabûlün vaki olması üzerine akit kurulmuş olur.

Îcâbta bulunan kimsenin tam edâ ehliyetine sahip olması gerekir. Nakıs edâ ehliyetine sahip kişilerin irade beyanlarının sonuç doğurması için, akdin hibe gibi tamamen zararına bir akit olmaması ve vasî veya velîsinin izni gerekir.

İcâbet

Sözlükte cevap vermek, kabul etmek anlamlarına gelen icâbet, dini bir terim olarak, Allâh’ın duâları kabul etmesi; fıkıhta ise, bir akitte tarafların akdi kabulü manalarına gelmektedir.

Yüce Allâh, Kur’an-ı Kerim’de kendisine yapılan duâları kabul edeceğini müjdelemekte ve “Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dualarını kabul ederim. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.” buyurmaktadır (Bakara 2/186). Allâh Teâlâ, yapılan bütün duâlara karşılık verecektir. Ancak bu, yapılan duânın aynen kabul edileceği anlamına gelmez. Allâh, bazen değişik hikmetlerle kulun duâsını aynen kabul etmez, fakat kul için daha uygun ve hayırlı olacak şekilde, bu dünyada veya ahirette karşılığını vermek üzere kabul eder.

İslâm hukukunda icâbet, akit yapmak isteyen tarafın teklifte bulunmasına karşılık, diğer tarafın buna uygun olarak yapmış olduğu irade beyanınd bulunmasına, akdi kabûl etmesine de icâbet denir. Akitlerde kabûlde bulunacak kimsenin, kural olarak edâ ehliyetini haiz olması gerekir. Akdin hibenin kabul edilmesi gibi şahsın tamamen yararına olması halinde nakıs edâ ehliyeti yeterli görülmekle birlikte, kar ve zarar ihtimali bulunan akitlerde tam edâ ehliyetine sahip olması gerekir. Nakıs edâ ehliyetine sahip şahısların, bu tür akitleri kabullerinin geçerli olması için vekil veya vasinin izni gerekir; tamamen zararına olan akitleri kabul etmeleri ise söz konusu değildir.

Îcar

Kiraya verme, ücretli işçi edinme anlamlarına gelmektedir. (bk. İcâre)

İcâre

Sözlükte kiralamak, iş karşılığı verilen şey anlamlarına gelen icâre, fıkıhta da sözlük anlamına uygun olarak menfaatin bedel karşılığı satımını konu alan iş ve kira akdini ifade etmektedir. Kiralayana müstecir, kiraya verene âcir, icâre akdine konu olan işçiye ecîr ve menfaate karşılık verilen bedele ücret denir.

İslâm hukukunda icâre akdi, hem gayrimenkul ve menkul eşyanın kiralanmasını, hem de insanın çalışmasını konu alan iş akdini kapsar. İcâre, ticarî ve günlük hayatta en çok ihtiyaç duyulan akitlerden olup, karşılıklı borç doğuran iki taraflı ve bağlayıcı bir akittir. İcâre akdinin şekli, işleyişi toplumsal anlayışlarla ve şartlarla yakından alakalı bulunduğundan, Kur’an ve sünnette ayrıntılı hükümler konulmak yerine, genel çerçeveler çizilmiş, belli ilkeler belirlenmiştir.

İcâre akdi, menfaatin kaynağı bakımından, ayn icâresi ve insan icâresi olmak üzere iki ana gruba ayrılır. Ayn icâresi, günümüz hukuk literatüründe kira akdi; insan icâresi ise, iş akdi olarak isimlendirilmektedir.

Kira akdinin geçerli ve sağlam bir şekilde kurulabilmesi için, tarafların edâ ehliyetine sahip olmaları, akdin konusunun, süresinin ve ücretin sözleşme esnasında açıkça belirlenmesi gerekir. Kira akdinin konusu, yani kiralanan şey gayrimenkul veya menkul olabilir. Ancak kiralanan şeyin kullanımının mümkün, mutat ve mubah olması gerekir. Akit esnasında kiralanan şeyin kullanım şeklininin ve kira bedelinin tartışmaya yol açmayacak şekilde belirlenmesi gerekir. Akdin kurulması üzerine, kiraya veren kimsenin kiralanan şeyi kullanıma elverişli olarak kiracıya teslim etmesi ve kira süresince kullanıma elverişli bulundurması, ihtiyaç olduğunda bakım ve onarımını yaptırması kiraya verenin yükümlülüklerindendir. Buna karşılık kiracının, kiralanan şeyi akdin ve örfün gerektirdiği gibi kullanması ve kira bedelini ödemesi gerekir. Kira süresinin dolmasıyla kira akdi sona erer; kiralanan şeyin tahliye edilmesi gerekir. Ancak kira süresi sona ermekle birlikte, tarlada ekinin olgunlaşmaması gibi haklı mazeret ve ihtiyaç sebebiyle akit makul bir süre uzatılır ve emsal bedel (ecr-i misil*) ödenmesi gerekir.

Klasik fıkıh literatüründe icâre-i âdemî olarak isimlendirilen iş akdi, işçinin ücret karşılığında belli bir süre çalışması veya belli bir işi yapması üzerine kurulan akittir. İş gören kimseye ecîr, iş verene de müstecîr denir. İş akdinin kurulmasında, kira akdinde aranan şartların bulunması gerekir. İşçinin sarf edeceği emeğin akit esnasında belirlenmesi, yapılacak işin ifasının hukuken ve fiilen mümkün olması, hukuken ve dinen serbest olması gerekir. Namaz, oruç, Kur’an okumak gibi sırf ibadet sayılan dinî mükellefiyetlerde icâre caiz değildir. (bk. Ecîr, Ecr.)

İcâre-i Vâhide

Kelime anlamıyla bir defalık kira akdi, tek kira bedeli demek olan icâre-i vâhide, bir fıkıh terimi olarak, vakıf akarlarının, mütevellîsi tarafından belirli bir süre tayin edilerek kiralanmasını ifade etmektedir.

Vakıf malları işletilmeleri bakımından üçe ayrılır: icâreteynli vakıflar, mukataalı vakıflar ve icâre-i vâhideli vakıflar. Bunlardan icâreteynli ve mukataalı vakıflar uzun süreli, icâre-i vâhideli vakıflar ise kısa süreli kirâ akdiyle işletilen vakıflardır. Kiralama süresinin belirli ve kısa olması icâre-i vâhideli vakıfların en belirgin özelliğidir.

İcâre-i vâhideli vakıflarda, vakıf mallarını mütevellisinin kiraya vermesi gerekir. Ancak mütevellînin ilgilenmemesi veya görevini suiistimal etmesi halinde, hakim tarafından kiraya verilir. Kiralanan vakıf malının ücretinin, ecr-i misilden* daha düşük olmaması gerekir. Kira süresinin dolması veya kiracının vefat etmesiyle akit sona erer.

İcâreteyn

Sözlükte çifte kiralama veya iki kira bedeli anlamlarına gelen icareteyn, bir fıkıh terimi olarak, vakıf akarlarının, biri peşin ve diğeri de vadeli olmak üzere çift kira bedeli ile uzun süreli olarak kiraya verilmesini ifade etmektedir.

Osmanlılarda vakıf akarlarında uygulanan bu kiralama usulünde, akarın gerçek kıymetine yakın veya eşit bir ücret peşin olarak verilir, ayrıca her ay veya yıl sonunda cüz’î bir kira ödenir. Böyle kiralanan vakıf akarlarına, icâreteynli vakıflar, kiralayana da icâreteyn mutasarrıfı denir.

Bu kiralama şeklinin en önemli özelliği, ferağ ve intikalin câri olmasıdır. İcâreteyn mutasarrıfı, mülkiyet hakkına benzer sonuçlar doğuran bir tasarruf hakkına sahiptir; kullanma, faydalanma ve rakabe üzerinde tasarruf hakkı vardır. Akarın rakabesi vakfa ait olmakla birlikte, icareteyn mutasarrıfının sahip olduğu tasarruf hakkı müebbed bir kira ile pekişmiştir, akardaki tasarruf hakkı intikal eder. Cumhuriyet döneminde 2762 sayılı Vakıflar Kanunu ile icâreteynli vakıflar bir tâviz bedeli karşılığında tasfiye edilmiştir. Taviz bedeli, icâreteynli vakıflarda peşin ödenen kiranın yirmi katı olarak belirlenmiş, ancak son dönemlerde bunun çok düşük meblağlarda olması nedeniyle, bu akarların büyük bir kısmı mutasarrıflarına düşük bir bedelle devredilmiştir.

İcbâr

Sözlükte zorlamak, zor kullanarak bir kimseyi bir işe sevk etmek anlamına gelen icbâr, dinî bir kavram olarak, meşru bir yetki kullanılarak kişinin dinen veya aklen caiz ya da gerekli bir işi yapmaya zorlanmasını ifade eder.

Dinin temelini teşkil eden iman esasları ile ikinci önemli halkasını oluşturan ibadetlerin ve diğer bütün dinî ödevlerin yerine getirilmesinde, hür irade ve bilinçli davranış esastır. Bunun için, bu konularda zorlama hoş karşılanmamıştır. Kur’an-ı Kerim’de, “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.” buyurulmaktadır (Bakara 2/256). Ayrıca Yüce Allâh Hz. Peygamber’e hitaben, “(Resûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” buyurmuştur (Yunus 10/99). Esasen iman kalp ile tasdik demek olup, inanmaksızın zorlama yoluyla inandığını söylemek geçerli de değildir. Aynı şekilde ibadetlerin ve diğer dinî görevlerin zorlama ile yerine getirilmesi de dünyevî sonuç doğursa da, uhrevî yönden bir sonuç doğurmaz.

Hukuk alanında zorlamayı ise, müeyyideler oluşturmaktadır. Hukuk kurallarına uygun hareket edilmesini sağlamak amacıyla, hukuk kurallarını ihlal eden kişinin canına, malına, hürriyetine veya itibarına yönelik ceza uygulanması; hukuki yükümlerini yerine getirmeyenlerin, kamu gücü harekete geçirilerek cebri icra vasıtalarıyla bu yükümlülüklerini zorla yerine getirmelerinin sağlanması veya başkasına verdiği zararın giderimi hukukun maddi müeyyidelerini oluşturmaktadır. (bk. Müeyyide)

İcmâ’

Sözlükte birleştirmek, derleyip toparlamak, bir işi sağlam yapmak, fikir birliği etmek gibi anlamlara gelen icmâ’, fıkıh usulünde, Hz. Peygamber’in vefatından sonra herhangi bir devirde alimlerin, dinî bir meselenin hükmü hakkında ittifak etmeleri manasına gelir.

İcmâ’ın meydana gelmesi için, Hz. Peygamber’in vefatından sonra meydana gelmiş olması, görüş beyan edenlerin Hz. Muhammed’in ümmetinden müçtehitler olması, icmâ’ edilen konunun şer’î bir hüküm olması ve o devirde yaşayan bütün müçtehitlerin fikir birliği etmiş olmaları gerekir.

İcmâ, teşekkülü bakımından sarih icmâ’ ve sükûtî icmâ’ olmak üzere ikiye ayrılır. Sarih icmâ’, herhangi bir zamanda yaşayan bütün müçtehitlerin bir meselenin hükmüne dair görüşlerini tek tek açıklamaları suretiyle meydana gelen fikir birliğidir. Sükûtî icmâ’ ise, bir veya birkaç müçtehidin görüş belirttikten sonra bu görüşe muttali olan o devirdeki diğer müçtehitlerin açıkça bu görüşe katıldıklarını beyan etmemekle birlikte itiraz da etmeyip sükut etmeleri suretiyle oluşan icmâ’dır.

Alimlerin çoğunluğuna göre sarih icmâ’, kesin delil teşkil eder; ona uymak vaciptir. Sükûtî icmâ’ın, sarih icmâ’ gibi kesin delil olup olmayacağı konusunda ise ihtilaf vardır. Mâlikîler ve Şâfiîlere göre, alimlerin sükutu ile icmâ’ gerçekleşmeyeceğinden, bunlara göre, ayrıca Hanefîlerden Kerhî’ye göre sükûtî icmâ’ kesin bir delil olmayıp, zannî bir delildir. Hanefîlerin çoğunluğu ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise, sarih icmâ’ gibi kesin bir delildir.

İçtihât

Sözlükte bir konuda elden gelen çabayı sarf etmek, bir şeyi elde edebilmek için olanca gücü harcamak anlamlarına gelen ictihâd, bir fıkıh terimi olarak, fakihin tafsîlî delillerden şer’î-amelî hükümleri çıkarmak için bütün imkanını harcaması manasına gelir.

İslâm dininde hükümlerin aslî kaynağı ayetler ve hadislerdir. Ancak bu iki kaynağın sınırlı olması, olayların ise sonsuz olması bu iki kaynağa dayanarak içtihad etmeyi, yani hüküm çıkarmayı zarûrî kılmaktadır. Zamanın ve çevrenin şartlarına bağlı olarak ortaya çıkan yeni hadiselere nasların uygulanmasında, nasların zamana göre yorumlanmasında etkin rolü içtihat müessesesi oynamaktadır. Nasların teşri sebebini araştırmak, âdet ve şartların durumunu takdir etmek, yeni hadiselere, nasların ruhuna uygun hükümler bulmak içtihat alanına giren problemlerdendir.

İçtihâtla sabit olan hükümler, alimin kendi gayreti ile elde ettiği görüş olduğundan, kesinlik ifade etmez. Bu nedenle her zaman tartışılabilir ve yanlışlığı ileri sürülebilir. Her içtihât, kendi devri ve şartları içinde doğru ve geçerli sayılır.

Nasslardan hüküm çıkaracak kimseye müçtehit denilir. Her devirde, Müslümanların problemlerini çözümleyecek müctehidleri yetiştirmeleri dinî bir görevdir. Fıkıh usulcüleri müctehid olmak için farklı şartlar koşmuşlardır. (bk. Müçtehit)

Mezhep imamları gibi mutlak müçtehit olmak için ileri sürülen şartların günümüzde bir kişide bulunması zor görülmekle birlikte, teknolojik ve ilmî gelişmeler sonucunda ulaşılan imkanlar sayesinde, şer’î delilleri anlama ve yorumlamada ve onlardan hüküm çıkarmada günümüz alimleri daha şanslı hale gelmişlerdir. Tefsir, hadis, fıkıh konularında günümüze kadar pek çok çalışmalar yapılmıştır. Ayetlerin nüzul sebepleri, delaletleri konusunda araştırmalar gerçekleştirilmiş, hemen bütün hadislerin tespiti, tahrici, tenkidi konusunda çalışmalar yapılmıştır. Ve bu çalışmalar halâ sürdürülmektedir. İletişimin ve teknolojinin çok ileri bir düzeye ulaştığı günümüzde, bu çalışmalara ulaşmak çok kolay hale gelmiştir. Diğer taraftan bu çalışmalar bilgisayar ortamına aktarılmış, CD’lere kaydedilmiştir. Bir – iki tuşa basmakla bir konudaki bütün ayet ve hadislere ve o konu üzerinde yapılan çalışmalara ulaşılabilmek imkanına kavuşulmuştur.

Aynı şekilde tıp, ekonomi, iktisat, sosyoloji, psikoloji gibi ilim dallarında müstakil enstitüler, fakülteler kurulmuş, çalışmalar hızlanmıştır.

Sonuç olarak, fıkıh melekesini kazanmış samimi ve bu bilgilere ulaşabilecek İslâmî ilimlerde temayüz etmiş şahıslar ile iktisat, hukuk, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, tıp gibi ilimlerden ihtiyaç duyulan bir veya birkaçında mütehassıs kişilerden oluşturulacak içtihat şurası sayesinde günümüz problemlerine çözümler getirilebilir, ihtiyaç duyulan hükümler konulabilir.

İddet

Sözlükte saymak, miktar, adet anlamlarına gelen iddet, dinî bir kavram olarak, herhangi bir sebeple evliliğin sona ermesi halinde, kadının yeni bir evlilik yapabilmek için beklemek zorunda olduğu süreyi ifade eder. İddet esas itibariyle kadının beklemek zorunda olduğu süre olmakla birlikte, bazı durumlarda erkeğin de beklemesi gerekir. Erkeğin boşandığı eşinin kız kardeşi, halası, teyzesi veya yeğenleriyle evlenmek istemesi halinde, boşadığı eşinin iddetini tamamlamasını bekler. Aynı şekilde, dört kadınla evli iken bunlardan birisini boşaması halinde, tekrar bir kadınla evlenebilmesi için, boşadığı kadının iddetini tamamlamasını bekler.

İddetin, kadının hamile olup olmadığının anlaşılarak nesebin karışmasını önleme, taraflara düşünme ve tekrar bir araya gelme fırsatı verme, kadın için yeni hayata ruhen hazırlama, evlilik bağını yok etmemek gibi hikmetleri bulunmaktadır.

Sahih evlilikte zifaf veya sahih halvet gerçekleşmiş ise, fâsit evlilikte ise zifaf meydana gelmiş ise ayrılmaları halinde kadının iddet beklemesi gerekir. Ancak evlilikten sonra erkeğin ölmesi halinde, zifaf veya halvet şartı aranmaksızın kadın iddet bekler. Kur’an-ı Kerim’de, evliliğin sona eriş şekline ve kadının hamile olup olmamasına göre iddet sürüleri farklı olarak belirlenmiştir.

Evlilik boşanma veya fesih yoluyla sona ermiş ve kadın da hamile değil ise, adet gören kadın üç hayız süresi iddet bekler (Bakara 2/228); herhangi bir sebeple adet görmeyenler ise, üç ay süreyle iddet beklerler (Talak 65/4). Evlilik erkeğin ölümü ile sona ermiş ve kadın da hamile değilse, iddet süresi dört ay on gündür (Bakara 2/234). Evlilik ne şekilde sona ererse ersin, hamile olan kadının iddeti, doğum yapıncaya kadardır; doğum yapmasıyla iddeti sona erer (Talak 65/4).

İddet bekleyen kadınların nafakaları belirli şartlarla ayrıldığı kocaları üzerinedir. Hanefilere göre boşanma sebebiyle evliliğin sona ermesi halinde, iddet süresince kadının yiyecek, giyecek, barınma gibi ihtiyaçları, boşayan koca tarafından karşılanır. Ölüm sebebiyle evliliğin sona ermesi halinde, vefat eden kocanın vücup ehliyeti sona erdiğinden nafaka borcuna muhatap olması söz konusu değildir. Ancak, kocanın bir yıl süreyle evden çıkarılmamasını vasiyet etmesi Kur’an-ı Kerim’de tavsiye edilmiştir: “Sizden ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda (sağlıklarında) vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, (kendiliklerinden) çıkıp giderlerse, kendileri hakkında yaptıkları meşru şeylerden size bir günah yoktur. Allah azîzdir, hakîmdir.” (Bakara 2/240).

Îfâ

Sözlükte bir şeyi tam yapmak, eksiksiz vermek, gereğini yerine getirmek anlamlarına gelen îfâ, bir fıkıh kavramı olarak, dinî mükellefiyetlerin ve borçlanılan edimin gerektiği şekilde yerine getirilmesini ifade etmektedir.

Dinî, ahlâkî ve hukukî bütün yükümlülüklerin yerine getirilmesinde îfâ kavramı kullanılmakla birlikte, günümüz hukuk literatüründe daha çok borçlanılan edimin gereği gibi yerine getirilmesi manasında kullanılmaktadır.

Îfâ, borç ilişkisini sona erdiren sebeplerden biridir. Îfânın konusu, borcun konusundan ibaret olup, borçlanılan şeyin yerine getirilmesi gerekir. Îfâ edilmesi gereken edim, bir şeyin verilmesi, bir şeyin yapılması veya yapılmaması olabilir. Borç ne ise, kural olarak onun ifâ edilmesi gerekir. Borçlunun asıl edimin yerine başka bir şey teklif etmesi halinde, alacaklının bunu kabul etme zorunluluğu yoktur. Ancak alacaklı bunu kabul edebilir veya borçlu ile anlaşma yapabilir. Akit esnasında şart koşulmadığı sürece veya bir ressama tablo sipariş verilmesi gibi borcun konusunun borçluyla bağlantısı bulunmaması halinde, îfânın bizzat borçlu tarafından yerine getirilmesi şart değildir; üçüncü kişiler tarafından da borç îfâ edilebilir. Borcun ifâ yeri, taraflarca diledikleri gibi belirlenebilir. Taraflarca belirlenmemesi halinde akdin mahiyetine göre ifa yeri tayin edilir. Îfâ yerinden başka yerde sunulan îfâyı alacaklı kabul etmek zorunda değildir.

Borç hiç ifa edilmemiş veya gereği gibi ifa edilmemiş ya da ifasında gecikilmiş ise ve borcu sona erdiren diğer sebepler de yoksa geniş anlamıyla “borcun ifa edilmemesi”, başka bir deyişle “borca aykırılık” söz konusudur. Borca aykırılık üç şekilde ortaya çıkabilir. Bunlar da kusurlu ifa imkansızlığı, gereği gibi ifa etmeme ve temerrütten ibarettir.

Kusurlu ifa imkansızlığı, borçlunun kusurlu bir davranışı yüzünden edimin, sürekli ve kesin olarak yerine getirilmesinin mümkün olmamasıdır. Gereği gibi îfâ etmeme. Gereği gibi ifa, edimin borca uygun olarak tam ve doğru bir şekilde, borçlanılan edimin bütün unsurlarıyla birlikte yerine getirilmesidir. Edim taraflar, yer, zaman, miktar ve nitelik gibi edim unsurlarından birine uygun olarak yerine getirilmediği takdirde, gereği gibi ifa etmeme söz konusu olur. Gereği gibi ifa etmeme, kötü ifa ile yan yükümlerin ihlalini içine almaktadır. Temerrüt. İfanın mümkün olması ve ifa zamanının gelmesine rağmen borcun ifa edilmemesine, borçlunun temerrüdü denir. Borçlunun mütemerrid olması için, öncelikle borçlanılan edimin ifasının mümkün olması gerekir. Edimin imkansız olması veya sonradan imkansız hale gelmesi, temerrüt durumunu sona erdirir. Temerrüdün gerçekleşmesi için ikinci olarak, borcun muaccel olması ve alacaklının borçluyu ihtar etmesi lazımdır. Ayrıca borçlunun gecikmede meşru bir mazeretinin bulunmaması ve alacaklının da edimi kabule hazır olması gerekir.

İflâs

Sözlükte malı tükenme, bozuk paraya muhtaç hale gelme anlamlarına gelen iflas, bir fıkıh kavramı olarak, kişinin ağır borç yükü altında kalıp borçlarını ödeyemez hale gelmesi manasına gelir. Hanefilere göre, borçlunun muaccel borçlarının mal varlığına eşit veya daha fazla olması, diğer mezheplere göre ise, borcun maldan fazla olması halinde iflas söz konusudur. İflas eden borçluya müflis, mahkeme tarafından böyle bir kimsenin iflasına hüküm verilmesine de teflis denir.

Malikîlere ve Hanefîlerden İmameyne göre, alacaklı veya alacaklıların hacr davası açmaları halinde, müflis borçluya hacr tedbiri konulabilir. Şafiilere göre de, müflis borçlu, alacaklıları veya haleflerinin talebi üzerine hacr edilebilir. Buna ek olarak, iflas emareleri müşahede edilen borçlu da, müflis borçlu gibi hacr edilebilir. Bu mezhepte, diğerlerinden farklı olarak, borçlunun kendi talebi üzerine veya hakim tarafından re’sen de hacre hükmedilebilir. Hanbelilerde ise; borçlu, ancak borcunun mal varlığından fazla olması halinde, alacaklı veya alacaklıların talebi üzerine hacredilebilir.

Borçluya hacr konulduktan sonra, hacr hükmü borçluya bildirilir. Hacr konulan borçlunun, hibe, sadaka kabul etmesi gibi, sırf menfaat kabul edilen tasarrufları caizdir. Buna mukabil, sırf zarar kabul edilen hibe etmek, sadaka vermek gibi tasarrufları geçerli değildir.

İnsanın hem zararı, hem de menfaati muhtemel olan alım-satım gibi tasarruflarına gelince; akit değeriyle yapılmış ise veya alacaklıların menfaatine ise tasarrufu geçerlidir. Fakat, pahalıya alması, ucuza satması gibi, alacaklıların zararına olan tasarrufları geçersizdir. Özet olarak, borçlunun ve alacaklının lehine olan tasarrufları geçerli, zararına olan tasarrufları ise geçersizdir. Bundan hareketle, mahcur borçlunun ödünç alması, lehine olduğu için geçerlidir. Mahcur borçlunun ikrarı ise geçerli olmakla birlikte, alacaklılar arasına dahil olmaz, hacr kalktıktan sonra alacağını alabilir.

Mahcur borçlu nikah akdi yapabilir, ancak bu durumda, karısına mehr-i mislinden fazla mehir ödeyemez. Ayrıca, mahcur borçlunun hul’, talak gibi tasarrufları da geçerlidir.

Borçlunun fiili tasarruflarına hacr konulması söz konusu değildir. Zira fiilî tasarruf bir kere meydana geldikten sonra geri çevirmek mümkün olmadığı için, fiilî tasarruflar hacre müsait değildir. Dolayısıyla; borçlu, hacr altına alındıktan sonra, bir başkasının malını haksız yere itlaf etse, itlaf ettiği malın kıymetini tazmîn etmek zorundadır. Malı telef olan şahıs, mahcur borçlunun alacakları arasına katılarak hakkına düşen payı alır. Aynı şekilde, hacr altında işlediği suçlardan dolayı üzerine terettüp eden diyeti ödemesi gerekir.

İfrad Haccı

İfrâd kelimesi, tek yapmak, yalnız bırakmak anlamına gelmektedir. İfrâd haccı ise, bir hac mevsimi içerisinde umre yapılmaksızın sadece hac yapılmasıdır. Hanefîlere göre ifrad haccı, fazilet bakımından, kıran ve temettû’ haccından daha azdır.

İfrâd haccı yapmak isteyen kişi, hac mevsimi içinde Mekke’de bulunan bir kişi ise bulunduğu yerde, dışarıdan gelenler mîkât mahallinde hac için ihrama girer. Zilhiccenin 8. günü Arafat’a gider, Arafat ve Müzdelife vakfesini yaptıktan sonra, bayram günü Akabe cemresini taşlar ve tıraş olarak ihramdan çıkar. İfrâd haccı yapan kimsenin kurban kesmesi gerekmez.

İfsât

Sözlükte bozmak, bozgunculuk yapmak, fesat, karışıklık çıkarmak gibi anlamlara gelen ifsât, bir ibadet veya hukukî işlemi sakatlamak, bozmak anlamlarına gelmektedir. İbadet veya hukukî işlemi sakatlayan fiil veya eksikliğe de müfsid denir.

Genel olarak ayet ve hadislerde ifsât kelimesi, sözlük anlamına uygun olarak, bozgunculuk yapmak anlamında kullanılmıştır.

İbadetler alanında ifsât, usul ve adabına uygun olarak başlanmış bir ibadetin, buna münafî bir fiil veya eksiklikle bozulması demektir. Meselâ, namazda konuşmak namazı, oruçlu iken yemek-içmek orucu ifsât eder.

İftâ

Fıkhî bir meselenin dinî-hukukî hükmü açıklama, fetvâ verme anlamına gelir. bk. Fetvâ.

İftar

Dinî bir kavram olarak iftar, orucu açmak, oruçluya orucunu açtırmak, başlanmış orucu bozmak veya hiç oruç tutmamak anlamlarına gelmektedir. Genel olarak iftar oruca aykırı davranışta bulunma manasına gelmekle birlikte, yaygın olarak, oruçlu kimsenin vakti gelince usulüne uygun biçimde orucunu açması için kullanılmaktadır.

İslâm’ın beş esasından birisi olan oruç; imsak vaktinden iftar vaktine kadar yemek, içmek ve karı-koca ilişkilerinden uzak durmaktır. İftar vakti ise, “Sonra akşama kadar orucu tamamlayın.” ayetinde de (Bakara 2/187) belirtildiği gibi akşamdır. Herhangi meşru bir mazeret bulunmaksızın, iftar vaktinden önce orucun bozulması helal değildir; bozan kişi günah işlemiş olur. Ancak hastalık, düşkünlük, ihtiyarlık, zorlama, yolculuk gibi durumlarda orucun bozulmasına izin verilmiştir.

Hz. Peygamber, iftar vakti girdikten sonra, oruçlunun iftarda acele etmesini ve oruçlarını hurma veya tatlı bir şeyle, ya da su ile açmalarını tavsiye etmiştir (bk. Buhârî, Savm, 45; Müslim, Sıyam, 48; Ebû Dâvûd, Savm, 21). Oruç açılırken dua etmek sünnettir. Hz. Peygamber, iftar esnasında yapılan duaların kabul edileceğini müjdelemiş ve kendisi de, “Allâh’ım! Senin rızân için oruç tuttuk, Senin verdiğin rızıkla orucumuzu açtık, bizden kabul buyur; çünkü Sen her şeyi işiten ve bilensin” şeklinde dua etmişlerdir (bk. İbn Mâce, Sıyâm, 48; Dârekutnî, II/185).

İftar konusunda Hz. Peygamber’in sünnetinden hareketle, İslâm toplumlarının kültürel birikim ve farklılıklarından kaynaklanan çeşitli âdet ve gelenekler oluşmuştur. Rasulullah’ın “oruçluya iftar ettirilen kimse, onun alacağı kadar sevap kazanır; oruçlunun sevabında da bir eksilme olmaz” hadisinden (İbn Mâce, Sıyâm, 45) hareketle, halkımız arasında iftar konusunda çok güzel gelenekler gelişmiştir.

İftitah Tekbiri

Kelime anlamıyla başlangıç tekbiri demek olan iftitah tekbiri, namazın farzlarından birisi olup, namaza başlarken alınan tekbirdir. Buna tahrime de denir.

Namazın on iki farzından yedincisi olan iftitah tekbiri, namaza “Allâhu Ekber” şeklinde tekbir alarak namaza başlamaktır. İftitah tekbirinin “Allâhu Ekber” lafzıyla alınması namazın vaciplerindendir. Bunun yerine Allâhı yüceltme anlamını taşıyan “Allâhu Kebîr”, “Allâhu Azîm” sözleriyle tekbir alınması halinde, farz yerine getirilmiş olur. Ancak vacibin terk edilmemesi için “Allâhu Ekber” sözüyle tekbir alınması gerekir. Tekbirin kendisi işitecek kadar bir sesle alınması gerekir. Tekbirde, Allâh kelimesinin ilk harfi olan (A) harfinin veya tekbirin son hecesi olan (ber) hecesinin uzatılarak okunması caiz değildir. Bu şekilde okunması halinde iftitah tekbiri sahih olmayacağından, namaz da geçersiz olur. Ayrıca iftitah tekbirinin sahih olması için, tekbirin niyetten sonra ve ayakta alınması, tekbir ile niyet arasına namaza aykırı bir şey girmemesi, cemaatle kılarken imamdan sonra alınması gerekir.

Tekbir alırken erkekler, ellerini, baş parmakları kulak memelerine değecek şekilde kaldırır ve avuç içlerini kıbleye gelecek tarzda açarlar. Bayanlar ise, avuçları kıbleye doğru gelecek şekilde göğüslerinin hizasına kadar kaldırırlar.

İhram

Hac veya umre yapmaya niyet eden kişinin, diğer zamanlarda helal olan bazı fiil ve davranışları, hac veya umrenin rükünleri tamamlanıncaya kadar kendine haram kılmasıdır. İhramın, niyet ve telbiye olmak üzere iki rüknü vardır. Niyet, hac veya umre yapmaya karar vermektir. Niyetin dil ile yapılması müstehaptır. Telbiye ise, “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk lâ şerîke lek (Allâh’ım, davetine isteyerek uydum, emrine amadeyim. Senin eşin ve ortağın yoktur. Sana yöneldim, hamd senin, nimet senin, mülk de senindir. Eşin ve ortağın yoktur)” demektir.

İhrama girmeden, tırnakları kesmek, temizlik için gusletmek, güzel kokular sürünmek, ihram denilen iki parça örtüye bürünmek ve ihram elbisesini giydikten sonra iki rekat namaz kılmak sünnettir. Namazı kıldıktan sonra niyet eder ve telbiye söyleyerek ihrama girer. İhramda bulunduğu sürece fırsat buldukça yüksek sesle telbiye getirmesi de sünnettir.

Niyet ve telbiye ile birlikte ihramın yasakları başlar. İhramlıya, vücudundaki saç ve kılları kesmesi, yolması veya tıraş etmesi; tırnak kesmesi; dikişli elbise giymesi; güzel koku sürünmesi; süslenmek için yağ, boya vb. makyaj malzemesi kullanması; başını ve yüzünü örtmesi, eldiven, çorap ve topukları örten ayakkabı giymesi; cinsi münasebette bulunması; avlanması; harem bölgesindeki bitkileri kesmesi yasaktır.

İhraz

Sözlükte nail olma, kazanma, el koyma, koruma, koruma altına alma, saklama gibi anlamlara gelen ihraz, bir fıkıh terimi olarak, malik olmak kastıyla başkasının mülkiyetinde bulunmayan mubah bir mal üzerinde zilyetlik kurmayı ifade eder.

Mubah mal, herhangi bir kimsenin mülkiyetinde bulunmayan, yol, akarsu, mera ve orman gibi kamu yararına veya vakıf gibi bir hayra tahsis edilmemiş menkul ve gayrimenkullere denir. Buna göre, av hayvanları, kaynak ve yağmur suları, sahipsiz arazide biten otlar, meyveler, ölü arazî mubah mallardan bazılarıdır. Mubah mallardan yararlanmada herkes eşit hakka sahiptir. Şahıslar mubah malı elde etmekle, kullanım ve fiili hakimiyet kurmakla, başka bir ifadeyle ihraz ile mülkiyetini kazanmış olur. Hz. Peygamber, mubah olan bir malın, ilk önce ele geçirenin olacağını belirtmesi buna işaret etmektedir (Ebû Dâvûd, İmâre, 36).  İhraz av hayvanını yakalamak, otu biçmek, melvayı veya odunu toplamak şeklinde mala bizzat elkoymakla olabileceği gibi, av için tuzak kurmak, av köpeğini salmak şeklinde de olabilir.

İhrazda başkasının bir hakkının zarar görmemesine ve kamu düzeninin bozulmamasına dikkat edilmesi gerekir. Usulüne uygun olarak ihraz edilen mubah mal, ihraz eden kişinin mülkiyetine girer. Bundan sonra diğer şahısların bu mal üzerindeki ihraz hakkı sona ermiş olur.

İhsâr

Sözlükte alıkoymak, men etmek, engellemek, daralmak, âciz olmak gibi anlamlara gelen ihsâr, dinî bir kavram olarak, hac veya umra yapmak üzere ihrama girdikten sonra, hac ve umrenin tamamlanmasının engellenmesi; herhangi bir sebeple tavaf ve vakfe yapma imkanın ortadan kalkması demektir. Hanefîlere göre düşmanın engellemesi, savaş sebebiyle yoların kapanması, hastalık, parasız kalmak gibi yolculuğunu, dolayısıyla hac veya umreyi tamamlamaya mani her türlü engel, ihsâr sebebi sayılmıştır. Hac ve umreden alıkonulan kişiye muhsar denir.

Muhsar, hacc-ı ifrat veya umre için ihrama girmişse, bir koyun; hacc-ı kıran için ihrama girmişse biri umre, diğeri de hac için olmak üzere iki koyun kurban ederek ihramdan çıkar. Kur’an-ı Kerim’de; “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer (bunlardan) alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından bir rahatsızlığı varsa, oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir. ()” buyurulmaktadır (Bakara 2/196).

Hanefîlere göre, ihsar hedyi ismi verilen bu kurbanın, harem bölgesinde kesilmesi gerekir. Harem bölgesi dışında ihsar durumuyla karşılaşan kişi, harem bölgesinde kesilmek üzere kurbanını gönderebileceği gibi, harem bölgesinden alınarak kesilmesi konusunda birisine vekalet de verebilir. Kurban kesildikten sonra ihramdan çıkar. Kurban kesilmeden ihramdan çıkması veya ihram yasaklarını işlemesi halinde ceza vermesi gerekir.

İhsar hali ile karşılaşıp da kurban gönderen kişi, ihramdan çıkmadan engelin kalkması halinde, kurban kesilmeden ve vaktinde yetişebilecekse ihramdan çıkmaz, hac veya umresini tamamlar. Bunlara yetişememesi halinde ihramdan çıkar.

İhsar sebebiyle tamamlanamayan hac ve umrenin daha sonra kaza edilmesi gerekir.

İhtikan

Hukne yaptırmak anlamına gelen bir fıkıh terimidir. (bk. Hukne)

İhtikar

İhtikâr veya karaborsacılık; halkın ihtiyaç duyduğu malları toplayıp, fiyatları yükselsin diye satmayıp saklamak demektir. İhtikâr, malı stok ederek talebi artırmak suretiyle malın pahalanmasına sebep olmak ve fiyatlar yükselince malı satarak aşırı ve haksız kazanç elde etmek olduğundan bütün dinlerde ve hukuk düzenlerinde yasaklanmıştır.

İslâm dininde ihtikâr, tahrimen mekruh olup, bunu yapan kimse Allâh katında sorumludur. Rasulullah, “Kim karaborsacılık yaparsa, o, âsîdir, günahkardır” buyurmuşlardır (Müslim, Müsakât, 26).

Karaborsacılık haksız bir kazanç yoludur. Karaborsacılık yapan kimse, kendi menfaati için başkalarını sıkıntıya sokan ve içinde yaşadığı topluma haksızlık eden sömürücü bir zalimdir. Bu sebeple Hz. Peygamber; “uzak yerden mal getirip piyasaya süren rızıklanmış, karaborsacı ise lânetlenmiştir” buyurmuşlardır (İbn Mâce, Ticaret, 12).

Toplumun sıkıntılı anlarında, halkın ihtiyaç duyduğu maddeler üzerinde karaborsacılık yaparak vurgun vurmak isteyen; mutluluğunu insanların sıkıntısında arayan karaborsacının karanlık ruhi yapısını Hz. Peygamber şöyle açıklar: “Karaborsacı ne kötü insandır! Allâh Teâlâ fiyatları ucuzlatırsa üzülür; fiyatlar yükseldiğinde ise sevinir.” (Tecrid-i Sarih, VI/449)

Dürüstlük ve ahlakî değerlerle bağdaşmayan, din kardeşliği anlayışına ters düşen karaborsacılık, Müslüman’a asla yakışmayan çirkin bir iş ve kötü bir davranıştır. Bu davranış Allâh’a ve topluma karşı işlenen o derece büyük bir suçtur ki, ihtikardan kazandığı paranın tamamını sadaka olarak dağıtsa, Allâh katında makbul olmaz; üstelik karaborsacılığının günahına da keffâret olmaz.

İhtilâm

Sözlükte rüya görmek, ergenlik çağına ulaşmak anlamlarına gelen ihtilâm, dinî bir kavram olarak, buluğ çağına ulaşmak ve yetişkin erkek veya kadının uykuda orgazm olması, rüyasında cinsel tatmine ulaşmasını ifade eder.

Kur’an-ı Kerîm’de ihtilâm kelimesi geçmemekle birlikte, kendisinin türetildiği hulum kelimesi ve çoğulu olan ahlâm, 5 ayette 6 defa geçmektedir. Bunlardan ikisi buluğ çağına ulaşmak (Nur 24/58-59), üçü rüya (Yûsuf 12/44; Enbiyâ 21/5) ve biri de akıl (Tûr 52/32) anlamında kullanılmıştır.

İhtilâm, guslü gerektiren mânevî kirlilik hallerinden biridir. İhtilam olan kişi, gusletmeden namaz kılamaz, Kur’an-ı Kerim veya Kur’an’dan ayet okuyamaz ve bunlara dokunamaz, Kabe’yi tavaf edemez, camiye giremez. Oruçlu iken ihtilam olmak, oruç, itikaf, hac gibi ibadetlere zarar vermez. Ancak, en kısa zamanda gusletmesi gerekir. Bir kimse, rüyasında cinsel münasebette bulunduğunu görse de, uykudan uyanıdığında ıslaklık görmemesi halinde gusletmesi gerekmez. Buna karşılık, rüya gördüğünü hatırlamamakla birlikte, uyandığında meni görmesi halinde gusletmesi gerekir. Ancak görülen ıslaklığın meni mi yoksa başka bir şey mi olduğu hususunda şüpheye düşülmesi halinde ise, fakihlerin çoğunluğuna göre yıkanması gerekir, fakat Hanefîlerden Ebû Yûsuf’a göre, rüyasında ihtilam olduğunu hatırlamaması halinde gusletmesi gerekmez.

Kişi ihtilam olmakla çocukluk döneminden çıkıp, ergenliğe ulaştığının bir alameti olarak kabul edilmiştir. Böylece, akıllı olmak şartıyla, bütün hukukî ve dinî hükümler açısından tam ehliyete sahip olur.

İhtisab

bk. Hisbe.

İhtiyar

Sözlükte seçmek, bir şeyi diğerine tercih etmek anlamına gelen ihtiyar, bir fıkıh terimi olarak, bir şeyi yapıp yapmama hususunda bir tercihte bulunmak demektir. Esas olarak insanlar davranışlarında hürdürler ve yaptıkları bütün işlerde ihtiyar mevcuttur. Zira insan, kendisi için yapılmasını yapılmamasından daha iyi görmedikçe, o işi yapmaya yönelmez. Fakat bu tercih her zaman sağlam olmayabilir. Bir şeyi yapmayı bizzat kendisi istemişse, ihtiyar sağlamdır. Ancak iki zarardan daha hafif olana katlanmak için yapılmış ise, ihtiyar bozuktur. Mesela, kişi kötü olan iki şeyden birini yapmaya zorlanmıştır; o da bunlardan kendisine daha az zarar vereni tercih etmiştir. İşte yapmış olduğu bu ihtiyar fâsittir.

Hanefîler, zorlanan kişinin ihtiyarı bulunması sebebiyle, ikrah yoluyla yapmış olduğu evlenme, boşama, köle azat etme, ric’î talakta eşine dönme, adak ve yemin gibi muamelelerinin geçerli olduğunu söylemişlerdir. Halbuki, böyle zoralama altında mağdur olan kimselerin durumlarının ağırlaştırılması yerine hafifletilmesi uygun olandır. Bu da, İslâm hukukçularının çoğunluğunca kabul edildiği gibi, hukukî işlemler arasında fark gözetmeksizin zorlananın sözlerini geçersiz saymaktır.

İkâle

Sözlükte ahdi veya alışverişi bozmak, affetmek gibi anlamlara gelen ikâle, bir fıkıh terimi olarak, karşılıklı irade beyanı ile mevcut bir akdin bozulması demektir. İkâlede taraflar, bir baskı olmaksızın, tam olarak akdi bozmaya razı olmaları gerekir. Taraflardan birinin akdi bozmak yönündeki teklifinin, diğer tarafca aynı mecliste kabul etmesi üzerine ikale gerçekleşir. İkale yapılabilmesi için, akdin konusunun mevcut olması gerekir. Mesela satılan şey helak olursa ikale yapılamaz. Akdin konusunun bir kısmının helak olması halinde, mevcut kısmında ikale yapılabilir. Bedelin helak olması ise, akdin ikalesine mani değildir.

İkâle ile akit bağı çözülür. Bunun sonucu olarak da, akdin doğurduğu neticeler ortadan kalkmış olur. İmâm-ı Azam’a göre ikale, taraflar açısından fesih, üçüncü kişiler için ise yeni bir akittir. İmâm Ebû Yûsuf’a göre, herkes için yeni bir akittir. İmam Muhammed’e göre ise fesihtir.

İkamet

Sözlükte ikâmet etmek, oturmak, doğrultmak, tatbik sahasına koymak gibi anlamlara gelen ikâmet, dinî bir kavram olarak, yolcunun zıttı, mukim olmak ve müezzinin kamet getirmesi manalarına gelmektedir. (bk. Kamet; Mukîm.)

İkrâh

Sözlükte bir şahsı hoşlanmadığı bir işi yapmaya zorlamak anlamına gelen ikrah, bir fıkıh terimi olarak, tehdit etmek suretiyle hukuken yapmakla mükellef olmadığı bir işi, istemediği halde yapmaya zorlamak demektir. Zorlayan kimseye mükrih, zorlanana da mükreh denir.

İkrahtan söz edilebilmesi için, zorlayanın yaptığı tehdidi yerine getirebilecek güçte olması gerekir; bu güçte olmaması halinde ikrah hukuken itibara alınmaz. Zorlanan kişinin de, tehdit eden kişinin tehdit ettiği şeyi yapacağına dair içine korku düşmesi ve bu korkunun etkisiyle fiili işlemelidir. Tehdidin zorlananın canına, malına veya yakınlarına yönelik olması ve zorlanan fiilin yasak veya mükrehi külfet altına sokan bir eylem olması gerekir.

İslâm hukukunda ikrah iki çeşittir; ikrah-ı mülci’ ve gayr-i mülci’. İkrah-ı mülci’, ölüm veya bir uzvunu kesmek gibi, kişinin canına veya bir uzvuna yönelik bir tehditle zorlamadır. Buna tam ikrah da denir. Bu çeşit ikrah, ihtiyarı bozar ve rızayı ortadan kaldırır; zorlananı, zorlayanın elinde bir alet durumuna sokar. İkrah-ı gayr-i mülci’ ise, öldürme veya bir organı yok etme tehdidini içermeyen, dövme, hapis, bir kısım malı telef etmekle tehdit gibi zorlamalardır. Bu çeşit ikrah, rızayı ortadan kaldırmakla birlikte, ihtiyarı bozmaz. Buna nakıs ikrah da denir.

Muteber olan ikrah, ister tam isterse nâkıs olsun, sözleri iskat eder. Buna göre, yapmış olduğu ikrarları sahih değildir, akitleri de muteber olmaz. Fiilleri bakımından ise, ikrah-ı mülci’ ile gayr-i mülci’ birbirinden ayrılır. İkrahın konusu, haksız yere adam öldürme, içki içme, başkasının malını telef etme gibi fiil nevinden ise, gayri mülci’ ikrah sorumluluğu düşürmez. Ancak mülci’ ikrahın fiillere etkisi bakımından fiiller üçe ayrılır: Birinci kısım fiillerde, hem dünyevî ceza, hem de unrevî ceza kalkar (Bakara 2/173). İçki içmeye zorlanan kişi gibi. Bu durumda zorlanan fiili işlemediğinden öldürülürse, günah işlemiş olur. İkinci kısım fiillerde, yasaklık ortadan kalkmamakla birlikte, zorlanana işleme ruhsatı doğurur. Allâh’ı inkar için zorlanmak böyledir. Tam ikrah ile Allâh’ı inkara zorlanan kişi, bunun tesiriyle, kalbinden inanmaksızın Allâh’ı inkar ederse kafir olmaz (Nahl 16/106); ancak inkar etmeyip de ölürse sevap kazanmış olur. Üçüncü kısım ise, zorlanan kimsenin işlemesine müsaade edilmeyen, bu konuda ruhsat verilmeyen fiillerdir. Zorlanan bunları yaparsa günah işlemiş olur. Başkasını öldürmeye veya anne-babasını dövmeye zorlanmak böyledir. Bunları işleyen günahkar olur. Ancak ikrah bulunduğundan, dünyevi cezası tam olarak tatbik edilmez. Meselâ ikrah sebebiyle adam öldüren kişiye kısas tatbik edilmez. Adam öldürmenin cezası, zorlayan kimseye uygulanır.

İkrâr

Sözlükte itiraf etmek, hakikati yazı, söz ve işaretle açığa çıkarmak anlamlarına gelen ikrar, fıkıh literatüründe de, sözlük anlamına yakın olarak, bir kimsenin üzerinde başkasına ait bir hakkın bulunduğunu itiraf etmesi, bildirmesi demektir.

İkrâr yargılamada kullanılan ispat vasıtalarının başta gelenlerinden biridir. Şahit, yazılı delil ve belge, hak ve suçun ispatında objektif delillerden olmakla birlikte, bu tür delilleri her zaman elde etmek mümkün değildir. Bu sebeple, ilgilinin doğru sözü ve ikrarı önemli bir ispat vasıtası olarak ortaya çıkmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhine de olsa, Allah için şahitler olarak adaleti gözetin. Zengin olsun, fakir olsun Allah onlara daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” buyurulmaktadır (Nisa 4/135).

İkrar, şahitlikten daha kuvvetli bir ispat vasıtasıdır. Bu nedenle, ikrardan dönülemez; ikrardan döndüğünü belirtmesi mahkemece itibara alınmaz. Halbuki şahitlikte, hüküm verilmeden şahitlikten dönülebilir. İkrar ispat vasıtalarının en başında gelmesine rağmen, sadece ikrarda bulunanı bağlayan kâsir bir delildir. İkrar itirafta bulunanın dışında başkasının aleyhine delil teşkil etmez.

İkraz

Borç vermek anlamında gelen bir kavramdır. (bk. Karz).

İktida

Sözlükte tabi olma, uyma manalarına gelen iktidâ, dinî bir kavram olarak, cemaatle namaz kılınırken imama uymayı ifade eder. İmama uyan kimseye de muktedî denir.

İmâma uymanın sahih olmasi için, muktedînin hem namaza, hem de imama uymaya niyet etmesi gerekir. Kadınların imama uymalarının sahih olması için kendilerinin böyle niyet etmelerinin yanında, imamın da imamlığa niyet etmesi gerekir. Ayrıca muktedî imamdan geride olmalı; imamın önüne geçmemelidir. İmam, kıldığı namazın durumu itibarıyla cemaatten aşağı olmamalıdır; yani nafile namaz kılan imama farz kılan kimse uyamaz, ancak farz namaz kılan imama nafile namaz kılan uyabilir. İmam ile cemaat her ikisi de farz namaz kılıyor iseler, aynı farzı kılmaları gerekir. Birisi öğlenin farzını, diğeri ikindinin farzını kılamaz. İmam ile cemaat arasında, aşırı mesafe bulunmamalıdır. İmam ile cemaat arasından, yol veya nehir geçecek kadar mesafe, başka bir deyişle iki saf kadar mesafe bulunmamalıdır. Ancak cami içerisinde, imam veya öndeki saf ile arada birkaç saf mesafesinde açıklık bulunması iktidâya mani değildir. Aynı şekilde, imam ile erkek saflarının arasına kadın saflarının girmemesi gerekir. İmama uyanların, imamın sesini işiterek veya kendisini görerek namazdaki hareketlerini anlamaları gerekir. İmamın kendisini göremedikleri halde, cemaati görerek buna göre uyması veya cemaatten birisinin getirdiği tekbiri duyarak imama uyması da caizdir. Kendi mezhebine göre namazı bozan bir şeyin imamda bulunmaması gerekir. Şöyle ki, bir kimse kendi mezhebinin dışında bir imama uyabilir. Ancak, bir mezhebe göre namazı veya abdesti bozan şey diğer mezhepte bozmayabilir. Bunun için, kişinin kendi mezhebine göre namazı bozan bir şeyin imamda olduğunu bilmesi iktidaya manidir. Mesela, Şafii mezhebine mensup imam, kan aktığı halde abdest almadan namaz kıldırması halinde, Hanefî mezhebine mensup bir kimse bu durumu biliyorsa, imama uyamaz.

Cemaatle kılınan namazlarda, imama uymuş kişilerin namazı imamın namazına bağlı olduğu için, imamın namazının bozulması halinde, kendisine uyanların namazları da bozulur. İmama uyan kişi, namazdaki fiilleri imamla birlikte yapması gerekir; imamdan önce secde ve rükuya gidemez ve önce kalkamaz. Cemaatle kılınan namazlarda kıraati imam yapar. İmam açıktan kıraat ederken cemaat susarak dinler. Ancak, cemaat tesbihleri ve duaları kendisi yapar. İlk oturuşu imamın unutarak üçüncü rekata kalması halinde, cemaat de imama uyarak ayağa kalkarlar ve namazın sonunda birlikte sehiv secdesi yaparlar.

Birinci oturuşta, muktedî tahiyyatı bitirmeden, imam üçüncü rekate kalkarsa, muktedî dilerse tahiyyatı tamamlar da üçüncü rekate kalkar, isterse tamamlamadan hemen kalkar. Namazın aslından olmayan bir hususta muktedî imama uyması gerekmez. Meselâ, namaz tamamlandıktan sonra imamın şaşırarak ayağa kalkması halinde veya fazladan secde yapması halinde imama uyması gerekmez. Bir miktar bekledikten sonra, “sübhanallah” diyerek imamı ikaz ederler.

İktisat

Sözlükte aşırılıktan uzak orta yolda olmak, doğru yolda olmak, bir şeye yönelmek anlamlarına gelen iktisat, bir fıkıh terimi olarak, harcamalarda israf ve cimrilik aşırılıklarından korunup, gereken  yerde gerektiği kadar harcama yapmak anlamına gelmektedir. Ayrıca servetin üretim, dağılım ve tüketimini inceleyen bilim dalına da iktisat denir. İktisadın konusunu, insan faaliyetlerinin, ihtiyaçları karşılamak amacıyla mal ve hizmet elde etme bakımından incelenmesi oluşturur. Malî iktisat, tarımsal, ticârî ve sınâî iktisat, beslenme iktisadı, matematik iktisat, siyasî iktisat, sosyal iktisat gibi dalları ve alanları mevcuttur.

Yüce Allâh, harcama ve tüketim konusunda iktisatlı davranmaya ve sonucu düşünmeden şuursuzca ve bilgisizce harcama yapmaktan kaçınmaya çağırır. Kur’an-ı Kerim’de, “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açarak saçıp savurma! Sonra kınanmış, pişman bir halde oturup kalırsın.” buyurulmaktadır (İsrâ 17/29). Başka bir ayette de, “Onlar ki, harcadıkları vakit ne israf, ne de sıkılık yapmazlar; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” denilmektedir (Furkan 25/67).

Gerek bireysel hayatta ve gerekse ülke çapında kalkınma veya çöküş, iktisâdî yaklaşımlara göre olacaktır. Kur’an’da malların bilgisiz, hesapsız ve tam bir şımarıklık içinde harcanmasının, ülkenin yıkımına sebep olacağına işaret edilmektedir (İsrâ 17/15). Hz. Peygamber de, “İktisat yapanı Allâh zengin eder. Saçıp savuranı da Allâh fakirleştirir.” buyurmuştur (Kenzü’l-Ummâl, II/13). Zenginlikte de, fakirlikte de iktisattan ayrılmayıp, tüketim ve harcamaların bir plan dahilinde yapılması gerekir. Hz. Peygamber, “Zenginlikte iktisat ne iyi şeydir! Fakirlikte iktisat ne iyi şeydir! İbadette iktisat ne iyi şeydir!” buyurmuştur (Kenzü’l-Ummâl, II/7).

İktizânın Delâleti

Bir fıkıh usulü kavramı olan iktizânın delâleti; sözün aklen yahut şer’an doğru olması için takdir edilmesi gerekli olan manaya delaleti demektir. Bu mana hesaba katılmazsa maksat doğru olarak anlaşılmaz. Bu durumda takdir edilen manaya muktezâ, bu yolla sabit olan hükme de muktezânın hükmü denir.

Usulcüler iktizanın delaletini üçe ayırırlar:

  1. a) Sözün doğru bir mana ifade etmesi için takdir edilmesi gereken şeyler. Meselâ, Rasûlullah (sas)’in “Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları kaldırılmıştır.” hadisinin anlaşılabilmesi için bir takdirde bulunulması gerekir. Zira, hata ve unutma, ümmet arasında vaki olmaktadır, kaldırılmamıştır. Buna göre hadisin doğru anlaşılabilmesi için bir şey takdir etmek gerekir ki, o da “günah” veya “ceza” kelimeleridir. Bu takdire göre hadis, ümmetimden hatanın günahı veya hata ve unutmanın cezası kaldırılmıştır şeklinde olur.
  2. b) Sözün doğru olarak anlaşılabilmesi için aklen takdir edilmesi gereken şeyler. Kur’an-ı Kerim’de, “köye sor.” denilmektedir (Yusuf 12/87). Halbuki köye soru sorulması aklen mümkün değildir. Bu nedenle, aklen sözün doğru olabilmesi için, “ahali” kelimesi takdir edilmesi gerekir. Buna göre ayetin manası, “köyün ahalisine sor” şeklinde olur.
  3. c) Sözün doğru olması için şer’an takdir edilmesi gereken şeyler. Buna örnek olarak, bir kimsenin, köle sahibine “Köleni azat et, benden 1.000 dirhem al.” demesi örnek verilebilir. Bu sözün şer’an doğru olabilmesi için bir takdirde bulunmak gerekir. Çünkü, köleyi ancak sahibi azat edebilir. Bu sebeple, geçen söz, “Köleni 1.000 dirheme bana sat ve onu benim adıma azat et.” şeklinde takdir edilir.

İktizanın delaleti, delâlet yollarının en zayıfıdır. İbarenin delaleti, işaretin delaleti ve nassın delâleti, iktizanın delaletinden önce gelir. Aralarında bir çelişki olduğunda diğerleri buna tercih edilir.

Îlâ

Sözlükte yemin etmek, ağlarken elinde mendil tutmak gibi anlamlara gelen îlâ, bir fıkıh kavramı olarak, erkeğin hanımına dört ay veya daha fazla yaklaşmayacağına dair yemin etmesi ya da bunu, eşime yaklaşırsam haccedeyim, kölem azad olsun gibi bir ibadet veya yükümlülüğe bağlamasıdır.

Bu yemin türü, cahiliye döneminde kuralsız ve sorumsuz bir şekilde kullanılmakta ve Kadınlara zulmedilmekteydi. İslâm dini, kadınların mağdur olmalarını engellemek için bu yemini kayıt ve şartlara bağlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de, “Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer (bu müddet içinde) kadınlarına dönerlerse, şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve esirgeyendir. ” buyurulmaktadır (Bakara 2/226).

Bu şekilde yemin eden kişi, dört ay içerisinde eşine dönerse, şayet yaklaşmayacağına dair yemin etmiş ise yemin keffareti vermesi gerekir, bir şarta bağlamış ise, bu gerekli olur; bir ibadet adamışsa bunu yerine getirir, kölesinin azâd olması, eşinin boş olması gibi bir yükümlülüğe bağlamış ise, bu gerçekleşmiş olur. Dört ay içerisinde eşine yaklaşmazsa, Hanefî mezhebine göre, başka herhangi bir işleme gerek olmaksızın hanımı bir bâin talakla boşanmış olur. Diğer mezheplere göre, bu sürenin sonunda erkeğin bir tercihte bulunması gerekir. Bir tercihte bulunmaması halinde, kadın mahkemeye müracaatı üzerine hakim evliliğe son verir.

İllet

Sözlükte hastalık, özür, bahane, sebep, kusur, asıl, menşe gibi anlamlara gelen illet, fıkıhta, hüküm çıkarmada önemli bir yer tutan ve temel şer’î delillerden biri olan kıyasın dayandığı esastır. Kıyas, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki illet birliği sebebiyle, Kitap veya sünnette hükmü bilinen meseleye göre açıklamaktır. İllet ise, zâhir, mazbut ve hüküm için münasip bir vasıf şeklinde tanımlanmıştır.

Alimlerin çoğunluğu, nassların belli sebep ve illete mebnî olduğu, bunun tespit edilebileceği ve diğer hükümler için de ölçü olarak kullanılabileceği görüşündedirler. Bu nedenle, illetin tespitinde bazı şartlara uyulması gerekir. Bu şartlardan birincisi, illetin zahir bir vasıf olmalıdır. Başka bir deyişle illet, bir şeyi ispat etmeye elverişli olmalıdır. İkincisi mazbut olması gerekir. Yani illet, kişilere, durumlara ve çevrelere göre değişmemeli, belirli, istikrarlı bir vasıf olmalıdır. İllet ile hüküm arasında bir uygun bir bağıntı bulunmalıdır. Dördüncüsü, kıyas yapılabilmesi için illet teşkil eden vasfın, ait olduğu hükme münhasır kalmayıp, geçebilir, sirayet edici olması gerekir. Son olarak, vasfın muteber olmadığını gösteren bir delil bulunmamalıdır. Nasslara aykırı olan her türlü sebep veya maslahat, hükmü ispat için elverişli bir illet sayılmaz.

İllet hükümlerin tespitinde ve geçerliliğinde önemlidir. Zira, hükümler illetleri ile birlikte mevcuttur. İllet değiştiğinde veya ortadan kalktığında, hüküm de buna uygun olarak değişir veya ortadan kalkar. İslâm’ın evrenselliği ve her çağa hitap etmesi, bu illetlerin tespiti ve bu illetler doğrultusunda nassların zaman ve şartlara göre okunmasıyla gerçekleşir.

İlleti veya onun Şâri’ tarafından muteber sayılıp sayılmadığını tespit yollarına mesalik-i illet denir. Hükümlerin illetleri bazan nasslarla belirlenmiştir. Ancak çoğu zaman araştırma ile bulunur.

İlm-i Hilâf

bk. Hilâf İlmi.

Îmâ

Sözlükte el veya diğer organlarla işaret etmek anlamına gelen îmâ, ilmihalde mazereti bulunan kimselerin işaretle namazlarını kılmalarını ifade etmek için kullanılmaktadır. İslâm dini kolaylık üzerine bina edilmiştir. Ayrıca sorumluluklar ve kullak da kulun gücüne göredir. Bu nedenle hastalık, genel olarak meşakkat ve sıkıntı bulunduğundan hafifletme, kolaylaştırma sebebi sayılmıştır. Buna göre, ayakta namaz kılmaya güç yetiremeyen veya ayakta durmakta zorlanan kimse oturarak namazını kılabilir. Rükû veya secde etmeye güç yetiremeyen kimse ima ile namazı kılar. İmâ, namazda rükû ve secde yerine başla işaret etmektir. Bu şekilde namaz kılan kişi rükû için başı biraz eğer, secde için ise rükûdan biraz daha fazla eğer. Secdede başını yere koyamayan kimse, bir şeyi başına kaldırarak ona secde etmesi caiz değildir. Böyle kişi imâ ile namaz kılar. Oturarak namaz kılamayan, sırt üstü yattığı yerde imâ eder. Bir kişi ayakta durmaya gücü yettiği halde, rüku ve secdeye güç yetiremiyorsa, ayakta veya oturarak imâ edebilir; ancak oturarak imâ etmesi daha uygundur.

Başı ile de imâ edemeyecek durumda hasta olan kişi, namazını sonraya bırakır. Göz, kaş veya kalp ile imâ ederek namaz kılınmaz. Hastanın bu durumu bir gün ve geceden fazla devam etmesi halinde kılamadığı namazları kaza etmesi gerekmez.

İmâm

Sözlükte, kendine uyulan, önder, halife, ordu komutanı, delil gibi anlamlara gelen imâm, dînî bir kavram olarak, devlet başkanı, bir ekolün veya hareketin önderi, cemaate namaz kıldıran kimse demektir. İmâmet de, imamlık yapmak demektir.

İslâm amme hukukunda imâm, devlet başkanı, halîfe anlamında kullanılmakta olup, cemaate namaz kıldıran imamdan ayrılması için imâmet-i kübrâ denilmiştir. (bk. Halife; Hilâfet).

Cemaatle namaz, İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren teşvik edilmiş, Hz. Peygamber’in sağlığında bizzat Rasulullah tarafından namazlar kıldırılmıştır. Ondan sonraki dönemlerde de, Hulefâ-i Râşidîn bu vazifeyi icra etmişlerdir. Bunun yanında, İslâm devletinin genişlemesiyle yeni açılan mescitlerde, cemaat içerisinden en alim kimse imamlık yapmaya başlamıştır. İlk dönemlerde imamlık fahrî bir görev olarak ifâ edilirken, zamanla mescit ve camilere bu işle görevli kimseler atanmaya ve devlet bütçesinden maaş bağlanmaya başlamıştır.

İmâm olacak kimsenin Müslüman, akıllı, buluğ çağına erişmiş ve erkek olması, ayrıca namaz sıhhatli olacak kadar ezbere Kur’an bilmesi, özürlü olmaması, namazın sıhhat şartlarından birisini yitirmiş olmaması gerekir. Buluğ çağına erişmeyen mümeyyiz çocuk, kendi gibi çocuklara imamlık edebilir. Aynı şekilde kadınlar, kadınlara imamlık edebilirler. Ancak bu mekruhtur. Özürlü olan kişi de, sıhhatli kimse bulunmadığında kendisi gibi özürlülere imamlık edebilir.

Günümüzde imamlık ve müezzinlik bir meslek haline geldiğinden, camide namaz kıldırmak bunların görevleridir. Ancak cami dışında veya görevlisi bulunmayan camilerde, namaz hükümlerini en iyi bilip Kur’an’ı daha güzel okuyan, daha müttaki olan, yaşça büyük olan, ahlaken daha üstün olan imamlık için tercih edilir.

İmâme

İmâme, sarık anlamına geldiği gibi, tesbih veya çubuk gibi şeylerin baş tarafına geçirilen uzunca kısım, başlık anlamına gelmektedir.

İmâmet

İmam olma, imamlık yapmak anlamına gelir. (bk. İmâm)

İmâmeyn

Sözlükte iki imam anlamına gelen imameyn, Hanefî fakihlerinden İmam-ı Azam’ın talebeleri İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed için kullanılmaktadır.

İmsâk

Sözlükte kendini tutmak, engellemek, el çekme, geri durma anlamlarına gelen imsâk, dini bir kavram olarak, imsak vaktinden, iftar vaktine kadar yemeden, içmeden, cinsî münasebetten ve diğer orucu bozan şeylerden uzak durmak, el çekmek demektir. İmsakın zıttı iftardır.

İslâm’ın temel esaslarından biri olan orucun, tek rüknü imsâktır. Kur’an-ı Kerim’de, “Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.” buyurulmaktadır (Bakara 2/187). İmsak vakti, başka bir deyişle oruç yasaklarının başlama vakti, fecr-i sâdık, yani tan yerinin ağarmasıdır. Bununla yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının vakti girmiş olur. Bu vakit aynı zamanda sahurun sona erip, orucun başladığı vakittir. İftar vakti ise, oruç yasaklarının sona erdiği, güneşin batma vaktidir. Bu vakitle birlikte akşam namazının vakti girmiş olur. Gündüz ve gecenin tam olarak teşekkül etmediği yerlerde, imsak ve iftar vakitleri, buralara en yakın normal bölgelere göre belirlenir.

İnan Şirketi

İslâm hukukunda, ortakların birbirlerin vekili oldukları, aralarında kefalet bulunmayan ve kâr payları taraflarca tespit edilen bir şirket çeşitidir. (bk. Şirket)

İnfisâh

Sözlükte bozulmak, hükümsüz ve geçersiz olmak anlamına gelen infisâh, bir fıkıh kavramı olarak, bir akit veya hukukî işlemin kendiliğinden bozulması demektir. Fesih yetkili ve ilgili kişilerce bir akdin ortadan kaldırılmasını, bozulmasını ifade ederken, infisah herhangi bir işleme gerek olmaksızın kendiliğinden akdin sona ermesi anlamını taşır. Meselâ kiraya verilen bir evin yıkılması, satılan bir malın tesliminden önce helak olması halinde akdin devamı mümkün olmadığından kendiliğinden akit bağı çözülmüş olur. (bk. Fesih)

İn’ikâd

Sözlükte düğümlenmek, dolaşıklaşmak, katılaşmak ve akdolunmak anlamlarına gelen in’ikâd, bir fıkıh terimi olarak, bir hukukî işlem, sözleşme, mukavele veya kontratın, iki veya daha çok kimsenin veya kuruluşun karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanlarıyla gerçekleşmesi, kurulması demektir.

Bir akdin kurulabilmesi için taraflar ve akdin mevzuu gerekir. Bunlara ve bunlarda aranan şartlara akdin kuruluş şartları denir.

Akdin meydana gelmesi için, en az iki tarafın bulunması ve akitte taraf olan şahısların hukuki ehliyete sahip olmaları gerekir. Yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, bunama, sarhoşluk gibi sebeplerle temyiz kudretinden mahrum olan kişilerin irade beyanları muteber değildir. Mahcur, mümeyyiz çocuk gibi tam ehliyete sahip olmayan kişilerin irade beyanları geçerli olmakla birlikte, bu beyanları, hibe, talak gibi sırf zarar kabul edilen akitlerde sonuç doğurmaz; yarar ve zarara ihtimali bulunan akitlerde isa, velî veya vasîsinin iznine bağlıdır.

Her akitte, akdin kurulabilmesi için, hükmünü kabul eden bir mevzu gereklidir. Akdin konusu, mal, menfaat veya fiil olabilir. Akdin konusu olan mal, ayn veya deyn, fiil de yapmak veya kaçınmak olabilir. Akde konu olan şeyin; mümkün olması, mevcut, belirlenmiş ve akde konu olmaya elverişli yani meşru olması gerekmektedir.

Akdin kuruluş şartlarının yanında, sıhhat, nefaz ve lüzum şartları da bulunmaktadır. Bunların bulunmaması halinde, akit kurulmuş olmakla birlikte, sıhhat şartlarının bulunmaması halinde akit fâsit olur; nefâz ve lüzum şartlarının bulunmaması halinde de akit bağlayıcı olmaz.

İntihar

Kendini öldürmek anlamına gelen intihar, İslâm dininde kesinlikle yasaklanan, büyük günahlardandır.

Yaşama hakkı, Allâh tarafından insana bahşedilmiş en temel hak olup, kimsen Allâh’ın verdiği canı almaya hakkı yoktur. Allâh’a kulluk için yaratılarak, imtihan için yeryüzüne gönderilen insanın dünyaya gelmesi kendi elinde olmadığı gibi dünyadan ayrılması da yetkisinde değildir; dünyaya gelmesi de, ölümü de ilâhî iradenin elindedir. İnsan, Allâh’ın verdiği ömrü sonuna kadar muhafaza etmek ve onu en iyi şekilde değerlendirmekle mükelleftir.

İntihar, ümitsizliğin, çaresizliğin, acının ve ızdırabın dramatik bir sonucudur. Kendisinin imtihan için dünyaya gönderildiğine inanan ve inancının gereği Allâh’a güvenip dayanan insan ise, asla ümitsizliğe, karamsarlığa düşmez. Sıkıntılara göğüs germek, acıya ve kedere karşı sabır göstermek, şartlar ne olursa olsun Allâh’a olan inanç ve güveni yitirmemek Müslümanın temel karakteridir. Kur’an-ı Kerim’de hayatta karşılaşılan sıkıntı ve problemlerin birer sınav aracı olduğu, bunlara karşı sabır göstermenin iyi Müslümanın vasfı olduğu bildirilmektedir (Bakara 2/155-157, 177; Hacc 22/35).

Bir insanın ne kendini ne de bir başkasını öldürmeye hakkı yoktur. Yüce Allâh,  Kur’an-ı Kerim’de haksız yere cana kıymayı haram kılmış, cezasının ebedi kalınacak cehennem olduğunu bildirmiştir (Nisa 4/93). Aynı şekilde haksız yere bir kişiyi öldürmeyi bütün insanlığı öldürmek, bir kişiyi kurtarmayı da bütün insanlara hayat vermek olarak kabul etmiştir (Maide 5/32). Hz. Peygamber de, intihar eden kimsenin cehenneme gireceğini haber vermiş (Buhârî, Tıb, 56) ve intihar edenin işlediği günahın büyüklüğü nedeniyle, intihar edenin cenâze namazını kendisi kıldırmamıştır (Müslim, Cenâiz, 37).

Bununla birlikte intihar eden kimse büyük günah işlemiş olmakla birlikte, dinden çıkmış olmaz; kafir olduğu söylenemez. Bu sebeple, ihtihar edenin cenâzesi, diğer Müslümanlar gibi yıkanır, kefenlenir, cenâze namazı kılınır ve Müslüman mezarlığına gömülür.

İnzâl Vaki Olmak

Sözlükte inzâl indirmek, misafir kabul edip ağarlamak, fiyatı düşürmek gibi anlamlara gelir. Dinî bir kavram olarak inzâl ise, dokunmak, bakmak, düşünmek, cinsî münasebet veya ihtilam olmak suretiyle şehvetle meninin dışarı çıkması anlamına gelir. İnzâl kavramı, inzâl vâki olmak şeklinde kullanılmaktadır.

İnzâl vaki olması halinde, kişi cünüp olur; gusletmesi gerekir. (bk. Cünüplük; Gusül)

İrtifak Hakları

Sözlükte irtifak kelimesi yaslanmak, faydalanmak; dayanılan, faydalanılan şey anlamlarına gelmektedir. İrtifak hakkı ise, İslâm hukukunda bir gayri menkul üzerine, diğer bir gayri menkul veya şahıs lehine kurulan ve hak sahibine sınırlı bir yararlanma sağlayan aynî haktır.

İrtifak hakları, istifade edenler bakımından şahsî irtifaklar ve aynî irtifaklar şeklinde ikiye ayrılır. İrtifak hakkı kısmen ferdileştirilmiş, belirli bir kişiye tahsis edilmiş ise bunlara şahsi irtifak denir. Şahsi irtifaklardan intifâ ve süknâ hakkı gibi, zarûrî olarak şahsa bağlı kurulan irtifak hakları başkasına devredilemez ve miras bırakılamaz. Bunların dışındaki şahsi haklar ise, şahsa bağlı olarak kurulabileceği gibi, devri ve mirasçılara intikali mümkün olarak da kurulabilir. Hakk-ı teallî de denilen üst hakkı bu tür irtifaklardandır.

İrtifak bir diğer gayri menkul lehine de kurulabilir. Bu takdirde aynî irtifak söz konusudur. İrtifak hakkı, lehine kurulan gayri menkulün mülkiyetinden ayrılmaz; irtifak hakkına sahip gayri menkulün mülkiyetine sahip olan aynı zamanda irtifak hakkına da sahip olur. İrtifak hakları, akit içinde koşulan şart, satım sözleşmesi, vasiyet, izin, umumî ortaklıktan istifade gibi yollarla kurulur.

Fıkıh literatüründe geçen irtifak hakları, şirb, mecrâ, mesîl, mürûr, teallî ve civar haklarıdır. (bk. Hakk-ı Civâr; Hakk-ı Mecrâ; Hakk-ı Mesîl; Hakk-ı Mürûr; Hakk-ı Şirb; Hakk-ı Teallî).

İsfâr

İsfâr, sabah yerinin açılıp aydınlanması, ortalığın aydınlanması anlamlarına gelir. Hanefî mezhebine göre, sabah namazının isfâr vaktine, yani ortalığın aydınlanmasına geciktirilmesi müstehaptır. Bu aydınlığın ölçüsü, atılan okun düştüğü yerin görülebileceği bir aydınlıktır. Ancak namazın veya abdestin bozulması ihtimali göz önünde bulundurularak, tekrar abdest alıp namaz kılınabilecek kadar bir vakit bırakmak gerekir. Hanefîlerin dışındaki üç mezhebe göre, sabah namazının sabah namazının vakti girdikten sonra, ortalık henüz ağarmadan karanlıkça iken (tağlîs) kılmak daha evlâdır. Hanefîlere göre, sadece kurban bayramının ilk günü Müzdelife’de bulunan hacıların, sabah namazını ortalık ağarmadan kılmaları daha faziletlidir.

İskâr

İskâr, sarhoş etmek, sarhoşluk vermek anlamına gelen bir fıkıh terimidir. (bk. Sekr)

İspat

Sözlükte sabit ve payidar eylemek, bir şeyin hakikatini anlayıp bilmek, hapsetmek, teyit etmek, delil getirmek anlamlarına gelen ispat, bir fıkıh terimi olarak, muhakeme usulünde, tarafların delil getirerek davalarının haklılığını ortaya koymaları demektir. İspat vasıtaları, şahitlik, yemin, yazılı vesika, ikrar, kuvvetli karine, bilirkişi görüşü, keşif şeklinde sıralanabilir. En genel anlamıyla ispat vasıtası şahitlik, ikrâr ve yemin olup, kural olarak, şahitlik iddiada bulunana, yemin ise savunma yapana aittir. (bk. Şahitlik, İkrâr, Yemin, Karîne, Beyyine, Delîl)

İstibrâ

Sözlükte sidik ve necasetten temiz olmak, kurulanmak, borç ve günahtan beraetini istemek, hayız müddeti geçinceye kadar kadına yaklaşmamak gibi anlamlara gelen istibrâ, dinî bir kavram olarak, özellikle erkeklerin küçük abdest bozduktan sonra, idrar yolunda kalabilecek idrar damla ve sızıntılarının tamamen kesilmesi için bir süre bekleme ve daha sonra bu sızıntıların temizlenmesini ifade eder.

İslâm’ın beş temel esasından biri olan namazın şartlarından birisi ve birincisi, hükmü kirlilik olan hadesten temizlenmektir. Abdestsiz olan kişinin, namaz kılması, Kabeyi tavaf etmesi, Kur’an’a dokunması yasaktır. Herhangi bir özür bulunmaksızın idrar sızıntısı ise abdesti bozar. Bu nedenle, sızıntı olmaması için idrarın iyice boşalması için beklemek, biraz hareket etmek, yürümek veya öksürmek yerinde olur. Küçük abdestini bozduktan sonra hemen abdest almayacaksa da, istibrâ yapılmadığında geriye kalan idrarın sızarak elbiseyi kirleteceği göz önünde bulundurularak, bu temizliğe devamlı özen gösterilmelidir.

İstidlâl

Bir fıkıh kavramı olarak istidlâl, delil getirmek, delil göstermek anlamına gelmektedir. (bk. Delîl, Delâlet)

İstiftâ

Fıkhî bir meselenin dinî-hukukî hükmünün açıklanmasını istemek, fetvâ sormak demektir. (bk. Fetvâ)

İstihâre

Sözlükte hayır ve iyilik istemek, bir şey hakkında hayır talep etmek anlamlarına gelen istihâre, bir kimsenin yapmayı istediği bir şeyin kendisi için hayırlı olup-olmayacağını Allâh’ın kendisine bildirmesi maksadıyla yatmadan önce iki rek’at namaz kılarak Allâh’a dua etmesidir.

İnsanlar, bazen kendileri için önemli bir karar verecekleri veya bir seçim yapacağı zaman dünya ve ahiret bakımından kendileri için hangisinin daha hayırlı olacağını kestiremezler. Bunu anlayabilmek için istişare ederler ve Allâh’tan yardım dilerler. Bu bakımdan istihare, bir bakıma yapılacak işin hayırlı olmasını; hayırlı ise gerçekleşmesini Allâh’tan dilemek ve O’ndan tercih konusunda yardım istemek demektir.

İstihâre Namazı menduptur. Namazın birinci rekatında Fatiha’dan sonra Kafirûn sûresi; ikinci rekatte de Fatiha’dan sonra İhlas sûresi okunur. Namazdan sonra istihâre duasını yapar. Hz. Peygamber, istihârede şöyle dua edilmesini tavsiye etmiştir:

“Allahım! Senden,  ilminle hakkımda hayırlı olanı bana bildirmeni, kudretinle bana güç vermeni istiyorum. Senin büyük fazlu kereminden ihsan etmeni istiyorum. Senin her şeye gücün yeter, ben ise acizim; sen her şeyi bilensin, ben ise bilmem; çünkü sen bütün gizli şeyleri en iyi bilensin. Allâh’ım! Yapmayı düşündüğüm bu iş, benim dinim, yaşayışım, dünyam ve ahiretim bakımından hakkımda hayırlı olacaksa, bunu bana takdir eyle, onu bana kolaylaştır, uğurlu ve bereketli eyle! Yok eğer bu iş, benim dinim, yaşayışım, dünyam ve ahiretim bakımından kötü ise, onu benden, beni ondan uzaklaştır. Hayır nerede ise, onu bana takdir et ve onunla beni hoşnut eyle!” (Buhârî, Teheccüd, 25)

İbadet ve sevap işlemek gibi iyi olduğu, haram ve günah gibi kötü olduğu bilinen şeylerde istihare yapılmaz. İstihâre, yapılmasının doğru olup-olmadığında tereddüt edilen şeylerde yapılır ve yedi kede tekrarlanır. İstihâreden sonra, insanın gönlüne bir açıklık gelir ve ilk defa kalbe doğan şeyin hayırlı olduğu kabul edilerek ona göre hareket edilir. Çeşitli nedenlerle istihare namazının kılınamaması halinde, sadece duasını okumakla yetinilir.

İstihâze

Kadınların görmüş oldukları âdet ve lohusalık kanı dışında, rahim içi damarlardan bir hastalık veya yapısal bozukluk sebebiyle gelen kana istihâze denir. Daha genel bir ifadeyle, kadının âdet ve lohusalık dışındaki kanamaların tümüne verilen addır. Âdet çağı içerisinde bulunan kadının (yaklaşık 9-55 yaş arası), üç günden az ve on günden fazla gördüğü, doğum yapan lohusanın 40 günden fazla gördüğü, 9 yaşından küçük kızların veya menapoz dönemindeki kadınların gördükleri kanlar istihaze kanıdır.

İstihaze kanı, hayız ve nifas gibi büyük hades kabul edilmemiştir. Dinmeyen burun kanaması, bir yaradan kan sızması, idrar tutulamaması gibi özür olarak sayılmıştır. Diğer özürlüler gibi, her vakit için abdest alır; bundan başka abdest bozan bir hal meydana gelmedikçe bu abdestle o vakit içerisinde dilediği gibi namaz kılar, Kur’an-ı Kerim okur, Kabe’yi tavaf eder. Ayrıca bu durumdaki kadın, orucunu tutmaya devam eder.

İstihsân

Sözlükte güzel saymak, bir şeyi güzel görmek anlamlarına gelen istihsân, fıkıh usulünde, müçtehidin daha kuvvetli gördüğü bir delil veya husustan dolayı, bir meselede benzerlerine verdiği hükümden vaz geçip başka bir hüküm vermesidir. Bazen bir mesele nasların genel çerçevesine veya mezhepte yerleşmiş genel bir kuralın kapsamına girmekle birlikte, buna göre hüküm vermeyi engelleyen başka bir gerekçe veya delil bulunur. İşte müçtehidin bu ikinci delile dayanarak, genel kaideye göre hüküm vermekten vaz geçip, ikinci delile göre hüküm vermesine istihsan denir. Bu yolla sabit olan hükme, kıyasa aykırı olarak sabit olmuş hüküm denir.

Müçtehidin kıyasa göre veya genel kurala uygun olarak hüküm vermekten vaz geçip başka bir hüküm vermesinin dayanağını teşkil eden delile, vechü’l-istihsân denir. Bu gerekçe, ya bu konuda mevcut özel bir nassdır ya da bir icmâ, zarûret, kapalı kıyas, örf veya maslahattır. İstihsân, dayanağı bakımından, genel olarak ikiye ayrılır; kapalı kıyas sebebiyle istihsan, şer’î bir delil sebebiyle istihsan.

Kapalı kıyas sebebiyle istihsan; hakkında birbiriyle çatışan ve biri açık diğeri kapalı iki kıyas imkanı bulunan meselede gerçekleşir. Bir konuda ilk bakışta akla bir hüküm gelir, ancak bu konuda tesir bakımından daha kuvvetli gizli bir kıyas daha mevcuttur. İşte bu gizli kıyasa göre hüküm vermeye istihsan denir. Bu şekilde istihsan yoluyla verilen hüküm daha kuvvetli olmakla birlikte benzeri her mesele için geçerli değildir. Meselâ, vakfedilen bir mal, ilk bakışta satım akdine benzemektedir. Buna göre kişi irtifak haklarını kendinde bırakarak satış yapabilir. Ancak, vakıf malları menfaatlerinden istifade edilmek amacıyla vakfedilirler. Bu yönüyle de kiraya benzerler. Halbuki kira akdinde, irtifak hakları olmadan istifade etmek mümkün olmadığı için, bu hakların istisna edilerek kiralama caiz değildir. İşte vakfın ilk bakışta benzediği satım akdine göre hüküm vermeyip, kiraya kıyaslanarak irtifak haklarının istisnasının caiz olmayacağına hükmetmek böyle bir istihsandır.

Şer’î bir delil sebebiyle istihsanda, kıyasın illeti ile, şer’î bir delil arasında bir çelişki vardır. Kıyasa göre verilecek hüküm, nass, icma, örf, maslahat gibi bir delile aykırı düşmektedir. Müçtehit bu delili esas alarak, kıyası terk eder. Meselâ, kural olarak mevcut olmayanın satımı caiz değildir. Ancak mevcut olmayanın satımı anlamına gelen selem akdi hadis ile istisnâ edilmiştir. İşte bu hadis sebebiyle, kaideye muhalif olarak selem akdi caiz görülür.

İstihsan, İslâm hukukunun esnek yapısını gösteren önemli bir metottur. İstihsan, İslâm hukukçularının kaide ve şeklî şartlara boğulup kalmadan, gerektiğinde genel kaideyi terk etmeyi haklı kılacak yeni kaideler üretebildiklerinin, böylece hukuk kuralları ile hayat ve ihtiyaçlar arasında uyum sağlamaya çalıştıklarının açık bir göstergesidir.

İstikbâl-i Kıble

Kelime anlamı itibariyle kıble’ye yönelmek demek olan istikbâl-i kıble, dinî bir kavram olarak, namazın şartlarından olup namazı kıbleye yönelerek kılmak demektir.

Müslümanların kıblesi, Mekke’de bulunan Kâbe’dir. Namazların Kabe cihetine kılınması gerekir. Mekke’de bulunup da Kâbe’yi gören kimse bizzat Kâbe’nin kendisine yönelir. Kâbe’yi görmeyen kimse ise, Kâbe’nin bulunduğu tarafa yönelerek namazını kılar. Kur’an-ı Kerim’de, “(Evet Resûlüm!) Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir.” buyurulmuştur (Bakara 2/149, 150).

Kıblenin ne tarafta olduğunu bilmeyen kimsenin, yanında kıble yönünü bilen birisi varsa ona sorması gerekir. Sormadan kılar ve sonra da yanlış yöne kıldığını öğrenirse namazını yeniden kılması gerekir. Yanında soracak kimse bulunmuyorsa, güneş, yıldız gibi bir takım doğal alametlere bakıp araştırarak bir yön belirler ve namazını kılar; kapıları çalarak sorması gerekmez. Namazı kıldıktan sonra, yanlış yöne kıldığını öğrenirse yeniden kılmasına gerek yoktur. Namaz kılarken kıblenin başka bir yön olduğunu öğrenen kişi, şayet bir araştırmayla bu yöne dönmüşse, namazını bozmadan o yöne döner.

Kâbe’nin bulunduğu noktadan 450 sağa ve sola sapmalar kıbleden sapma sayılmaz. Bundan daha fazla sapmalar ise, kıbleye yönelme şartını aksatır. Bir kimse namazda iken, bir özür olmaksızın göğsünü kıbleden çevirirse, namazı bozulur. Hastalık veya düşman korkusu gibi bir sebeple kıbleye yönelemeyen kimse, gücü yettiği tarafa doğru namazını kılar.

İstikrâz

İstikrâz borç almak, borç istemek anlamına gelen bir kavramdır. (bk. Karz)

İstilâm

Sözlükte selâmlamak, başak çıkmak anlamlarına gelen istilâm, dinî bir kavram olarak, Kâbe’yi tavaf ederken Hacerü’l-Esvedi öpmek, yaklaşmak mümkün olmaması halinde Hacerü’l-Esvede karşı el kıldırıp işaret ederek selamlamak demektir.

Kâbe’yi tavafa Hacerü’l-Esvedin bulunduğu Rüknü’l-Yemânî köşesinden başlanır. Tavafa başlamadan önce, hangi tavafın yapılacağına niyet edilir, Hacerü’l-Esved istilâm edilir ve Kâbe sol tarafa alınıp dua okuyarak tavafa başlanır. Hatîmin dışından, Kâbe’nin etrafı dolaşılır. Hacerü’l-Esvedin hizasına gelindiğinde, tekrar istilâm edilir. Hz. Peygamber, tavaf ederken bazen Hacerü’l-Esvedi öpmüş, bazen eliyle dokunmuş, bazen de eliyle veya elindeki asasıyla selamlamıştır (Buhârî, Hac, 57-62). Hacerü’l-Esvedi öpmek, mümkün değilse işaret ederek selamlamak sünnettir. Fakat öpmek için zorlayarak insanlara zarar vermek, incitmek caiz değildir. Yaklaşmak için insanları itip kakmaya gerek yoktur. Hz. Peygamber’in de yaptığı gibi işaretle selâmlamak yeterlidir.

Hacerü’l-Esvedi istilâm etmek, Allâh’a beyat etmek gibi kabul edilmiştir. İstilâm eden sanki, Allâh’a karşı bezm-i elestte vermiş olduğu sözünü yenilemiş ve elini Hacerü’l-Esvede dokundurmakla Allâh’a bağlılık yeminini tazelemiş olur.

İstimnâ

İstimnâ masturbasyon, kişinin kendi kendini tatmin etmesi, el ile tatmin manasına gelmektedir. İslâm meşru yollarla nefsini tatmin etmesi için evliliği teşvik etmiş, zinâ ve diğer gayri meşru yolları ise yasaklamıştır. Diğer taraftan haram götüren yolları tıkamış ancak, zorda kalanların ehven-i şerri tercih etmelerini müsaade edilmiştir. Bu sebeple, Hanefî mezhebine göre, istimnânın zevk için yapılması tahrimen mekruh kabul edilmiş; ancak zinaya düşme tehlikesi bulunduğunda, aşırıya kaçmamak şartıyla caiz görülmüştür.

İstinbat

Sözlükte kuyu kazmak suretiyle su çıkarmak, çalışıp düşünerek bir şeyi meydana çıkarmak, gizli ve örtülü bir şeyi ortaya çıkarmak anlamlarına gelen istinbat, bir fıkıh terimi olarak, nasslardın hüküm çıkarmak anlamına gelmektedir. İstinbat tabiri Kur’an-ı Kerim’de de, bu manaya uygun olarak, kapalı, düşünmeye muhtaç bir haber üzerinde düşünerek kastedilen manaya ulaşmak anlamında kullanılmıştır (Nisâ 4/83).

Fıkıh usulünde, deliller ikiye ayrılır; nasslar ve nass olmayanlar. Nasslar Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber’in hadisleridir. Nass olmayanlar ise, kıyas, istihsan, örf gibi delillerdir. Esasen fıkıhta her türlü istinbat Kur’an ve sünnete dayanmaktadır.

Nasslardan hüküm çıkarma metotları iki grupta toplanır; manevî metotlar, lafzî metotlar. Manevî metotlar, kıyas, istihsan, mesâlih-i mürsele, zerâyi gibi, nass olmayan delillerden hüküm çıkarma yollarıdır. Lafzî metotlar ise, nassların lafızlarını, bunların açıkılık kapalılık yönünden delaletini, delalet ettiği umum ve hususunu anlama esasına dayanır. (bk. Delâlet, İçtihât)

İstincâ

Sözlükte taharetlenmek, kurtulmak, kurtuluşunu istemek, yüksek yerin arkasına gizlenmek, ağaçtan yemiş devşirmek gibi anlamlara gelen istincâ, dini bir kavram olarak, abdest bozduktan sonra necasetin izalesi, taharet anlamına gelmektedir.

Hükmü kirlilik olan hadesten temizlenmek namazın şartlarından olduğu gibi, necasetten temizlenmek de şartlarındandır. İslâm dini temizliğe büyük önem vermiştir. Yüce Allâh, “orada temizlenmeyi sevenler vardır. Allâh da çokca temizlenenleri sever” buyurmaktadır (Tevbe 9/108). Hz. Peygamber de, “temizlik imanın yarısıdır” buyurmuştur (Müslim, Tahare, 1). Bu sebeple, toplum ve kişilerin sağlığı, sosyal ilişkiler açısından, çevre temizliği, beden ve elbise temizliği tavsiye edilmiş, günde beş defa kılınan namaz için bu temizlik şart koşulmuştur. Bu çerçeveden olmak üzere, abdest bozduktan sonra, bedene bulaşan necasetin temizlenmesi ibadetin sıhhati açısından önem taşımaktadır. Aslolan bu temizliğin su ile yapılmasıdır. Su ile temizlik İslâm toplumlarının en belirgin özelliklerinden birisi olduğundan, Batılılar tarafından da hayranlıkla karşılanmıştır. Taharet için su bulunmadığında, imkanlar ölçüsünde uygun temizlik araçlarıyla taharet yapılmalıdır. Su ile temizlik yapıldıktan sonra, avret yerinin bez veya tuvalet kağıdı ile kurulanması sağlık ve temizlik açısından daha uygundur. Temizlik sol el ile yapılmalı, tuvalete girmeden ve çıktıktan sonra ellerin sabunla yıkanmasına dikkat edilmelidir.

İstinkâ

Sözlükte tertemiz, pak olmayı istemek anlamına gelen istinkâ, dinî literatürde, taharetlenirken hiç pislik kalmadığına kanaat getirinceye kadar temizlenmeyi, ayrıca erkeklerin istibrâ yapmasını ifade eder. Temizliğin en güzel bir şekilde yapılması için, su ile iyice taharetlendikten sonra, avret yerinin bir bez parçası veya tuvalet kağıdıyla kurulanması gerekir.

Klasiz fıkıh kitaplarında kağıdın eğitim ve ilim aracı olduğu için taharetlenmede kullanılması hoş karşılanmamaktadır. Ancak bu, o günün imkanlarına göre kaleme alındığından günümüz için geçerlilik arz etmemektedir. Günümüzde özellikle bu iş için kullanılmak üzere tuvalet kağıtları imal edilmektedir ve bunların ilim ve eğitim için kullanılması da söz konusu değildir. Bu itibarla, tuvalet kağıdının taharette kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur. Ancak Batı toplumlarında olduğu gibi, sadece tuvalet kağıdı ile temizlenmek yeterli değildir. Su ile iyice temizlik yapıldıktan sonra, bununla kurulanmak yerinde olur. Ayrıca tuvalete girmeden ve çıktıktan sonra ellerin sabunla yıkanması temizlik ve sağlık açısından önem taşımaktadır.

İstinşâk

Sözlükte su ve benzeri şeyleri burna çekmek anlamına gelen istinşâk, dinî bir kavram olarak, abdest veya gusülde burna su çekmek demektir.

Hanefîlere göre istinşâk gusün farzlarındandır. İstinşâkda mubalağa etmek ve üç defa tekrar etmek ise sünnettir. Abdestte burna su çekmek ve bunu üç defa yapmak sünnettir. İstinşak yapılırken sağ el ile burna su verilir, su burna çekildikten sonra, sol el ile sümkürülerek iyice temizlenir. Her burna su çekişte yeniden su alınması gerekir.

İstircâ’

Sözlükte verdiği şeyi geri almak, geri istemek, gere dönmek, dönmesini istemek gibi anlamlara gelen istircâ’, dinî bir kavram olarak, bir Müslüman’ın bir ölüm haberi aldığında veya ölümü gördüğünde, ayrıca herhangi bir musibete uğradığında “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn – Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz” demektir.

Yüce Allâh, insanları açlık, korku; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğini haber vermekte ve sabredenleri müjdelemekte; “O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allâh’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz, derler. İşte Rablerinden bağış ve rahmet onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” buyurmaktadır (Bakara 2/155-157). Hz. Peygamber de, başına bir felaket gelen Müslüman’ın “Allâh’ım bu musibetine hayırlı bir karşılık ver, kaybettiğimin yerine daha iyisini ihsan buyur” diyerek istircâ’da bulunması halinde, Allâh’ın ona kaybettiğinden daha iyisini vereceğini müjdelemiştir (Müslim, Cenâiz, 3, 4).

İstiskâ

Sözlükte birinden su isteme, bedenin herhangi bir yerinde su birikmesi şeklindeki hastalık ve bu hastalığa yakalanma gibi anlamlara gelen istiskâ, dinî bir kavram olarak, yağmur yağması için istiğfarda bulunup, dua etmek demektir.

Bir bölgede kuraklık olması halinde, o bölge sakinlerinin topluca açıklık bir alana çıkıp tövbe-istiğfardan sonra, Allâh’tan bolluk ve berekete vesile olacak yağmur göndermesini istemeleri, bunun için dua etmeleri sünnettir. Bu duaya yağmur isteme anlamına gelen istiskâ duası denir. Üç gün artarda yağmur duasına çıkılması müstehaptır. Hz. Peygamber bizzat kendisi yağmur duası etmiş, ayrıca kuraklıktan sıkıntıya düşüldüğünde yağmur duasında bulunulmasını tavsiye etmiştir (Buhârî, İstiskâ, 6; Müslim, İstiskâ, 2, 8; Ebû Dâvûd, Salât, 260).

Duaya çıkmadan önce küsler barıştırılır, yetimler ve yoksullar gözetilir, bolca sadaka dağıtılır. Duaya çıkılırken eski, yamalı elbiseler giyilir; boyunlar bükülerek zelil ve huşu içinde olmaya çalışılır. Çocuklar ve hayvanlar da birlikte duaya çıkarılır. Zayıflara, çocuklara, ihtiyarlara dua ettirilir. Böylece Allâh’ın rahmetinin tecelli etmesi arzulanır.

Ebû Hanîfe’ye göre, yağmur duasına çıkıldığında, sünnet olmamakla birlikte, namaz kılınabilir. Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise, cemaatle namaz kılmak sünnettir. Buna istiskâ namazı denir.

İstiskâ Namazı; İmam-ı Azam’a göre, yağmur duasına çıkıldığında, namaz kılınması sünnet değildir. Bu nedenle cemaatle namaz kılınmaz, ancak kişiler ferdî olarak namaz kılabilirler. Hanefîlerden Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise, yağmur duasında cemaatle namaz kılmak sünnettir. İmam cemaate iki rekat namaz kıldırır ve bu namazda kıraatı açıktan yapar. Namazdan sonra, imam ve cemaat birlikte duâ edip, tövbe eder ve Allâh’tan yağmur isterler.

İşâretin Delâleti

Bir fıkıh usulü kavramı olan işâretin delâleti; lafzın ibaresinin dışında, fakat ibarenin bir neticesi olarak delâlet ettiği şeydir. Nassın işareti ile sabit olan hüküm, sözün kendisi için söylenmediği; fakat, ekleme ya da eksiltme yapılmadan lafzın manası düşünmek suretiyle anlaşılan hükümdür.

Nassların işaretleri, iltizamî ve mantıkî mânâlar olup, ibârenin delâlet ettiği şeylere dahildirler. Nassın işaret ettiği bu mânâları ancak, nassları anlamada ihtisas sahibi olan, fıkıh nosyonuna sahip ve Arapça’nın inceliklerini bilenler anlayabilirler. Halbuki ibârenin manası, herkes tarafından anlaşılabilir.

İşâretin delâletine “Emzirmeyi tamamlamak isteyen (baba) için anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler..” ayeti örnek olarak verilebilir (Bakara 2/233). Bu ayet ibarisiyle, annelerin yiyeceklerinin ve giyeceklerinin karşılanması yükümlülüğünün çocukların babasına ait olduğuna delalet eder. Çünkü ayet, bu  mana için sevk edilmiştir. Ayet işaret yoluyla da, çocuğun nesebinin babaya ait olduğuna delalet eder. Çünkü, ayetteki “Çocuk kendine ait olan kimse” ibaresinde, çocuk babaya nispet edilmiştir. Böylece ayet, işaret yoluyla çocuğun nesebinin babaya ait olduğuna delâlet etmiş olur.

Hanefîlere göre, işâretin delâlet kuvvet bakımından ibârenin delaletinden sonra gelir. Bu sebeple, ibarenin delaleti ile çeliştiği zaman, ibâreye itibar edilir; işaret terk edilir. Buna karşılır nassın delâleti ve iktizanın delâletinden, kuvvetli olup, bunlarla çelişmesi halinde nassın işâreti tercih edilir.

İşrâk Vakti

Güneş doğduktan sonra, ufuk hattından 50 yükselmesinden itibaran başlayan zamana işrak vakti denir. Halk arasında güneşin bir mızrak boyu yükselmesi şeklinde tabir olunan bu vakte dahve-i suğrâ da denmektedir.

Güneşin doğmasından işrak vaktine kadar farz ve nafile hiçbir namazın kılınması caiz değildir. İşrak vaktiyle birlikte, her türlü namazın kılınması helal olur. Bayram namazlarının kılınma vakti de bu zamandır.

İtikâf

Sözlükte ibadet veya başka bir gaye için bir yerde kendini tutmak, kalmak; insanlardan tenha bir yerde kalmak, bir şeye bağlanmak gibi anlamlara gelen itikâf, dînî bir kavram olarak, bir kimsenin, ibadet niyetiyle ve kurallarına uyarak inzivaya çekilmek demektir.

Kur’an-ı Kerim’de, itikâf kelimesi geçmemekle birlikte, aynı kökten türeyen âkif – âkifîn kavramı, itikaf kavramının sözlük ve ıstılah manalarına uygun olarak, müşriklerin putlara tapmaları (A’raf 7/138; Tâhâ 20/97; Enbiya 21/52; Şuarâ 26/71) için kullanıldığı gibi, Mescid-i Haramda ibadete kapanan (Bakara 2/125) ve Ramazan’da mescidlerde ibadete çekilmiş olan (Bakara 2/187) Müslümanları ifade etmek için de kullanılmıştır.

Özellikle Ramazan ayında itikafa girmek sünnettir. Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettikten sonra her yıl Ramazan ayının son on gününde itikafa girmişlerdir (Buhârî, İ’tikâf, 3). Bundan hareketle Hanefîler, Ramazan’ın son on gününde itikafı, kifâî nitelikli müekket sünnet kabul etmişlerdir. Cemaatten biri itikafa girince bu görev diğerlerinden düşer.

Hanefîlere göre itikâfın makbul olması için, itikâfa girenin niyet etmesi, oruçlu olması, itikâfı beş vakit namaz kılınan camide yapması gerekir. Kadınlar, camide değil, evlerinde, namaz kıldıkları odada itikafa girerler; ancak ay halinde ve loğusa olmamaları gerekir.

İtikâfa giren kimse, camide yer içer, uyur. Bunlar için camiden dışarı çıkamaz; çıkarsa itikaf bozulur. Tuvalete gitmek, abdest almak ve gerektiğinde gusletmek için camiden dışarı çıkabilir. İtikâfa giren kimse, bu süre içinde kendisini dünya işlerinden ayırarak Allâh’a yönelir; ibadetle meşgul olur, tefekkür eder, zikir yapar. İtikafta iken cinsi münasebette bulunmak itikafı bozar. Fakat, rüyada ihtilam olmak itikafa mani değildir.

İtlâf

İtlâf, bir malı tamamen veya kısmen telef etme anlamına gelmektedir. Bazen uzuvlar için de itlaf tabiri kullanılır.

İzni olmadan ve kanundan kaynaklanan bir yetki bulunmaksızın hiç kimsenin bir başkasının malında ve hakkında tasarruf salahiyeti yoktur. Bu sebeple, haksız bir fiil sonucu bir başkasına zarar veren kişi, zararın fahiş olmasına bakılmaksızın, verdiği zararı tazmînle mükelleftir. Ancak, itlaf veya ifsat edilen, yani tamamen veya kısmen zarar gören şeyin, mal olması, mütekavvim olması ve muhterem olması gerekir. Maddi değeri bulunmayan ve dinen muhterem olmayan, yani dokunulmazlık vasfı taşımayan şeyin tazmîni söz konusu değildir.

Gerek malın itlafında ve gerekse vücudun yaralanması veya uzvun kesilmesinde, sahibinin izni ve rızası tazmînâtı düşürür. Aynı şekilde, tazmînâtın düşmesi için izin ve rızanın önceden beyan edilmiş olması da şart değildir; malın itlafından sonraki rıza da tazmînâtı düşürür.

Eşya tam olarak itlaf edilmişse ve misli mallardan olup, fiilen de emsali bulunuyorsa, bunun tazmîni mislini vermek suretiyle olur. tazmîni gereken mal kıyemî, yani çarşıda, pazarda emsali bulunmayıp kıymetle takdir edilen bir malsa veya mislî olduğu halde emsali bulunamamış ise değeri nakit olarak ödenir. Fukahanın çoğuna göre, bazı hallerde zarar verilen eşyanın tamir edilerek eski haline getirilmesi de tazmîn yerine kabul edilmiştir. Haksız fiil sonucunda telef edilen eşyanın, telef tarihindeki kıymeti üzerinden tazmîn edilmesi gerektiği ittifakla kabul edilmiştir.

Zarar verilen eşya tamamen işe yaramaz, kullanılmaz hale gelmeyip de, sakatlamış veya değeri azalmış ise, tazmîn meydana gelen eksikliğin karşılanması şeklinde olur. Şöyle ki, mal sağlam durumda ve zarar gördükten sonraki kıymeti değerlendirilir ve aradaki fark tazmîn edilir. Ancak zarar büyük veya önemli ise, bu takdirde tercih edilen içtihada göre, zarara uğrayan kişi, eksilen değeri tazmîn ettirmek ile malı olduğu gibi zarar verene bırakıp bedelini almak arasında muhayyerdir.

İttibâ’

Sözlükte birinin peşinden gitmek, ona uymak anlamına gelen ittiba’, dinî bir kavram olarak, Peygamber’in Allâh’tan getirdiği dine uymak başka bir ifadeyle Kur’an ve sünnete uymak demektir. Bir konuda dinin hükmünü bilmeyen kişinin, konuyu bir bilenden sorup onun gösterdiği delillere bakarak görüşünü benimsemeye de, ittibâ’ denir.

Kitap, sünnet, icmâ’dan dayandığı delili bilinmeksizin, bir müçtehit veya mukallidin sözünü alıp onunla amel etmeye taklîd denir. Mukallit, delile değil, hükmü çıkaran alime itimat etmektedir. Buna karşılık, görüşünü aldığı müçtehidin deliline bakarak, delilini sağlam ve sahih bularak buna dayalı hüküm ve fetvayı kabul etmesine ise, ittibâ’ denir. (bk. Taklîd)

İyâl

Bir kimsenin bakmakla mükellef olduğu eş, çocuk, hizmetçi gibi kimselerdir. (bk. Nafaka)

İyas

bk. Âyise.

İzâr

Sözlükte belden aşağı giyilen peştamal, peştamal gibi örten elbise, iffet, eş gibi anlamlara gelen izâr, dînî bir kavram olarak, ihrama giren kişinin giydiği, belinden altını örten dikişsiz elbise ve cenâzenin kefenlerinden bir parçasının ismidir.

Hac veya umre için ihrama giren kimselerin dikişli elbise giymeleri yasaktır. Bu nedenle ihrama girdiklerinde, halk arasında ihram denilen iki parçalı bir elbiseye (kumaş veya peştemale) bürünür. Bunlardan belden aşağısını örttüğü parçasına izâr; vücudun üst kısmını örten parçasına da ridâ denir.

Ölen erkek veya kadının, bedenleri örtülecek şekilde kefenlenmesi farz-ı kifayedir. Erkeğin kefeni, kamîs, izâr ve lifâfe olmak üzere üç parça; kadının kefeni de bunlarla birlikte bir baş örtüsü ve bir göğüs örtüsü olmak üzere beş parça bezden oluşur. Bunlardan izâr, baştan ayağa kadar uzanan bir bezdir.

– K –

Kabir

Cenâzelerin gömüldüğü yerlere kabir denir. Türkçe’de ziyaret edilen yer anlamına gelen mezar kelimesi, ayrıca makber ve makbere kelimesi de kabir anlamında kullanılmaktadır.

Kabir 100-150 cm. derinliğinde, kıbleye dik açı oluşturacak şekilde kazılır ve kıble tarafına ölünün konulabileceği şekilde oyularak lahit açılır. Ölü kıble tarafından kabre indirilerek bu lahde konur. Çeşitli sebeplerle lahit yapılması mümkün olmaması halinde, cenâzenin kabrin tabanına konulup, üzerine toprak dökülmesini önleyecek tedbir alınabilir. Lahit kapatıldıktan sonra kabre toprak dökülerek doldurulur ve kabir balık sırtı şeklinde yerden bir karış veya daha fazla yükseltilir. Orada bulunanların da kabre toprak atması müstehaptır. (bk. Defin)

Kabirlerin yükseltilmesi, üzerine kubbeli binalar yapılması, taşına övücü veya kaderden şikayet edici sözler yazılması yasaklanmıştır. Buna karşılık, bir – iki karış yükseltilmesi, israfa kaçmadan ve tevhid inancına zarar vermeyecek şekilde yapılmasında bir sakınca yoktur.

Kabir Hayatı: Ölümle başlayıp tekrar dirilinceye kadar devam edecek hayata kabir hayatı denir. Kabir hayatına berzah da denilmiştir. Hz. Peygamber, “Kabir ahiret duraklarının ilkidir. Bir kimse eğer o duraktan kurtulursa, sonrası daha kolaydır. Kurtulamazsa, sonrakileri geçmek daha zordur.” buyurmuştur (Tirmizî, Zühd, 5; İbn Mâce, Zühd, 32).

İnsan ölüp de kabre konulunca, Münker ve Nekir ismi verilen iki melek gelerek sorgulayacaktır. İman ve güzel amel sahipleri sorulan sorulara doğru cevaplar verirler, daha sonra cennet kapıları açılarak cennetin nimetleri kendisine gösterilir. Kâfirler ve münafıklar ise sorulan sorulara doğru cevap veremezler, bunun üzerine cehennem kapıları açılarak kendisine cehennem gösterilir. Kabir hayatında, kabir nimetlerinin ve kabir azabının hak olduğuna işaret eden pek çok ayet ve hadis bulunmaktadır.

Kabir Ziyareti: Kabir ziyareti erkek ve kadın Müslümanlar için menduptur. Hz. Peygamber, “Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabirleri ziyaret, size ahireti hatırlatır” buyurmuştur (İbn Mâce, Cenâiz, 47). Kabirlerin haftada bir gün, özellikle Cuma veya Cumartesi günleri, ayrıca arefe ve bayram günleri ziyaret edilmesi iyidir. Kabirleri ziyaret eden kimse, kıbleye veya ölülerin yüzüne karşı dönerek “es-Selâmu aleyküm yâ ehle kubûr. Ve innâ inşâallahu biküm lelâhikûn” diyerek selamlar.

Kabir ziyaretinde bulunan, sevabını ölülere bağışlamak üzere Kur’an-ı Kerim okur, onlar ve kendisi için duada bulunur. Kabir ziyaretinde, mezar taşlarına el – yüz sürülmez, kabirler çiğnenmez, üzerine oturulmaz ve yatılmaz. Ayrıca kabirlere karşı namaz kılınmaz ve ölülere adak yapılmaz.

Kabul

İki taraflı akitlerin kuruluşunda, teklifte bulunanın beyanına uygun irade beyanına kabul denir. İslâm hukukunda akitlerin kuruluşunda tarafların rızası önemli bir unsur oluşturmaktadır. Akdin gerçekleşmesi için karşılıklı rızanın olması şarttır. Ancak rıza, insanın iç aleminde cereyan eden gizli bir husus olduğundan, bunun yerine rızayı ortaya koyan irade beyanı esas olarak alınmıştır. Akit yapmak isteyen taraflardan ilk olarak teklifte bulunan kimsenin, bu yöndeki arzusunu belirten irade beyanına îcâb; karşı tarafın buna uygun olarak yapmış olduğu irade beyanına da kabûl denir. Birbirine uygun karşılıklı irade beyanıyla akit kurulmuş olur.

Hibe ve vasiyetin kabulü gibi sırf yararına olan akitlerde, kabulde bulunanın mümeyyiz olması yeterlidir; tam edâ ehliyeti aranmaz. Ancak, kâr ve zarar muhtemel olan akitlerde kabulde bulunan kimsenin tam edâ ehliyetine sahip olması gerekir. Nakıs edâ ehliyetine sahip kişilerin bu yöndeki irade beyanlarının sonuç doğurması için, akdin hibe gibi tamamen zararına bir akit olmaması ve vasî veya velîsinin izni gerekir.

Kabz

Sözlükte almak, bir şeyi el ile almak, yakalamak, bir şeyi dürüp devşirmek gibi anlamlara gelen kabz, bir fıkıh terimi olarak, akdin konusunun teslim alınmasını ifade etmektedir. Hibe ve rehin gibi akitlerde, icap ve kabul akdin tamamlanması için yeterli görülmemiş, ayrıca akdin konusunun kabz edilmesi de şart koşulmuştur. Bunun dışında fasit akitlerde kabz, bazı hukukî sonuçların doğmasında etkili olmaktadır.

Ka’de

Sözlükte oturmak anlamına gelen ka’de, dinî bir kavram olarak, namazda ikinci rekatında ve namazın sonunda oturmak anlamına gelmektedir. Namazdaki bu oturuşta, erkekler sağ ayaklarını parmaklar kıbleye gelecek şekilde dikerler ve sol ayaklarını yayarak üzerine otururlar. Kadınlar ise iki ayaklarını da sağ taraftan çıkarıp, kaba etlerini yere koymak suretiyle otururlar. Ka’dede elleri uyluklar üzerine koymak ve kucağa bakmak namazın adaplarındandır. Ka’de-i ûlâ ve ka’de-i âhire olmak üzere ikiye ayrılır.

Ka’de-i ûlâ; kelime anlamıyla ilk oturuş demek olup, iki rekatten fazla namazların ikinci rekatinde tahiyyata oturmaya denir. Ka’de-i ûlâ, namazın vaciplerindendir. Unutularak terk edilmesi halinde sehiv secdesi yapılması gerekir. Bu oturuşta Tahiyyât duasını okumak sünnettir. Tahiyyatı okuduktan sonra beklemeden üçüncü rekata kalkılması gerekir.

Ka’de-i âhira; kelime anlamıyla son oturuş demek olup, namazın sonunda teşehhüd miktarı oturmaktır. Teşehhüt miktarı, Tahiyyat duasını okuyacak kadar bir süredir. Bu oturuşta tahiyyatı okumak vaciptir. Tahiyyatı okuduktan sonra Salli ve Bârik dualarını ve bir dua (Rabbenâ duası) okumak sünnettir. Dualar bitirildikten sonra selam verilir.

Kâmet

Sözlükte ayağa kalkmak, durmak, düzgün ve itidal üzere olmak gibi anlamlara gelen kâmet, dini bir kavram olarak, farz namazlardan önce, namazın başladığını bildiren ve ezan lafızlarına benzeyen sözlerdir. Ezandan farklı olarak, “hayya ale’l-felâh” cümlesinden sonra, “kad kameti’s-salât” cümlesi eklenir. Kâmet kelimesi Arapça’dan değişikliğe uğrayarak dilimize geçmiştir. Aslı ikâmettir.

İster cemaatle, isterse tek başına kılınsın, erkeklerin her farz namazdan önce kâmet getirmeleri sünnettir. Kazâ namazlarında da kâmet getirmek sünnettir. Kâmet ezana göre daha hızlı okunur. Ezan ile kametin arasının bir miktar ayrılması gerekir. Ezan ile kamet arasında sünnet bulunmayan akşam namazında, ezan okunduktan sonra fatiha suresini okuyacak kadar beklemek uygun olur. Bir camide cemaatle vaktin namazı kılındıktan sonra, aynı vakit namazı cemaatle veya tek başına kılınması halinde tekrar ezan ve kamet okunmasına gerek yoktur. Kadınların, delilerin ve abdestsiz kişilerin kamet getirmesi mekruhtur.

Kaplama Mesh

Sözlükte mesh, dokunmak, silmek gibi anlamlara gelmektedir. Dinî literatürde ise, abdest alırken ıslak elin, başa ya da mestlerin veya sargının üzerine dokundurulması; teyemmümde toprağa vurulan ellerle kolların ve yüzün sıvazlanması demektir.

Kaplama mesh ise, abdestte başın tamamının, kulakların ve ensenin bir su ile meshedilmesini ifade etmek için kullanılır. Kaplama mesh abdestin sünnetlerindendir. Eller ıslatıldıktan sonra işaret ve baş parmaklar ayrılır, diğer parmaklar ile başın üst tarafı, avuç ayası ile başın yanları olmak üzere başın ön tarafından enseye doğru tamamı meshedilir.  Daha sonra işaret parmakları ile kulaklar, baş parmak ile de kulakların arkası, parmakların üstü ile de ense meshedilir. Boyun mesh edilmez. Baş mesh edildikten sonra ellerde yaşlık kalmamışsa kulakları ve enseyi mesh etmek için yeniden eller ıslatılır.

Karaborsacılık

bk. İhtikar.

Karîne

Sözlükte maksadı gösteren işaret, eş, nefis gibi anlamlara gelen karîne, bir fıkıh kavramı olarak, gizli bir şeye bitişik bulunup kendisine delâte eden her türlü açık belirti, alamet demektir. Karînenin, kendisine itimat edilen bir esas olmaya elverişli açık bir durum olması, açık durum ile gizli olan arasında buna işaret eden bir bağ bulunması gerekir. Açık durum ile gizli olan arasındakı bağın kuvvetine göre karîne ikiye ayrılır; kuvvetli karîneler, zayıf karîneler.

Karîne yakîn derecesinde bilgi veren kesin bir alamet olması halinde (karîne-i kâtı’a), hüküm vermek için tek başına yeterli, nihâi bir delil kabul edilir. Öldürülen bir kişinin yanından elinde bıçakla çıkan ve üstünde kan bulup dehşetli bir vaziyette görünen kimsenin katil olduğuna hükmetmek böyledir.

Karîne kesin olmayıp zann-ı galip ifade ediyorsa (karîne-i gayri kâtı’a), mahkemede taraflardan birinin lehine tercih sebebi sayılır. Ancak bunun için, başka bir delil bulunmaması ve bu karînenin hakimin kanaat getirmesine yeterli bubulunması gerekir.

Fakihlerin çoğunluğuna göre, hadlerde karîne ile hüküm verilmez. Çünkü had cezaları şüpheyle düşerler. Kısasta da durum aynıdır. Buna karşılık kısas ve hadd cezasından düşük ceza muhakemelerinde ve hukuk muhakemelerinde karîne delil olarak kullanılır.

Karz

Birinin diğerine, kullanılmakla tükenen mislî bir malı, daha sonra emsalini geri ödemek üzere vermesine karz denir. Buna göre karz, altın, gümüş, para veya buğday, arpa gibi mislî bir malın, bir müddet sonra mislinin geri verilmesi üzere ödünç olarak verilmesidir. Tam olarak karşılamamakla birlikte aynı manayı ifade etmek üzere Türkçe’de, ödünç ve borç kavramları da kullanılmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’de karz, Allâh rızasını kazanmak amacıyla, ihtiyaç sahiplerine ödünç vermek anlamına kullanılmaktadır (Bakara 2/245; Maide 5/12; Hadîd 57/11, 18; Müzzemmil 73/20).

Muhtaç olan kişinin borç alması mubah, ihtiyacı olana borç vermek ise menduptur. Karşılıksız yardım güzel bir davranış olduğu gibi, ihtiyacı olanlara borç ve ödünç vermek faziletli bir davranış olarak kabul edilmiştir. Hatta borç vermek, sadaka vermekten daha güzel kabul edilmiştir. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

“Mirac ettirildiğim gece Cennetin kapısı üzerinde, ‘sadaka on misli sevapla karşılanır. Borç ise onsekiz misli sevap ile karşılanır’ yazılı olduğunu gördüm.

Cebrâil’e, ödünç vermenin sadakadan üstün olmasının sebebi nedir diye sordum. Cebrâil:

– Çünkü dilenci, yanında olduğu halde dilenir. Halbuki borç isteyen kimse ancak muhtaç olduğu için borçlanır diye cevap verdi.” (İbn Mâce, Sadakât, 19)

Karz akdinde, karz olarak verilen şeyin altın, gümüş, para veya ölçülen – tartılan cinsten mislî şeylerden olması gerekir. Akar veya hayvan gibi mislî olmayan malların verilmesi ise karz değil âriyettir. (bk. Âriyet)

Ödünç Allâh rızası için yapılmalı, bir şeye karşılık olmamalı, bir menfaat şart koşulmamalıdır. Borç karşılığında sağlanan menfaat faizdir; helal değildir. Ancak borç verirken böyle bir şart koşulmadığı halde, borçlu daha iyisini öderse veya hediye verirse, o bölgede böyle bir gelenek bulunmaması şartıyla bu fazlalık caiz olur. Hatta Hz. Peygamber bunu tavsiye etmiştir (Müslim, Müsakat, 22).

Diğer taraftan enflasyonun yüksek olduğu yerlerde, ödünç verilen para önemli ölçüde değer kaybetmektedir. Bunun telafisi, faiz olarak kabul edilmemelidir. Zira karz akdinin, mislî mallarda cereyan etmesi ve ödemede mislinin yapılmasının şart olması, alınan malın değeri bakımından da aynen iadesinin gerektiğini göstermektedir. Diğer taraftan kaybın telafi edilmemesi, ihtiyaç sahibine yardımda bulunan borç verene haketmediği bir zararı yüklemek olacaktır. Bu da, kişilerin borç vermekten kaçınmalarına sebep olacaktır. Bu itibarla, enflasyon sebebiyle meydana gelen değer kaybının telafisi faiz olmayıp, borcun güzel bir şeklinde ödenmesi olarak kabul edilmelidir.

Kasâme

Sözlükte güzellik ve cemâl, sulh, bir şey hakkında yemin edip onun hakkında şahitlik eden anlamlarına gelen kasâme, bir fıkıh kavramı olarak, muhakeme usulünde yaptırılan bin tür yemin şeklidir.

Bir mahallede veya yakınında öldürülmüş bir insan bulunur da, kimin öldürdüğü bilinemezse, fakat velîsi, elinde bir delil olmadığı halde o mahalle halkı tarafından öldürüldüğünü iddia ederse, hakim o mahalle halkından 50 kişiyi seçer. Bunlardan her biri  öldürülen şahsı kendilerinin öldürmediğine ve kimin öldürdüğünü de bilmediğine yemin ederler. Bunun üzerine hakim, o mahalle halkının ölen kişinin diyetini vermesine hükmeder. O mahallede, 50 kişi bulunmaması halinde yemin tekrar ettirilerek 50’ye tamamlanır. İçlerinden biri yemin etmekten kaçınırsa, yemin edinceye veya katili biliyorsa söyleyinceye kadar hapsedilir.

Kasâmede delilere, çocuklara, kadınlara ve kölelere yemin ettirilmez. Bu deli ve çocukların ehliyetinin olmamasından, kadınların genelde evlerinde bulunduklarından böyle bir cinayete şahit olmaları ihtimalinin az olmasından, kölelerin de hür iradeleri bulunmamasından kaynaklanır. Ancak günümüzde tahkikat usullerinin gelişmesi nedeniyle buna müracaat edilmemektedir.

Kasem

Bir şeyi yapmak veya yapmamak üzere Allâh’ın ismini vererek söz vermek anlamına gelir. (bk. Yemin)

Katil

Katil adam öldürme demektir. Öldürene kâtil, öldürülene de maktûl veya katîl denir.

İnsanı en güzel bir şekilde yaratıp ruhundan üfleyerek şan ve şeref sahibi kılan ve içindeki sayısız nimetleriyle birlikte yeryüzünü emrine amade kılan Yüce Allâh, insanın yaşama hakkını da muhterem sayarak, korunmasını dinin temel amaçlarından biri saymıştır. Hz. Peygamber vedâ haccı hutbesinde, bütün insanlığa hitap ederek, “şüphesiz bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise, canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle  muhteremdir, tecavüzden korunmuştur” demiştir (Tecrid IV/412, VI/334, X/389, 395).

Allâh’ın özenerek yarattığı ve sayısız nimeti emrine verdiği insanın, dünyaya gelmesi de, ölümü de ilâhî iradenin elindedir. Allâh’tan başka hiç kimsenin bu haktan onu mahrum etmeye yetkisi yoktur. Bu nedenle adam öldürmek büyük günah kabul edilmiştir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de haksız yere cana kıymayı haram kılmış, cezasının ebedi kalınacak cehennem olduğunu bildirmiştir (Nisa 4/93). Aynı şekilde haksız yere bir kişiyi öldürmeyi bütün insanlığı öldürmek, bir kişiyi kurtarmayı da bütün insanlara hayat vermek olarak kabul etmiştir (Maide 5/32).

Hz. Peygamber ise, bırakın bir Müslüman’ın kanını akıtmayı savaş ortamında bile Müslümanlarla savaşmayan gayri Müslim kadınların, çocukların, yaşlıların, ibadetleriyle meşgul din adamlarının öldürülmesini, hatta ibadethanelerinin yıkılmasını, ağaçların kesilmesini, hayvanların öldürülmesini dahi yasaklamıştır.

Adam öldürmenin uhrevi sorumluluğunun yanında, dünyevî sorumluluğu da bulunmaktadır. Kasten birini öldürmenin cezası, velisinin talebi üzerine kısas yani idam olacağı, velîsinin affetmesi halinde ise, velisine sulh bedeli verileceği Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir. Ancak bu durumda, mahkemece kendisine toplum düzeninin sağlanması açısından uygun bir ceza verilebilir. Kasten değil de, hata ile ölüme sebebiyet veren kişi ise, ölenin yakınlarına diyet öder. (bk. Kısas; Diyet; Âkile)

Kaved

Taammüden adam öldürenin kısas yoluyla öldürülmesi anlamına gelir. (bk. Kısas)

Kavme

Sözlükte boy, kalkınma anlamlarına gelen kavme, dinî bir kavram olarak, namazda rükudan kalkarken, secdeye gitmeden önce iyice doğrulmak demektir. Kavme, fakihlerden bazılarına göre namazın sünnetlerinden kabul edilmiş, bazılarına göre de ta’dîl-i erkândan sayılarak vacip kabul edilmiştir.

Ebû Hüreyre şöyle anlatmaktadır: Hz. Peygamber bir gün mescide girdi, peşinden de bir adam girerek namaz kıldı. Sonra gelip Hz. Peygamber’i selâmladı. O da selamını aldı ve ‘dön ve namazını yeniden kıl’ dedi. Bu üç kez tekrar etti, sonuncusunda şöyle buyurdu: “Namaz kılacağın zaman tekbir al, sonra Kur’an’dan bildiğin kolay gelen bir yeri oku, sonra rukaya eğil ve uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar rukuda kal. Daha sonra rukudan kalk, ve iyice doğrul. Sonra secdeye git ve orada uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar kal. Daha sonra iyice yerleşinceye kadar otur, sonra terkar secdeye kapan ve orada uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar bekle. Bütün namazlarında böyle yap.”(Tac, I/175-176)

Kaylûle

Kaylûle öğle uykusu veya istirahati anlamına gelir. Hz. Peygamber, fırsat bulduğunda öğle uykusuna yatmış ve ashabına da gece ibadetine kalkabilmeleri için öğle uykusuna yatmalarını tavsiye etmişlerdir (İbn Mâce, Sıyâm, 22). Bu tür hadislerden ve Hz. Peygamber’in uygulamasından öğle uykusunun sünnet olduğu kabul edilmiştir. Gece ibadeti alışkanlığı olanların, gündüz vazifelerini aksatmamak şartıyla Hz. Peygamber’in uygulamasına benzemek niyetiyle öğle uykusuna yatması sevaba vesile olacaktır. Ancak, öğle uykusunun sünnet olduğunu düşünerek, görevini terk etmek caiz değildir. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in bu uygulamasında iklimin ve bölgenin de etkili olduğu unutulmamalıdır.

Kazâ

Sözlükte hükmetmek, emretmek, ifâ etmek, ödemek, kazâ etmek, ölçüp biçip yapmak, ihtiyacını gidermek, ölmek, mahkeme etmek gibi anlamlara gelen kazâ, dini literatürde üç anlama gelmektedir: 1) Yargılama, Kadılık makamı ve memuriyeti, 2) Zamanında yerine getirilmeyen dinî veya hukukî vazifenin, zamanı çıktıktan sonra yerine getirilmesi, 3) Allâh’ın ezelî ilmiyle takdir ettiği şeyin vakti gelince meydana gelmesi.

İster geniş, ister dar zamanlı olsun edası için belli bir vakit tayin edilen ibadetlerin, bu vaktin içinde yapılması gerekir. Meşru bir mazeret bulunmadıkça vaktinden sonraya bırakılması caiz değildir. Vakti içinde edâ edilmeyen ibadetler, zimmette borç olarak kalır. Bu borcun sonradan ödenmesine kazâ denir. Hz. Peygamber Hendek savaşında, düşmanların taarruzu nedeniyle namazlarını kılamamış ve daha sonra cemaatle kazâ etmiştir (Buhârî, Mevâkit, 36, 38). Kur’an-ı Kerîm’de, hastalık ve yolculuk sebebiyle orucu tutmayanların daha sonra gününe gün oruç tutmaları emredilmiştir (Bakara 2/184). Bunun yanında, orucunu bozan kimse de, ya keffaretle birlikte ya da keffaretsiz olarak bozduğu orucu kaza eder. Hac için ihrama giren, bunu tamamlayamazsa veya haccı bozulursa daha sonra bunu kazâ etmesi gerekir. (bk. Faîte; İhsâr; Cinâyet; Keffâret)

Kazf

Sözlükte atmak, sözü düşünüp taşınmaksızın savurmak, iftira atmak atmak gibi anlamlara gelen kazf, bir fıkıh terimi olarak, namuslu kadına zina iftirası atmak demektir.

En güzel bir şekilde yaratılıp Allâh’ın ruhundan üfleyerek yaratalılanlar arasında şerefli bir konuma yerleştirilen insanın itibar ve haysiyeti İslâm’da muhterem kabul edilmiş ve her türlü saldırıdan muhafaza edilmiştir. Hz. Peygamber vedâ haccı hutbesinde, insanların canları ve malları gibi şeref ve haysiyetlerinin de muhterem olduğunu, tecavüzden korunduğunu bütün insanlığa ilan etmiştir (Tecrid IV/412, VI/334, X/389, 395).

Bu nedenle, dinimizde ağır bir suç ve ahlâksızlık olarak nitelenen zinânın, masum ve iffetli insanlara isnat edilmesi de büyük günah olarak kabul edilmiş; şahitsiz, delilsiz iffetli kadınlara isnatta bulunmayı ise had cezası gerektiren bir suç sayılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de, “Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen bozguncudurlar. Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” buyurulmaktadır (Nur 24/4-5).

İslâm hukukunda, kazf suçunun meydana gelmesi için, iffetli bir kadına doğrudan veya dolaylı olarak zina isnat edilmesi gerekir. Bir kadına, zaniye, fahişe demek veya benzeri isnatlarda bulunmak doğrudan zinâ isnadı, çocuğuna piç demek de dolaylı zinâ isnadıdır. Bir kadına zina isnadında bulunup da, bunu dört adil şahitle ispatlayamayan kimse iffete iftira suçu işlemiş olur. Suçun teşekkül etmesi için ayrıca isnatta bulunan kimsenin akıllı, buluğ çağına erişmiş olması; kadının da iffetli olması gerekir. İftirada bulunan akıllı veya ergenlik çağına ulaşmamış ise, had cezası uygulanmaz, ancak toplum düzeninin sağlanması açısından durumuna uygu bir tazir cezası verilir.

Kefâlet

Sözlükte bir şeyi başka bir şeye eklemek; birine kefil olmak, bakmak, beslemek, taahhüt etmek, garanti etmek gibi anlamlara gelen kefâlet, bir fıkıh kavramı olarak, hak sahibinin bir şeyi talep etmesi konusunda, yükümlünün zimmetine üçüncü kişinin zimmetinin eklemesini ifade eder. Kefâlet akdinde yükümlüye asîl,  ifâ edilmesi gereken borç veya haktan asîl ile birlikte sorumlu tutulacak kişiye ise kefîl denir.

Kefâlet akdi, teberru akitleri grubunda ele alınmıştır. Bu nedenle kefîl olacak kimsenin, tam edâ ehliyetine sahip olması gerekir. Kefâlet akdinin kurulması için, kefîlin irâde beyanı, alacaklının kabûlü gerekir. Bunun yanında borşlunun kefâleti reddetme hakkı vardır.

Kefâletin konusu, şahıs ve mal olabileceği gibi, teslim ve gerektiğinde istirdat da olabilir.  Bir kişinin şahsına kefil olmaya nefse kefâlet denir. Bu kefâlet bir kimsenin belirli bir tarihte mahkeme veya yetkili bir makam huzurunda hazır bulundurulmasına garanti vermek şeklinde yapılan bir kefalettir. Günümüz bazı hukuk sistemlerinde de, sanıkların kefâletle bırakılmaları uygulanmaktadır. Bir borcun ödenmesine kefil olmaya mala kefâlet denir.  Mala kefâlette, kefâlet konusunun teslim edilmesi mümkün olmalı, borç ise sahih bir borç olmalıdır. Ayrıca bir malın teslim edilmesine kefil olmaya teslime kefâlet, satılan malın başka sahibinin çıkması halinde bedelin iade edilmesie kefil olmaya da derek kefâleti denir.

Kefâlet akdinin sahih olarak kurulmasıyla, alacaklı hem borçludan, hem de kefîlden alacağını isteme hakkını elde eder. Borçlu veya kefîl, borcu ya da diğer yükümlülüklerini yerine getirmeleriyle veya borcun diğer yollarla sona ermesiyle kefâlet  de sona erer. Bunun yanında, alacaklının kefîli ibrâ etmesi de kefâleti sona erdirir.

Kefen

Cenâzenin yıkanıp kurulanmasından sonra, bedenini örtecek şekilde sarıldığı beze kefen denir. Cenâzenin kefenlenmesi farz-ı kifâye olup bu işleme tekfîn denilir. Erkek ve kadınlar için farklı olmak kaydıyla kefenler üçe ayrılır:

Sünnet olan kefen; bu erkekler için gömlek, izâr ve lifâfe olmak üzere üç parça; kadınlar için bunlarla birlikte, baş örtüsü ve göğüs örtüsü olmak üzere beş parça bezdir.

Kefen-i kifâye; ihtiyaç halinde yeterli olan kefen anlamına gelmekte olup, erkekler için izâr ve lifâfe olmak üzere iki parça; kadınlar için de bunlarla birlikte baş örtüsü olmak üzere üç parça bezden ibarettir.

Kefen-i zarûret; zorunluluk halinde, başka bir şey bulunmadığında, bütün vücudunu örtecek bir bezdir. Bunda erkek ve kadın aynıdır.

Kefenlemede kullanılan kamîs, gömlek anlamına gelmekte olup, boyundan ayaklara kadar cenâzeyi örten bezdir. İzâr, baştan ayaklara kadar örten bir bezdir. Lifâfe ise, baştan ayağa kadar olan ve kefenin en üstüne gelen parçasıdır. Bu ayak ve baş tarafından bağlanması için biraz daha uzundur.

Kefenin beyaz renkli pamuk bezinden olması daha faziletlidir. Kefen olarak kullanılacak bez çok basit ve adî veya çok pahalı olmamalı, ölünün mal varlığına uygun olarak alınmalıdır.

Keffâret

Örtmek anlamına gelen kefr kelimesinden türetilen keffâret, sözlükte kusur veya günahı örten, izâle eden şey anlamına gelmektedir. Aynı kökten türeyen keffere fiili, Kur’an-ı Kerim’de günahları örtmek anlamında kullanılmıştır (Al-i İmran 3/193; Maide 5/45, 65; Muhammed 47/2). Allâh Teâlâ, kullarının işledikleri hata ve günahları çeşitli vesilelerle affetmektedir. İstigfar ve keffâret, bunlardandır. Bu çerçeveden olarak Kur’an’da, iyiliklerin kötülükleri sildiği haber verilmektedir (Hud 11/114). Hz. Peygamber de, kılınan namazın, büyük günahlardan kaçınmak şartıyla bir önceki namazla arasında işlenen günahlara keffâret olacağını, Cuma namazının iki Cuma arasında işlenen günahlara keffâret olacağını belirtmiştir (Tac, I/135).

Keffâret ıstılahtaki özel kullanımında ise, sözlük anlamına yakın olarak, oruç ve yeminin bozulmasında, zıharda, hac cinayetlerinde ve hata ile öldürmelerde, günahı affettirmek için meşru kılınan ibadet mahiyetindeki davranışlardır. Kur’an-ı Kerim’de, keffâret kelimesi ıstılah manasında iki yerde geçmektedir (Maide 5/89, 95).

Ramazan ayında, farz olan orucu tutarken, meşru bir mazereti olmaksızın bilerek ve isteyerek orucu bozan kişinin, keffaret olarak köle azat etmesi, bunun mümkün olmaması halinde iki ay üst üste oruç tutması, buna gücü yetmemesi halinde altmış fakiri sabah ve akşam doyurur veya yemek parasını verir. Yemek parasını 60 günde bir fakire verebileceği gibi, 60 günde bir fakire de verebilir. Bir günde hepsini bir fakire vermesi caiz değildir. Keffaret olan oruca kamerî ayın ilk gününde başlamış ise iki ay, daha sonra başlaması halinde 60 gün ara vermeden oruç tutar. Kadınların ay halleri dışında ara verilmesi halinde yeniden başlar. Kadınlar ise, ay hallerinde oruca ara verirler ve biter bitmez, ara vermeden kaldığı yerden devam ederler.

Zıhar, bir erkeğin eşini veya bir uzvunu, kendisine ebediyen haram olan bir kadına veya uzvuna benzetmesidir. Böyle zıharda bulunan kişi, eşiyle münasebette bulunmadan oruçta olduğu gibi keffâret ödemesi gerekir. (bk. Zıhar)

Hac veya ihram cinayetlerinden birini işleyenler, cinayetin şiddetine göre keffâretle yükümlü olurlar. (bk. Cinâyet, Bedene, Dem)

Bilerek yapılan yeminlerin bozulmasında, keffâret olarak on fakir sabah akşam doyurulur veya giydirilir. Buna gücü yetmeyen ise, üç gün peşpeşe oruç tutar. (bk. Yemin)

Hata ile adam öldüren kimse de, keffaret olarak Müslüman bir köle azat etmesi gerekir. Bunu bulamayan ise iki ay ara vermeden oruç tutar (Nisa 4/92).

Kefîl

Kefâlet akdinde,  asıl yükümlü ile birlikte, ifâ edilmesi gereken borç veya haktan sorumlu tutulacak kişiye kefîl denir. (bk. Kefâlet)

Kerahet

Şâri’in, bir fiilin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istemesine kerahet denir. Yapılmaması istenen fiile mekrûh denir. (bk. Mekrûh)

Keylî

Arapça’da keyl ölçek anlamına gelmektedir. Keylî ise, kile, şinik gibi ölçeklerle hesaplanıp satılan, buğday, arpa, pirinç ve benzeri mallara denir.  Keylî tabiri, fıkıh kitaplarında ribâ bahsinde geçmektedir. Hanefîlere göre ribanın illeti, cins ve ölçü-tartı birliği olarak kabul edilmiştir. Buna göre, tartı ile alınıp satılan altın gümüş gibi malların birbirleriyle değişiminde ve ölçekle satılan buğday, arpa, pirinç gibi malların birbirleriyle değişiminde meydana gelmektedir. Hanefîler’den Ebû Hanîfe ve Muhammed, bu konuyla ilgili Hz. Peygamber’in, “altın ile altını, gümüş ile gümüşü, buğday ile buğdayı, arpay ile arpayı, hurmayı ile hurmayı, tuz ile tuzu ancak eşit miktarda ve peşin olarak satın. Her kim artırır veya eksiltirse faiz alıp vermiş olur. Bunda alan da veren de aynıdır.” (Buhârî, Büyû, 77-81; Müslim, Müsâkât, 79-85) hadisinde geçen vezin ve keyl kelimelerinden hareketle, altın ve gümüşün veznî; buğday, arpa, hurma ve tuzun keylî olduğunu kabul etmişler ve bunların kıyamete kadar da böyle kalacağını ileri sürmüşlerdir. Ebû Yûsuf ise, Hz. Peygamber’in bu hadisi zamanında carî örfe göre söylediğini, dolayısıyla bir malın veznî veya keylî olmasının örf ile alakalı olduğunu söylemiştir. Ebû Yûsuf’un bu görüşü, bütün zamanlara hitap etmesi bakımından daha uygundur. Zira günümüzde, arpa, buğday, hurma gibi malların ölçülmesinde, ölçekten ziyade tartı kullanılmaktadır.

Kıble

Sözlükte cihet, yön gibi anlamlara gelen kıble, dinî bir kavram olarak, Müslümanların namazda yönelmiş oldukları yön, Kâbe manasına gelir. Müslümanların kıblesi, Mekke’de bulunan Kâbe’dir. Kur’an-ı Kerim’de “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke’deki (Kâbe) dir.” buyurulmaktadır (Âl-i İmrân 3/96). Kâbe’yi görenler için kıble, Kâbe’nin bizzat kendisidir. Kâbe’yi görmeyenler için, Kâbe’nin bulunduğu taraftır. Kâbe’nin göğe doğru ve dünyanın merkezine doğru uzantısı da kıbledir. Namazda bu cihete yönelmeye istikbâl-i kıble denir. (bk. İstikbâl-i Kıble)

Kıraat

Sözlükte okumak anlamına gelen kıraat, dinî bir kavram olarak, Kur’an-ı Kerim okumak, özellikle namazda Kur’an’dan bir miktar okumak demektir.

Kıraat namazın rükunlarından birisidir; farz namazlarının iki rekatinde, diğer namazların ise her rekatinde kıyamda iken Kur’an-ı Kerim’den bir miktar okumak farzdır. Farzın yerine getirilmesi için okunması gereken askarî miktar, kısa üç ayet veya buna denk uzun bir ayettir. Kıraatin sahih olması için, okuyanın kendisinin işiteceği bir yükseklikte olması gerekir. İmama uyan kimseden kıraat düşer.

Hanefîlere göre, farz namazlarının ilk iki rekatinde ve diğer namazların her rekatinde fatiha ve zammu sure okumak farz değil vaciptir. Unutulması halinde sehiv secdesi gerekir. Kıraat ise farzdır. Unutulması halinde namaz bozulur.

Kıran Haccı

Bir hac mevsimi içerisinde umre ile hac ihramını birleştirmek suretiyle yapılan hacdır. Hanefî mezhebine göre en faziletli hac şekli budur. Kıran haccı için ihrama girecek kimse, umre ve hacc yapmaya niyet ederek ihrama girer. Böylece kıran haccı için ihrama girmiş olur.

Kıran haccına niyet eden kişi Mekke’ye ulaştığında, umre yapar. Tavaf ve sa’yini tamamladıktan sonra ihramdan çıkmaz. Zilhiccenin 8. günü Arafat’a gider ve daha sonra hac vazifelerini yerine getirir. Arafat ve Müzdelife vakfesinden sonra, bayram günü Akabe cemresini taşlar, kurban keser ve tıraş olarak ihramdan çıkar.

Kıran haccı için ihrama giren kimse, umreyi tamamladıktan sonra isterse, haccın sa’yini de yapabilir. Bu takdirde ızdıbâ* ve ilk üç şavtta remel* yapar.

Kısâs

Sözlükte ödeşme, ikap, ceza gibi anlamlara gelen kısâs, bir fıkıh terimi olarak, yaralama, sakatlama ve öldürme suçlarında uygulanan ve genellikle misilleme esasına dayanan cezâ manasına gelmektedir. Kısasta kul hakkının hakim olması sebebiyle, mağdur veya yakınlarının affetmesiyle ceza düşer veya mahiyeti değişir. Kur’an-ı Kerim’de, “Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa,  artık kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyeti ödemek gerekir.” denilmektedir (Bakara 2/178).

İslâm ceza hukukunda kısası gerektiren suçlar, kasten öldürme ve bazı yaralamalardır. Kasten adam öldürmenin cezâsı kısas, yani idam olarak belirlenmiştir. Yüce Allâh, “Ey inananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılında: Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın. (…) Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Artık Allâh’a karşı gelmekten sakınırsınız.” buyurmaktadır (Bakara 2/178-179). Müçtehitlere göre, daha önce öldürmeyi tasarlanmış olması  ile olmaması arasında bir fark yoktur. Önemli olan fiil işlenirken öldürme kasının bulunmasıdır. Bu da katilin öldürücü alet kullanmasıyla anlaşılır. Kasten öldürenin cezası kısastır; günün şartlarına göre idam edilerek infaz edilir. Ancak ölenin yakınlarının kısası affetmeleri halinde kısas düşer; yakınlar katil ile aralarında belirlenen diyeti alırlar. Bununla birlikte devletin tazir cezası hakkı saklıdır.

Telef edilen uzuvlarda ve kemiğe kadar dayanıp, kemiği ortaya çıkaran yaralamalarda kısas uygulanır. Kur’an-ı Kerim’de, “Tevrat’ta onlara, cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık kısas yazdık. Kim bunu (kısası) bağışlarsa, bu onun günahlarına keffâret olur.” buyurulmuştur (Maide 5/45). Yaralama ve sakatlamalarda kısasın uygulanabilmesi için, telef edilen uzuv veya yaralanan uzuv ile kısas yapılacak arasında denkliğin sağlanması mümkün olmalıdır. Denklik sağlanamaması sebebiyle veya hak sahibinin affetmesi halinde diyet ödenir. (bk. Diyet)

Kıyam

Sözlükte ayakta durmak, dikilmek, doğrulmak gibi anlamlara gelen kıyâm, dinî bir kavram olarak, namazda ayakta durmak demektir. Kıyam namazın rükunlarından, yani ana unsurlarından biridir. Farz ve vacip namazlarda kıyam, yani ayakta durmak farzdır; ayakta durmaya gücü yeten kimsenin bu rüknü yerine getirmemesi halinde, meselâ oturarak kılması halinde namazı bozulur. Ancak meşru bir sebeple rükuya ve secdeye güç yetiremediği için îmâyla namaz kılan kimsenin, kıyamda durması farz değildir. Dilerse oturduğu yerden îmâ ile namazını kılabilir.

Hasta veya ayakta durmaya güç yetiremeyen kimse, namazını oturarak kılabilir. Ayakta namaz kılan kimse namaz esnasında rahatsızlanır da ayakta durmakta güçlük çekerse namazının oturarak tamamlar. Aynı şekilde namazını oturarak kılan kimse de, ayağa kalkmaya gücü yeterse, namazının kalanını ayağa kalkarak tamamlar.

Kıyas

Sözlükte bir şeyi diğer bir şeyle ölçmek, karşılaştırmak, iki şeyi birbirine eşitlemek gibi anlamlara gelen kıyas, fıkıh usulünde, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, Kitap veya sünnette hükmü bilinen bir meseleye göre açıklamak manasını ifade etmektedir. Başka bir tanımla, hakkında nass bulunmayan bir meseleye, aralarındaki ortak illet sebebiyle, hakkında nass bulunan meselenin hükmünü vermek demektir.

İslâm hukukçularının çoğunluğu, kıyasın amelî hükümlerin bilinmesinde bir delil ve İslâm hukukunun esaslarından biri olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Kıyasın delil olabileceğine delalet eden ayet ve hadisler bulunmaktadır (bk. Nisa 4/59; Sad 38/28; Muhammed 47/10; Haşr 59/2; Tirmizî, Ahkam, 3; Daremî, Mukaddime, 19.)

İslâm dini, son dindir, kıyamete kadar başka bir din gelmeyecektir. Bu nedenle, kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün olayların hükümlerini kapsayacak zenginlikte olması gerekir. Halbuki, Kur’an ve sünnetteki nasslar sınırlıdır ve başka nass da gelmeyecektir. Buna karşılır karşılaşılan olaylar ise sonsuzdur. Sınırlı kaynaklarla, sonsuz olaylar karşılanamayacağına göre, yeni ortaya çıkan olayların hükümlerini elde etme yolu, hakkında nass bulunan hükümlerin hangi gerekçelerle konduğunu belirleyerek, benzeri olaylara uygulama şeklinde olacaktır. Bu da kıyastır.

Kıyasın, asıl, fer’, hüküm ve ortak illet olmak üzere dört rüknü bulunmaktadır. Asıl, kendisine kıyaslanan, hükmü nass ile belirlenmiş mesele demektir. Buna makîsun aleyh de denir. Fer’, hakkında nass bulunmayan meseleyi ifade eder. Hüküm, asıl hakkında nassla sabit olan ve kıyas yoluyla fer’e uygulanmak istenen hükümdür. İllet ise, hem asıl, hem de fer’de bulunan ortak vasıftır. (bk. İllet)

Kıyemî

Çarşıda pazarda benzeri bulunmayan, bulunsa da aralarında önemli farklılıklar olan mallara kıyemî denir. Ölçek veya tartı ile satılan ya da piyasada benzeri bulunan mallara mislî denir. Buğday, arpa, demir gibi mallar mislîdir. Buna karşılık, adet veya uzunluk birimiyle satılan ve cinsleri arasında öneli farklılıklar bulunan mallar da kıyemîdir. Arazî, ev, hayvan kıyemî mallardandır. Fıkıh kitaplarında, ekmek, kumaş gibi mallar kıyemî olarak zikredilmektedir. Ancak bu kitapların kaleme alındığı zamandaki şartlara göre yazılmıştır. Zira o dönemlerde, kumaşlar el ile dokunmakta, ekmeklerde de bir standart bulunmamaktaydı. Halbuki günümüzde fabrikasyonun gelişmesi ve mallara çeşitli standartlar konulması sebebiyle o devirlerde kıyemî olan şeyler mislî hale gelmiştir. Buna göre, ekmek, kumaş mislî kabul edileceği gibi, aynı marka ve model buzdolabı, çamaşır makinası gibi eşyalar da mislî kabul edilebilir.

Malların kıyemî veya mislî olması, bazı akitlerde etkili olmaktadır. Şöyle ki, para peşin ve mal vadeli şeklinde yapılan selem akdi, ancak mislî mallarda olmaktadır. (bk. Selem). Aynı şekilde karz akdi de, mislî mallarda gerçekleşir. Ayrıca telef edilen bir malın tazmîninde de, eşyanın mislî olması halinde mislinin verilmesi, mislî olmaması halinde ise kıymetinin verilmesi gerekir. (bk. Tazmîn)

Kinâye

Sözlükte bir fikri, düşünceyi kapalı olarak söyleme anlamına gelen kinâye, İslâm aile hukukunda, boşanmanmak için kullanılan, boşanmaya da, başka anlamlara da muhtemel sözlerdir.

İslâm aile hukukunda, boşama lafızları ikiye ayrılır; sarih lafızlar, kinâye lafızlar. Sarih lafızlar, boşamadan başka bir anlama gelmesi mümkün olmayan ve örfte boşanmak için kullanılan sözlerdir. Seni boşadım, boş ol gibi sözler sarih lafızlardandır. Kinâye lafızlar ise, boşanma anlamına gelebileceği gibi, başka anlamlara da gelebilen sözlerdir. Annenin evine git, iraden elinde olsun, artık hürsün gibi sözler böyle lafızlardandır. Kinâye lafızlarla boşanmanın meydana gelmesi için, bu sözlerin boşama niyetiyle söylenmesi gerekir. Lafızların sarih veya kinaye olmasının bir sonucu da, boşamanın bâin (üç talakla boşanmamış ise geri dönmek için yeni nikah gereken) veya ric’î (erkeğin tek taraflı iradesiyle tekrar dönülebilen) olmasıdır. (bk. Bâin Talâk; Ric’î Talâk)

Kirâ

bk. İcâre.

Kisve

Kisve giyecek, libas anlamlarına gelmektedir. Giyinmenin dışardan gelecek tesirleri engellemek ya da azaltmak ve örtünmek gibi iki ana gayesinin yanında güzel görünmek de hedeflerindendir. Asıl olarak giyim ve kıyafet insanların tercihlerine ve örfe bırakılan mubah şeylerdendir. Ancak insanların bu konudaki zaafları, sapabilecekleri aşırılıklar ve olumsuz etkileşimlerin insanın aslî yapı ve kimliğini, cinsler ve insanlar arası münasebetlerin dengesini bozabileceği dikkate alınarak, insanların zaaflarını kontrol etmek, toplumsal bünyenin bozulmasını önlemek amacıyla bazı temel ölçüler ve kısıtlamalar getirilmiştir. Bunun dışında, giyinme ve süslenmek insanların kendi zevk, imkan ve kültürlerine bırakılmıştır.

Örtünmede getirilen sınırların başında avret mahallini örtmek gelmektedir. İçini gösterecek kadar ince ve vücut hatlarını ortaya koyacak kadar dar olmaması gerekir. Ayrıca erkeklerin ipekli veya altın giyinmesi yasaklanmıştır. Bunun yanında kıyafetin temiz ve örfe uygun olması; dikkati çekecek derecede paspal, çirkin veya süslü olmamalıdır. Hz. Peygamber, bu anlamda iki şöhretten kaçınmayı tavsiye etmiştir (Fethu’l-Kebîr, II/).

Kitâbet

Sözlükte yazı, yazı sanatı, yazışma, kâtiplik gibi anlamlara gelen kitâbet, dinî bir kavram olarak, hadis usulünde yazı ile rivâyet etme (?); İslâm hukukunda kölenin belirli bir ücreti ödemek karşılığında azat olması konusunda efendisi ile arasında yapılan akit; muhakeme usulü hukukunda da, mahkemede delil olarak kullanılan yazılı belgeler ve bir mahkemenin diğerine yazdığı belge anlamlarına gelmektedir.

Klasik dönem fıkıh kitaplarında, yazılı belgelerin, yazı ve mührün, birbirlerine benzemeleri veya taklit edilebilmeleri gerekçesiyle mahkemede delil olmayacağı ileri sürülmüştür. Halbuki, Kur’an-ı Kerim’de borç ilişkilerinin ve hukukî muamelelerin yazıya geçirilmesi tavsiye edilmektedir (Bakara 2/282). Ancak günümüzde, kriminolojik araştırmalar sonucunda yazıların sahipleri tespit edilmekte, özellikle sicil ve resmi mühür yazıların güvenirliğini sağlamada önemli bir faktör olmaktadır. Bu nedenle, günümüzde yazılı belgeler ve bir resmî kurum veya diğer bir mahkemenin göndermiş olduğu yazılar kuvvetli bir delil teşkil etmektedir.

İslâm hukukunda kitâbet kavramından daha çok, köle ile sahibi arasında, kölenin bir bedeli kazanıp ödemesi karşılığında özgürlüğüne kavuşması üzerine kurulan akit anlaşılmaktadır. Anlaşma yapılan köleye mükâtep denir. (bk. Mükâtebe)

Köle

Köle, hukukî, iktisadî ve sosyal bakımdan hür insanlara göre daha aşağı bir statüde bulunan bir sınıfın adı olup, abd, rakabe, memlûk da denilmektedir. Kadınları için ise, özel olarak câriye, eme, memlûke tabiri kullanılmaktadır.

Tarihin eski çağlarından beri yeryüzünde mevcut ve yaygın bir olgu olan kölelik, İslâm’ın öngördüğü ve teşvik ettiği bir durum değildir. İslâm’ın geldiği devrede kaynağı itibarıyla köleler, harplerde esir alınanlar, hür oldukları halde zorla kaçırılıp hürriyetten yoksun bırakılanlar ve köle soyundan gelenlerden oluşmaktaydı. Bunun dışında, borçları sebebiyle köleleştirilenler de bulunmaktaydı.

İslâm, geldiği dönemde sosyal bir gerçeklik olan bu olguyu tedricen tasfiye etmeyi planlamış, bu arada, kölelerin durumlarını iyileştirmeyi sağlayacak ön tedbirleri almış ve altyapıyı kurmaya öncelik vermiştir. Bu amaçla, köleliğin diğer sun’î kaynaklarını kaldırarak, sadece savaşı, kölelik kaynağı olarak kabul etmiştir.

Müslümanların savaşta almış oldukları savaş esirleri, karşılıksız olarak veya kurtuluş fidyesi alınarak serbest bırakılabileceği gibi (Muhammed, 47/4), gerektiğinde köle ve câriye de yapılabilir. Bu da, düşmanın Müslüman esirlere ne yaptığına, kamu yararına ve diğer şartlara bağlıdır. Düşmanın, eline geçirdiği Müslüman esirleri köle ve câriye yaparak toplumunun iktisadi yapısını kuvvetlendirip, Müslümanları zaafa uğrattığı bir durumda, Müslümanların aldıkları esirleri salıvermelerini istemek makul olmasa gerektir.

Köleliğin ıslah ve zamanla tasfiyesi amacıyla İslâm’da, kölelerin eğitilmesi, hürriyete hazırlanarak faydalı bir kimse haline getirilmesi ve hür kılınması konusunda teşvik ve tedbirler getirilmiştir; sürekli olarak ve değişik vesilelerle köle azat edilmesi tavsiye edilmiş, hatta keffaretlerde olduğu gibi, bazı durumlarda bunu dini bir zorunluluk haline getirmiştir.

Köle, ibadetler ve dini mükellefiyetler bakımından hür kişiler gibidir. Ancak hür olmadıkları ve mal sahibi olamayacakları için zekat ve hac ibadetiyle mükellef değildirler. Özel hukuk bakımından ise, hukuki muamele ve tasarrufa konu bir mal gibi kabul edilmiştir. Eksik bir edâ ehliyetine sahip olup, tasarrufları da efendisinin iznine bağlıdır. Ancak mükâtebe akdi yapan köleler, edâ ehliyetini elde ederler; hür kişiler gibi tasarruf yetkisine hak kazanırlar.

Kulleteyn

Sözlükte testi anlamına gelen kulle kelimesinin tesniyesi (ikili), olup iki testi anlamına gelir. Dini literatürde, Şâfiilere göre, kokusu, rengi ve tadı değişmedikçe, içine düşen necasetin suyu kirletemeyeceği kadar çok olan su için alınan bir ölçektir. Eni, boyu ve derinliği 60 cm. olan veya yaklaşık 210 litre su alan kap veya havuza kulleteyn denilmiştir. Şâfiîlere göre, bu ölçüdeki bir kaba sıvı veya katı bir necaset düştüğünde, kokusu, rengi ve tadı değişmedikçe suyu temiz sayılır. Hanefîlere göre ise, kulleteyn necasetin etkili olamayacağı kadar büyük kabul edilmemiştir. Kulleteyn ölçüsündeki bir kaba necaset düştüğünde, rengi, kokusu, tadı değişmese de içerisindeki su necis olur. Bir suya necasetin etki edemeyecek kadar çok olabilmesi için, 10 x 10 arşın (68 x 68 m) genişliğinde bir havuz veya gölet olup, avuçlandığı zaman altı açılmayacak kadar su ile dolu olması gerekir. Böyle bir havuza necaset düşmesi halinde, suyun rengi, kokusu ve tadı değişmedikçe temiz kabul edilmiştir.

Kunût

Sözlükte Allâh’a ihlasla kulluk etmek, namaz ve duayı uzatmak, sükut etmek, dua etmek, ibadet kastıyla ayakta durmak gibi anlamlara gelen kunût, dinî bir kavram olarak, namazda rukûdan önce veya sonra ayakta dua etmeyi ifade eder.

Kur’an-ı Kerim’de kunût sözlük anlamında ibâdet etmek, boyun eğmek (Rum 30/26; Ahzâb 33/120; Zümer 39/9), ibadet maksadıyla ayakta durmak (Âl-i İmrân 3/43), sükût etmek (Bakara 2/238) manalarında geçmektedir.

Hanefîlere göre, vitir namazının üçüncü rekatında kunut yapmak vaciptir. İmam-ı Azam’a göre kunutta tekbir almak ve kunut dualarını (Allahümme innâ neste’înuke ve Allahümme iyyâke na’büdü duaları) okumak vaciptir. Ancak İmam Muhammed ve Ebû Yûsuf’a göre ise, tekbir almak vacip, kunut dualarını okumak ise sünnettir. Bu duayı okuyamayan kimse “Rabbenâ” duasını okur veya üç defa “Allahümmeğfir lî” der. Namazda kunutu unutan kişi, namazın sonunda sehiv secdesi yapar.

Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, sabah namazının ikinci rekatinde, rükudan sonra kunut yapılır. Sabah namazında kunut duası yapmak Şâfiîlere göre sünnet, Mâlikîlere göre ise müstehaptır. Şâfiî veya Mâlikî bir imamın arkasında sabah namazı kılan bir Hanefî, imam kunut yaparken sessizce bekler.

Kurbân

Sözlükte yaklaşmak, Allâh’a yakınlaşmaya vesile olan şey anlamlarına gelen kurbân, dinî bir terim olarak, ibâdet maksadıyla, belirli şartları taşıyan hayvanı usulüne uygun olarak kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. Arapça’da bu şekilde kesilen hayvana ayrıca udhiye de denir.

Kurban kesmek, akıllı, buluğ çağına ermiş, dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve misafir olmayan Müslüman’ın yükümlü olduğu bir ibadettir. Temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 20 miskal (80.18 gr.) altın veya bunun değerinde para veya eşyaya sahip olan kişi dinen zengindir; kurban kesmesi gerekir. Hane halkı içinde, dinen zengin sayılan mükelleflerin sayısı birden fazla ise, her birinin ayrı ayrı kurban kesmesi icap eder. Kurban kesmekle mükellef olan şahsın, satın alacağı hayvanın ücretini kredi kartıyla ödemesi, kurbanın sıhhatine engel teşkil etmez.

Kurban; koyun, keçi, sığır, manda ve deveden olur. Bunların dışındaki hayvanlar kurban olarak kesilemezler. Koyun veya keçi bir kişi tarafından; sığır, manda ve deve ise, yedi kişiye kadar ortak olarak kurban edilebilir. Kurban olmaları için, devenin 5; sığır ve mandanın 2; koyun ve keçinin 1 yaşını doldurmuş olmaları gerekir. Ancak, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması halinde kurban edilebilir.

Kurban edilecek hayvanın, sağlıklı, düzgün, azaları tamam ve besili olması, hem ibadet açısından, hem de sağlık bakımından önem arz eder. Bu nedenle, kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bir veya iki gözü kör, boynuzları kırık, dili, kuyruğu, kulakları ve memesi kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökük hayvanlar kurban olmazlar. Ancak, hayvanın doğuştan boynuzsuz olması, şaşı, topal, deli, biraz hasta, bir kulağı delik veya yırtılmış olması, kurban edilmesine mani teşkil etmez.

Kurban edilecek hayvana acı çektirilmemeli ve eziyet verilmemelidir. Hayvanlar ehil kişiler tarafından kesilmeli, mümkünse uyuşturulmalı ve kesim işlemi süratli bir şekilde yerine getirilmelidir. Ayrıca, çevre temizliği ve ekolojik dengenin korunması için gerekli tedbirler alınmalıdır. Kurban kesimi esnasında, psikolojik açıdan etkilenmemesi için çocukların kesim mahallinden uzak tutulmalarına dikkat edilmelidir. Aynı şekilde, hayvanların diğerinin kesimine şahit olacak şekilde yan yana bulundurulmaları da uygun değildir.

Kurbet

Sözlükte yakınlık, akrabalık anlamına gelen kurbet, dinî bir kavram olarak, Allâh’a yakınlaştıran her türlü iyilik ve taatı ifade eder. Kur’an-ı Kerim’de kurbet kelimesi ibadet anlamına kullanılmıştır: “Bedevîlerden, Allâh’a ve âhiret gününe inanan, sarf ettiğini, Allâh katında ibâdet (kurbet) ve peygamberin duâlarına nâil olmağa vesîle sayanlar da vardır. Bilin ki, verdikleri onlar için ibadettir (kurbettir). Allâh onlara rahmet edecektir. Allâh, onlara rahmet edecektir. Allâh şüphesiz bağışlar ve merhamet eder.” (Tevbe  9/99).

Sevap kazandıran her türlü fiil kurbettir. Buna göre, Allâh rızası için yapılan her türlü  ibadet, kurbettir, taattır. Ayrıca, mubahlar da ibadet niyetiyle, sevap kazanma kastıyla yapılırsa kurbet olur. Meselâ, ibadete kuvvet kazanmak niyetiyle yemek-içmek, gece ibadete kalkmak için erken yatmak mubah olan yeme-içmeyi, uyumayı kurbete dönüştürür.

Kuşluk Namazı

Diğer ismi duhâ namazıdır. Güneşin doğmasından yaklaşık 45-50 dakika geçmesinden, zeval vaktine* kadar  olan süre içinde kılınan nafile namaza duhâ namazı denir.  Bu niyetle en az iki, en çok on iki rek’at namaz kılmak menduptur. Sekiz rekat kılınması daha faziletlidir. Hz. Peygamber’in kuşluk vaktinde nafile namaz kıldığı ve ashabına da tavsiye ettiği pek çok hadiste geçmektedir (Tirmizi, Vitr, 15).

Kuşluk Vakti

Güneşin doğduktan sonra 5º (bir mızrak boyu) yükselmesinden, başka bir deyişle güneşin doğmasından takriben 45-50 dakika geçmesinden, zeval vaktine* kadar  olan süreye kuşluk vakti denir.

Küfüv

Sözlükte eş, denk, nazîr, misil gibi anlamlara gelen küfüv, İslâm aile hukukunda, evlenecek eşlerin birbirlerine denk olması manasına gelmektedir.

Toplumu oluşturan aileye dinimiz büyük önem vermiştir. Sağlam bir toplum için, ailenin sağlıklı ve sağlam temeller üzerine bina edilmesi gerekir. Eşler arasında uyumun sağlanması ve huzurlu bir yuvanın kurulması için, evlilikte tarafların dinî, iktisadî ve sosyal bakımdan birbirlerine denk olmaları önemli rol oynamaktadır. Bu nedenle İslâm alimleri kefâet başlığı altında bu konuyu inceleyerek, önemli bir kısmı, evlilikte denkliği şart koşmuşlardır. Hanefilerin çoğunluğuna göre, velisinin izni olmaksızın evlenen kadının, eş olarak seçtiği erkeğin kendisine denk olmaması halinde, kadının velisinin yapılan evliliğe itiraz edip nikahı feshetme hakkına sahiptir.

Buna karşılık, Kerhî, Sevrî gibi bazı alimler, İslâm’ın eşitlik anlayışına aykırı olduğu gerekçesiyle, kefâeti reddetmişlerdir.

Esasen Kur’an ve Sünnette denkliğin şart olduğu hususunda bir hüküm bulunmamaktadır. Bu şart, alimlerin daha ziyade evlilikte uyumu sağlamak amacıyla kabul ettikleri bir tedbirdir. Bu nedenle, günümüzde evliliğin devamı ve huzurlu bir yuvanın temini bakımından denkliğin aranması, faydalı bir unsur olarak kabul edilmelidir. Ancak bunun bir fesih gerekçesi olarak kabul edilmeyip nihaî seçimin taraflara bırakılması daha uygun olacaktır.

Küsûf Namazı

Küsûf kelimesi Arapça’da güneş tutulması anlamına gelmektedir. Küsûf namazı ise, güneş tutulduğunda cemaatle kılınan iki rek’atlik bir namazdır. Güneş tutulduğunda namaz kılmak müstehaptır. Hz. Peygamber’in güneş tutulduğunda, mescide giderek namaz kıldığı rivayet edilmektedir (Müslim, Küsûf, 3-5). Küsûf namazı için ezan okunmas, kamet getirilmez. Namazı Cumâ’yı kıldıran imam kıldırır. İmam yoksa, cemaat kendisi ferdî olarak namaz kılarlar. İmam kıraatı içinden yapar.

Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’in öldüğü gün güneş tutulması üzerine, halk İbrahim’in vefatı sebebiyle güneşin tutulduğunu söyler. Bunun üzerine Rasulullah; “Güneş ve ay kimsenin ölümünden veya doğmasından dolayı tutulmaz. Bunu gördüğünüzde namaz kılın, dua edin.” buyururlar (Buhârî, Küsûf, 1; Müslim, Küsûf, 1, 3).

Ay tutulması, fırtına, deprem, salgın hastalık gibi korkutucu olaylarda da güneş tutulmasında olduğu gibi namaz kılmak müstehaptır.

– L –

Lağv Yemini

Sözü kuvvetlendirme amacı taşımayan, kasıtsız olarak edilen yemin anlamına gelir. bk. Yemîn

Lâhik

Sözlükte birinin ardından yetişmek, tâbi olmak; birinci meyveden sonra gelen ikinci meyva gibi anlamlara gelen lâhik, namaza imam ile başlayıp, namaz esnasında başına gelen bir durum sebebiyle namaza ara vermek zorunda kalan ve bu sebeple namazın bir kısmını imam ile birlikte kılamayan kimse demektir.

İmamla birlikte namaza başlayıp da abdesti bozulan kimse, dünya işleriyle meşgul olmadan ve namazı bozacak bir fiil yapmadan hemen çıkıp en yakın yerden abdest alarak geri döner ve bıraktığı yerden namazını tamamlar. İmamla birlikte başladığı namaza, uyku, gaflet, sıkışıklık gibi sebeplerle namazına ara vermek zorunda kalan kimse, bu mazeretleri ortadan kalktığında, namazı bozan bir fiil yapmadan kaldığı yerden namazını tamamlar. Lâhik, mümkünse önce kaçırdığı rekatları veya rükünleri yapar, sonra imama uyar ve imam ile birlikte selam verir. Kaçırmış olduğu rekatlarda Kur’an okumaz ve kendisinin yaptığı bir hatadan dolayı sehiv secdesi yapmaz.

Kaçırmış olduğu rekatları önce kılması halinde, imama yetişemeyeceğini anlarsa, hemen imama uyar. İmam namazı bitirince kaçırdığı rekatalı veya rükünleri yerine getirir. Bu esnada imam sehiv secdesi yaparsa, imamla sehiv secdesi yapmadan ayağa kalkar ve namazın sonunda sehiv secdesi yapar.

Abdest alıp döndüğünde, imam namazı tamamlamış ise, imamın arakasında namaz kılıyormuş gibi namazını tamamlar; yani Kur’an-ı Kerim okumaz, yaklaşık olarak imamın bekleyeceği kadar bekler, rüku ve secdede tesbihleri, oturuşlarda da tahiyyat ve diğer duaları okur.

Lahit (Lahd)

Lahit, kabirde kıble tarafında açılan oyuğa verilen isimdir. Kabirlerin lahit şeklinde kazılması sünnettir. Hz. Peygamber, “Lahit bizim içindir, düz olarak yarmak ise bizim dışımızdakiler içindir” buyurmuştur (Tâc, I/371). Kabir, boyu cenâzenin boyu kadar, genişliği de insan boyunun yarısı kadar olmak üzere, 100-150 cm. derinliğinde, kıbleye dik açı oluşturacak şekilde kazılır. Kıble tarafına, ölünün yan olarak konulabileceği şekilde lahit açılır. Ölü kıble tarafından kabre indirilerek, yüzü kıbleye gelecek şekilde bu lahde konur. Lahit kapatıldıktan sonra kabre toprak dökülerek doldurulur.

Lahn

Sözlükte kıraatte hata etmek, başkasının anlayamayacağı şekilde birine konuşmak, ırabta hata ederek konuşma, lehçe, lugat, dil, makam, nağme, melodi, ses, nota gibi anlamlara gelen lahn, dinî bir kavram olarak, Kur’an-ı Kerim okurken yapılan hatayı ifade etmektedir. Buna zelletü’l-kârî de denir.

Namazda yapılan kıraat hatalarının namazı bozup bozmayacağı konusunda fakihler bir takım ölçüler getirmişlerdir. Bunlar şöyle özetlenebilir;

Kur’an kasten manası değişecek derecede yanlış okunursa namaz bozulur. Hata veya unutarak yanlış okunması halinde ise;

  1. a) Yanlışlık kelimelerin harekelerinde ise, manada bir değişiklik olsa da, olmasa da namaz bozulmaz.
  2. b) Yanlışlık durak yerlerinde yapılırsa; yani durulacak yerde geçilip, geçilecek yerde durulursa, manasıpda değişiklik olup olmadığına bakılmaksızın namaz bozulmaz.
  3. c) Bir harf yerine başka bir harf okunması şeklindeki meydana gelen yanlışlıkta, mananın değişip değişmediğine bakılır. Buna göre; bir harf değişir de bu değişiklikle kelimenin manası değişmez ve Kur’an’da da o kelimenen benzeri varsa namaz bozulmaz. Şayet harf değişmekle kelimenin manası bozulmaz ve fakat bu kelimenin bir benzeri Kur’an’da yoksa, İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre namaz bozulur, İmam Ebû Yûsuf’a göre bozulmaz. Eğer harfin değişmesiyle mana değişir ve Kur’an’da da benzeri yoksa, namaz bozulur.

Namaz esnasında az veya çok miktarda âyet atlamakla namaz bozulmaz. Namazda önemli bir hata ile okuduktan sonra, dönüp yeniden düzgün bir şekilde okursa namaz caiz olur.

Bir kimse, Fatiha suresi ile birlikte, namaz sahih olacak kadar Kur’an’dan ayetler ezberlemesi ve buraları doğru okumak için gayret etmesi gerekir. Ancak dilindeki pelteklik veya diğer sebeplerle, çalışmalarına rağmen bunu yapamaması halinde okuyabildiği kadarıyla namazını kılar; fakat başkasına namaz kıldırması caiz değildir.

Lakît

Sözlükte yerden alınıp kaldırılan şey, sokağa bırakılmış ana-babası bilinmeyen çocuk gibi anlamlara gelen lakît, bir fıkıh terimi olarak, anne babası bilinmeyen, sahipsiz buluntu çocuk demektir.

Sokakta bulunup annesi babası bilinmeyen çocuğun nafakası hazineden karşılanır; öldüğünde mirası da hazineye kalır. Aynı şekilde bir cinayet işler de diyet ödemesi gerekirse hazineden ödenir; kendisinin öldürülmesi halinde de diyetini hazine alır.

Bulunan çocuğu, öncelikle onu bulan kişi almaya hak sahibidir. Mahkeme, bulunan çocuğu kabul edip etmeyeceğini bulana sorar; o da dilerse kabul eder, dilerse reddeder. Kabul etmesi halinde, çocuğa harcadıkları sadakadır. Ancak mahkeme, harcadığını geri istemek kaydıyla bakmasına izin vermişse, harcadıklarını isteyebilir. Bulunan çocuğun yanında bir mal bulunursa, mahkemenin izniyle nafakası için harcanır. Çocuğa bakmakla yükümlü kişi, çocuğu meslek kazanması için bir ustanın yanına çırak olarak verebilir; ancak işçi olarak çalıştıramaz.

Daha sonra bir kimse, böyle bulunan çocuğun kendisinin olduğunu iddia ederse, nesebi ondan sabit olur. Günümüzde anasız, babasız bakıma muhtaç çocukların bakım ve yetiştirilmeleri için devlet kuruluşları ve vakıflar bulunmaktadır. Bu çocukların istismar edilmelerini önlemek ve bir aile sıcaklığı içerisinde yetişmelerine sağlamak için, bu kuruluşlar aracılığıyla Devlet gözetiminde ailelerin yanına verilmesi yerinde olur.

Liân

Sözlükte lânetleşme, birbirine lânet etme gibi anlamlara gelen liân, bir fıkıh terimi olarak, karısının zina ettiğini veya çocuğunun kendine ait olmadığını iddia eden ve bu iddiasını gerektiği şekilde ispat edemeyen koca ile karısının, mahkeme huzurunda özel bir şekilde yemin ve lânetleşmeleri üzerine hakim tarafından evliliklerine son verilmesini ifade eder.

Kur’an-ı Kerim’de, Nûr suresinde düzenlenen liânın yapılış şekli şöyledir (Nûr suresi 24/6-9): Eşinin zinâ ettiğini veya çocuğunun kendisine ait olmadığını iddia eden ve bu konuda şahitleri bulunmayan koca, hakim huzurunda dört defa Allâh’ı şahit göstererek eşinin zina ettiğini veya çocuğun kendisine ait olmadığını söyler, beşincisinde de “yalan söylüyorsam Allâh’ın lâneti üzerime olsun” der. Bundan sonra kadın da, dört defa Allâh’ı şahit göstererek kocasının bu isnadında yalan söylediğini belirtir ve beşincisinde “Kocam doğru söylüyorsa Allâh’ın gazabı üzerime olsun” der. Bunun üzerine hakim tarafların ayrılmalarına hükmeder. Bu boşanma İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre bir bâin talaktır. Hanefîlerden Ebû Yûsuf ve diğer mezhep imamlarına göre ise, taraflar birbirlerine ebedî olarak haram olurlar; hiçbir şartla bir daha evlenemezler.

Bu yemin ve lânetleşme erkeğe kazf cezası, kadına da zina cezası uygulanmasını düşürür.

Lifâfe

Sözlükte sargı, dolak, kapçık gibi anlamlara gelen lifâfe, dinî bir kavram olarak, cenâzeyi baştan ayağa kadar örten ve kefenin en üstüne gelen parçasıdır. Cenâzenin kefenlenmesinde, erkeklerin üç parça, kadınların da beş parça kefene sarılması sünnettir. Bunların en dışa gelenine lifâfe denir. Bu cenâzeyi baştan ayağa kadar örter ve bağlanabilmesi için ayak ve baş tarafından biraz daha uzun bırakılır. (bk. Kefen, Tekfîn)

Livâta (Lûtîlik)

Homoseksüellik, erkeklerin birbirlerı ile ilişkilerini ifade eden cinsî sapıklık anlamına gelir. İslâm dini zina gibi her türlü cinsel sapkınlığı da yasaklamıştır. Livâta, dinimizin nehyettiği çirkin işlerden, fenalık ve azgınlıklar zümresindendir.

Kur’an livâta, zinâ gibi ahlaken merdut çirkin işleri şiddetle yasaklamış, toplumları ve insanları ahlak ve fıtrata ters düşen bu gibi hareketlerden vazgeçmeleri için uyarmıştır. Yüce Allâh Kur’an-ı Kerim’de, şehevî arzularının esiri olan ve homoseksüellikle şöhret bulan Lût kavmini, bu çirkin fiillerinden dolayı nasıl helak ettiğini ibret olması için insanlara anlatmaktadır (A’raf 7/80-84; Hûd 11/77-83; Neml 27/54-58; Ankebût 29/28-35). Hz. Peygamber de, homoseksüelliğin ölüm cezasını gerektirecek kadar çirkin ve ahlaksızlık olarak nitelemiş, bu fiili yapanların mel’ûn olduklarını belirtmişler, ayrıca kadınlara arkadan yanaşmayı da aynı şekilde çirkin kabul etmişlerdir (Tirmizî, Hudûd, 24; Radâ, 12; Ebû Dâvûd, Hudûd, 29; Nikah, 46).

Livata, insanın bedenine, sağlığına ve topluma zararlı, pek çok hastalığın meydana gelmesine, huzur ve sükunu bozarak fert ve toplumun kokuşmasına neden olan çirkin bir fiildir. Çağın hastalığı olarak nitelendirilen AIDS ile pekçok zührevî hastalığın bulaşması ve yayılmasının altında zinâ ve özellikle homoseksüelliğin yattığı yapılan araştırmalardan ortaya çıkmaktadır. Kişinin sağlığını, toplumun sağlam yapısını muhafaza etmek için, livata ile yakın ilişkisinin olduğu uzmanlar tarafından belirtilen AIDS hastalığından ve diğer zührevi hastalıklardan korunmak için, zina, livata ve diğer çirkin işlerden uzak durmak gerekir.

Lukata

Sözlükte yerden kaldırılan buluntu, başak, madendeki altın parçaları gibi anlamlara gelen lukata, bir fıkıh kavramı olarak, sahibinin koruması altında olmayan, sahibi tarafından kaybedilen şeyi ifade etmektedir. Yitiği alan kimseye mültekıt denir.

Hz. Peygamber, buluntu malın emânet olarak alınıp bir yıl ilan edilmesini, fakat deve gibi kendisini koruyabilen ve bir zarar gelmeyeceğinden emin olan malların ise bırakılmasını, sahibinin onu bulacağını belirtmişlerdir  (Buhârî, İlim, 28; Şürb, 12; Lukata, 2, 3, 4,11; Talâk 22; Edeb 75; Müslim, Lukata, 1; Muvatta, Akdiye, 46; Ebu Dâvud, Lukata, 1; Tirmizî, Ahkâm, 35). Başka bir hadislerinde de; “Kim bir buluntu ele geçirirse, buna adâlet sahibi birini şâhid tutsun, ne buluntuyu gizlesin, ne de nazardan kaçırsın. Sahibini bulunca hemen ona versin. Sahibini bulamazsa (bilsin ki) bu mal Allah’ındır; onu dilediğine verir.” buyurmuşlardır (Ebu Dâvud, Lukata, 1).

Hz. Peygamber’in koymuş olduğu bu ilkelerden hareketle, fakihler buluntunun durumu ve yapılması gerekenler konusunda kurallar koymaya çalışmışlardır. Buna göre, yitiği bulanın, sahibine vermek üzere alması tavsiye edilmiştir. Hatta zayi olması endişesi var ise alınması vacip olarak kabul edilmiştir. Yitik malı bulan kimse, bunu sahibine vermek üzere aldığına bir şahit tutması gerekir. Şahit tutarsa, bulduğu mal yanında emanettir; bir kusuru olmadan telef olması halinde tazmîn etmesi gerekmez. Ancak şahit tutmazsa, malın telef olması halinde, sebebine bakılmaksızın tazmîn etmesi gerekir.

Lukatayı alan kişi, malın durumuna göre uygun bir şekilde ve uygun bir süre ilan eder. Hadislerde bu bir yıl olarak belirlenmişter. Sahibinin ortaya çıkması ihtimali kalmayınca, fakirlere onun adına sadaka olarak verir. Daha sonra sahibinin çıkması halinde, sadaka olarak verdiğini söyler. Mal sahibi bunu kabul ederse, sevabı kendisinin olur. Kabul etmemesi halinde, ya bulan ya da sadakayı alan fakir tazmîn eder. Fakirin yanında olduğu gibi bulması halinde onu geri alır.

Kıymetsiz şeylerin uzun süre ilan edilmesi gerekmez. Buluntu malların devlet yetkililerine verilmesi de caizdir. Günümüzde, kayıp eşyalar için bürolar kurulmuş olup, buralarda mallar daha güvenli bir şekilde muhafaza edilebilmekte, ayrıca buralar kaybeden için de müracaat mekanı olmaktadır. Bu nedenle, kayıp bir malı bulan kişinin bunu alıp devlet yetkililerine vermesi daha uygun olur.

– M –

Mâcin (Müftî Mâcin)

Sözlükte utanması az olup laubalî hareket eden, laubâlî konuşan; sert ve galiz olan anlamlarına gelen mâcin, fıkıh literatüründe daha çok müftî mâcin şeklinde terkip olarak geçmektedir. Müftî mâcin ise, halka dine karşı hileleri öğreten, hilelerle haramı helal, helalı haram kılmaktan çekinmeyen, bilmediği konularda fetva veren müftî (fetva veren kişi) anlamına gelmektedir. Meselâ kadının kocasından boşanması için kendisine dinden çıkmayı tavsiye eden veya zengine zekatını vermemesi için malını eşine hibe edip sonra geri almasını öneren müftü böyledir.

Bu şekilde fetvâ veren kişiye hacr konulması, topluma zarar vermesini önlemek, halkı ifsat etmesini engellemek amacıyla, onu fetva vermekten men edilmesi vaciptir. Vermiş olduğu fetvâlarla amel etmek de caiz değildir.

Maddi Temizlik

İslâm dini temizliğe önem vermiş, temizliği dinin yarısı kabul etmiştir (Müslim, Taharet, 1). Bedendeki, elbisedeki ve çevredeki necasetin temizlenmesi ve bunların temiz tutulması anlamına gelmektedir. (bk. Necâset)

Ma’dûm

Sözlükte kaybolmuş, yok olmuş, mevcut olmayan anlamına gelen ma’dûm, fıkıh kitaplarının bey’ ve akitler bölümünde geçmektedir. İslâm hukukunda, her akdin kurulabilmesi için bazı şartların bulunması gerekmektedir. Bunlardan birisi de, akde konu olan şeyin; mümkün olması, mevcut, belirlenmiş ve akde konu olmaya elverişli yani meşru olması gerekmektedir. Buna göre, mevcut olmayanın satımı veya hibe edilmesi, mevcut olmayan bir akarın kiraya verilmesi caiz değildir. Genel kaide bu olmakla birlikte, insanların ihtiyacının bulunması ve hakkında nas bulunması sebebiyle, istisnâî olarak, selem akdinde mevcut olmayan malın satımına izin verilmiştir. Aynı şekilde ısmarlamaya da müsaade edilmiştir. (bk. Selem, Istısnâ’)

Mahcûr

Hacr konulmuş kişi demektir. (bk. Hacr)

Mahmasa

Sözlükte açlık anlamına gelen mahmasa, dinî bir kavram olarak da, sözlük manasına uygun olarak şiddetli açlık demektir. Şiddetli açlık halinde bulup da tehlikeye düşen kişiye, gönülden harama meyletmemek kaydıyla haram kılınan yiyeceklerden yemelerine izin verilmiştir. Yüce Allâh, “Kim, açlık halinde (mahmasa) dara düşerse, gönülden günaha meyletmemek kaydıyla (bu haram kılınanlardan yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” buyurmaktadır (Maide 5/3). Bu genel bir kural olarak benimsenen zarûretler yasakları helal kılar kaidesinin bir sonucudur. (bk. Zarûret)

Mahrem

Sözlükte haram, haram kılmak ve haram kılınmış gibi anlamlara gelen mahrem, dini bir kavram olarak, genelde Allâh’ın haram kıldığı, yasakladığı şey, özelde ise, devamlı olarak evlenmek haram olan kişiler anlamına gelir.

İslâm’da evlilik engelleri devamlı ve geçici olmak üzere ikiye ayrılır.  Devamlı evlenme mani olan yakınlık üç başlık altında incelenebilir:, a) kan hısımlığı: Bunlar usul (anne, baba, dedeler ve nineler), fürû (çocuklar ve torunlar), kardeş ve kardeş çocukları ile anne ve babanın kardeşleridir. b) sıhrî hısımlık: Bunlar eşlerin anne veya babaları ile eşlerin çocukları ve çocukların eşlerinden oluşur. c) süt hısımlığı: Bunlar süt bakımından usul (süt anne, baba, dede ve nineler), süt fürû (emzirilen veya eşin emzirdiği çocuklar ve torunları), süt anne ve babadan olma süt kardeşler, süt anne ve babanın kardeşleri ile eşlerin süt bakımından usulü (süt anneleri, babaları, dede ve nineleri), eşin süt çocukları ve torunlarıdır.

Geçici evlenme yasakları ise dört tanedir; başkasının eşi olma, üç kere boşanma, din farkı (kadınlar için erkeğin müslüman olmaması, erkekler için de kadının ehl-i kitap olmaması) ve eşin kız kardeşi, teyze veya halasıyla eşinden ayrılmadan evlenmek.

Mahrem kavramı, devamlı olarak evlenilmesi yasak olan birinci gruptaki kimselere denir. Kadınların örtünmeleri konusunda, bunların yanında bir kolaylık esneklik getirilmiştir. Aşırıya gidilmemek kaydıyla, bunların yanında başlarını, kollarını açabilirler.

Mahzur

Mahzûr kelimesi, haram, yasak anlamına gelen hazır kelimesinden türetilmiş olup, haram kılınan, yasaklanan demektir. (bk. Haram)

Mâ-i Câri

Akarsu anlamanı gelmektedir. Bir suyun akarsu olarak kabul edilebilmesi için, en azından bir saman çöpünü taşıyacak kadar akıntısı bulunmalı ve devamlı olmalıdır. Akarsuyun hükmü, büyük havuzda bulunan suyun hükmü gibidir; rengi, kokusu ve tadı bozulmadıkça necis olmaz. Ancak günümüzde, suların tahlil edilerek sağlığa zararlı olup olmadığı tespit edilebilmektedir. Bu nedenle, akarsuların da tahlil edilmesi ve buna göre kullanılmasında yarar vardır.

Mâ-i Meşkûk

Kelime anlamıyla şüpheli sular demektir; bir fıkıh terimi olarak ise, temizleyici olup   olmadığı konusunda şüphe bulunan sular anlamına gelmektedir. Ehlî eşek ve katırın artığı böyledir. Bu sularla necasetin temizlenmesi caizdir. Ancak, başka temiz su bulunduğunda bu sularla abdest alınması ve gusledilmesi caiz değildir. Başka su bulunmadığında ise, bu sularla abdest alınır veya gusledilir ve daha sonra da ihtiyaten teyemmüm edilir.

Mâ-i Mukayyed

Kelime anlamıyla kayıtlı sular demektir. Herhangi bir maddenin karışmasıyla, yaratılmış olduğu tabii halinden çıkan ve özel bir isim alan sulardır. Kavun, karpuz, üzüm, gül suyu gibi sularla, aslında mutlak su olduğu halde, içine başka şeylerin karışması ile incelik ve akıcılığını kaybeden, et suyu, yemek suyu gibi sulardır. Bu sular, kendileri temiz olmakla birlikte, abdest alınmada, gusledilmekte kullanılmazlar.

Mâ-i Mutlak

Kelime anlamıyla, herhangi bir şeyle kayıtlanmamış sular demektir. Dinî bir kavram olarak ise, yaratıldığı tabii halini koruyan, mahiyetini değiştirecek başka maddeler karışmamış suya mutlak su denir. Kaynak, pınar, kuyu, yağmur, kar suları, akarsu normal halinde mutlak sulardandır. Mutlak suyun üç özelliği vardır; bunlar rengi, kokusu ve tadıdır. Ayrıca mutlak sular yaratılışları gereği akıcı ve incedirler. Bu özellikleri değişmemiş, içerisinde neceset karışmamış olan ve hükmî necaset giderilmeyen yani abdest veya gusül alınmayan sular temizdir ve temizleyicidirler. Mutlak sular, temizleyicilik bakımından beş kısma ayrılır. (bk. Sular)

Mâ-i Müstamel

Kelime anlamıyla kullanılmış su demektir. Dinî bir kavram olarak ise, hükmî necasetin giderilmesinde kullanılan, yani kendisiyle abdest alınan veya gusül edilen sulardar. Bu sular kendileri maddi bakımdan temizdirler. Bu sebeple, özelliklerini kaybetmemek ve içinde necaset bulunmamak kaydıyla temizdirler ve maddî necasetin giderilmesinde kullanılabilir. Ancak, tekrar abdest veya gusülde kullanılamazlar. Abdest veya gusülde kullanılan su, uzuvdan ayrılmakla kullanılmış su hükmünü alır. Ancak, abdestsiz veya cünüp olan kimsenin suyu almak için veya sıcaklığına bakmak kastıyla elini suya sokması halinde, elinde necaset bulunmamak kaydıyla suyu kirletmez ve su kullanılmış su olmaz.

Maktûl

Maktûl öldürülen anlamına gelmektedir. Adam öldürmeye katil, öldürene de kâtil denir. (bk. Katil)

Mal

Sözlükte, kişinin veya toplumun sahip olduğu eşya, para ve diğer şeyler, rızık gibi anlamlara gelen mal, bir fıkıh terimi olarak, Hanefi fakihlerine göre mal, mutat bir şekilde edinilmesi ve faydalanılması mümkün olan her şeydir. Bir şeyin mal olabilmesi için, edinilme ve mutat bir şekilde faydalanma imkanının bulunması gerekir. Buna göre güneş ışığı gibi kendisinden faydalanmak herkes için mümkün olduğu halde edinilmesi mümkün olmayanlar ile bir avuç toprak, bir damla su gibi fiilen edinilen fakat mutat şekilde faydalanılmayan şeyler mal sayılmaz. Ayrıca Hanefîlere göre evlerde oturmak, arabalara binmek gibi eşyanın intifaı mal sayılmaz.

Buna karşılık Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre, menfaatler, yani intifa hakları da maldır. Bunlara göre, binefsihi malı elde etme ve edinme imkanı gerekli değildir; menfaatin aslını ve kaynağını elde etme ve edinilme imkanı yeterlidir.

Yeni ortaya çıkan patent hakları ile intifa hakları, hukukçulara göre mal itibar edilmiştir. Bu sebeple onlara göre mal, fakihlerin nazarındaki maldan daha umumi ve şümullüdür.

Mal çeşitli bakış açılarından kısımlara ayrılmıştır;

Malın hukukî değerinin bulunup bulunmaması açısından mütekavvim veya mütekavvim olmayan şeklinde ikiye ayrılır. Hukukî değeri bulunan mallara mütekavvim mallar, şarap, domuz, akan kan gibi hukukî bir değeri bulunmayan mallara ise gayri mütekavvim mal denir.

Malın çarşı ve pazarda benzerinin bulunup bulunmaması yönünden mislî ve kıyemî şekilinde ikiye ayrılır. Ölçek ve tartıyla satılan, ayrıca tane veya metreyle satılıp da benzerleri bulunan mallara mislî; çarşı ve pazarda benzeri bulunmayan ya da aralarında önemli farklılıklar bulunan mallara da kıyemî mal denir.

Taşınması mümkün olan mallara taşınır veya menkul mallar, bir yerden başka bir yere nakli mümkün olmayan mallara da, taşınmaz veya gayrimenkul denir.

Ayrıca mallar tüketilen mallar – kullanılan mallar; bölünebilen mallar – bölünemeyen mallar; özel mülkiyete tabi mallar – kamu malları gibi kısımlara ayrılabilir.

Mâlik

Sözlükte sahip, bir şeye sahip olmak, istilâ etmek, hükmetmek gibi anlamlara gelen mâlik, bir fıkıh kavramı olarak, eşya üzerindeki hakimiyet ve tasarruf yetkisi demektir. Bu yetki sayesinde malik, sahibi olduğu mal veya menfaatten bizzat faydalanabileceği gibi, başkasına devredebilir veya faydalanma hakkından vaz geçmesine karşılık alabilir. Bu yetki ve iktidarı veren hukukî hükme mülkiyet denir. (bk. Mülkiyet)

Mâlikî Mezhebi

Sünnî fıkıh mezhepleriden biri olan Malikî mezhebi, ismini kurucusu sayılan İmam Malik b. Enes’ten almaktadır. Medine’de doğan Mâlik, Medine halkının alimi ve imamıdır. İmam Malik, Medîne’de kâdı ve dinî liderdi. Bu mezhebe mensup fakihlere ve bu mezhebin görüşüyle amel edenlere Malikî denir. Malikî mezhebi, Hicaz’da, Afrika’da ve Endülüs’te yayılmıştır. Yukarı Mısır’da Sudan’da bu mezhep mensupları bulunmaktadır.

İmam Malik, ehl-i hadisten olarak şöhret bulmasına rağmen, kıyas ve re’yi de kullanmıştır. “Dinin 9/10’u istihsandır” sözü ona aittir. İmam Mâlik’in kullandığı deliller, Kitap, sünnet, icma’, kıyas, Medînelilerin ameli, sahabe kavli, mesâlih-i mürsele, istihsan, sedd-i zerâi, muraat-ı hilaf, istıshab, öncekilerin şeriati şeklinde sıralanabilir.

Mâni’

Sözlükte vermeyen, mahrum eden, alıkoyan, önleyen, cimri, engel, koruyan gibi anlamlara gelen mâni’, fıkıh usulünde, sebebe hüküm bağlanmasına veya sebebin gerçekleşmesine engel olan durum demektir. Bakşa bir ifadeyle, hükümün ortaya çıkmasına emâre teşkil eden sebebe veya bizzat hükme aykırı düşen başka bir sebep anlamına gelir. Meselâ, zekatın sebebi nisaptır, fakat nisap miktarı mala sahip olan kimsenin borcunun olması, zenginliğine manidir ve zekat farz olmaz.

Mâni’ hükmün mâni’i ve sebebin mâni’i olmak üzer ikiye ayrılır. Hükmün mâni’i, sebep gerçekleştiği ve şartları bulunduğu halde, sebebe hükmün bağlanmasını engelleyen mâni’e denir. Varisin mûrisini öldürmesi böyledir. Hükmün sebebi olan akrabalık bulunmakta ve mirasın intikali için gereken mûrisin vefatı da gerçekleşmiştir. Ancak vârisin mûrisi öldürmesi mâni’ olduğu için miras öldürene intikal etmez.

Sebebin mâni’i ise, sebebin gerçekleşmesine engel olan mâni’dir. Başka bir ifadeyle bu, sebebin şartlarından birisinin ortadan kalkmasıdır. Nisap miktarı mala sahip olan kimsenin borcunun olması böyledir.

Mantûk

Sözlükte, söylenen, konuşulan, sözden anlaşılan mana gibi anlamlara gelen mantûk, fıkıh usulünde, lafzın, sözde zikri geçen ve ifade edilen bir şeyin hükmüne delâlet etmesi demektir.

Fıkıh usulünde iki ana ekol bulunmaktadır; Hanefîlerin metodu ve kelâmcıların metodu. Bu iki ekolden kelâmcılar delaletleri, mantuk ve mefhum diye ikiye ayırırlar. Onlara göre mantûk, lafzın, kelimeleriyle, sözleriyle delalet ettiği şeydir. Meselâ, “Allâh alışverişi helal, faizi ise haram kılmıştır.” (Bakara 2/275) ayeti, mantuğu ile alışverişin helalliğine, faizin de haramlığına delalet eder. Bu delalet, söylenen lafızdan ve bu sözü meydana getiren harflerden anlaşılır.

Mantûk genel olarak, açık mantûk ve açık olmayan mantûk olmak üzere ikiye ayrılır. Açık mantûk, lafzın, gönderiliş gayesine uygun olarak delâlet ettiği manadır. Açık Olmayan Mantûk ise, lafzın kendisi için vazedilmediği ve fakat iltizam yoluyla delalet ettiği hükme delâlet etmesidir. Meselâ, “onların, örfe uygun olarak giyim ve beslenmeleri babaya aittir.” (Bakara 2/233) ayeti, iltizam yoluyla, çocuğun babasına nispet edileceğine delalet etmektedir. Bu alimlere göre açık olmayan mantûkun delaleti üçe ayrılır; işâretin delâleti, imâ yoluyla delâlet ve iktizanın delâleti.

Maraz-ı Mevt

Sözlükte maraz hastalık; mevt de ölüm demektir. Kelime anlamıyla ölüm hastalığı veya ölümcül hastalık anlamına gelen maraz-ı mevt, bir fıkıh terimi olarak, kişiyi normal işlerini yapmaktan alıkoyacak şekilde ağır ve araya sıhhat hali girmeden hastanın ölümüyle sonuçlanan hastalıktır.

Maraz-ı mevt, genel olarak hastanın vücup ve edâ ehliyetine mani değildir. Allâh’a karşı ve kanûna karşı sorumlulukları düşmez, tasarrufları geçerlidir. Ancak, varisler ve alacaklılar aleyhine tasarrufta bulunup, bu sebeple zarar görmelerini engellemek amacıyla bazı tasarruflarına hacr konulur. Bunlar şöyle özetlenebilir:

Borcu malvarlığına denk olan hasta, her türlü teberru ve vakıf konusunda kısıtlıdır. Bu nevi tasarrufları alacaklıların rızasına, iznine bağlıdır. Borcundan fazla olan malı bulunması halinde, bunlardan yaptığı teberrular bu malın üçte birinde geçerlidir.

Ölümcül bir hastalığa yakalanan kocanın, eşini, onun rızasını almadan bâin talakla boşaması halinde, eşini mirastan mahrum etmek maksadıyla boşadığı kabul edilir. Böyle bir boşamada erkeğin, hakkını kötüye kullandığı kabul edilerek, boşama geçerli sayılır, fakat kadının iddet süresi içinde erkeğin ölmesi halinde, kadın sanki boşanmamış gibi mirastan hissesini alır. Ancak herhangi bir sebeple kadının ölmesi halinde boşama geçerli olduğundan koca mirasçı olamaz.

Maslahat

Sözlükte menfaat, fayda, yarar, bir şeyin düzgün, doğru ve uygun olması anlamlarına gelen maslahat, fıkıh usulünde, ayet ve hadislerin yorumlanmasında veya hakkında nass bulunmayan konularda içtihad edilirken gözetilen ve din açısından muteber olan yararlara maslahat denir. Başka bir ifadeyle maslahat, menfaatin celbi yahut zararın def’i, bertaraf edilmesidir. Çoğulu mesâlihtir.

İslâm dininin getirmiş olduğu kuralların tamamı insanların yararınadır. Ancak bunların anlaşılabilmesi için, dinin esas almış olduğu yararların fert ve toplum dengesi içerisinde mütalaa edilmesi gerekir. Toplumun yararı için ferdin ezilmemesi, ferdin yararı için toplumun menfaatlerinin feda edilmemesi gerekir. Usulcüler maslahatları, Şâri’in muteber sayıp saymaması bakımından üçe ayırırlar:

  1. a) Mesâlih-i Mutebere; dikkate alınması gerektiğine dair hakkında şer’î bir delil bulunan maslahatlardır. Kıyasın delil olduğunu kabul eden fakihler, bu maslahatların itibara alınması ve buna göre ta’lil yapılabileceği konusunda ittifak etmişlerdir. Dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması muteber maslahatlardandır. Meselâ, aklın korunması için şarap içimi yasaklanmıştır. Buna kıyasla akla zarar veren, örten diğer alkollü içecekler ve uyuşturucu maddelere de buna kıyasla haram hükmü verilir.
  2. b) Mesâlih-i Mülgâ; hakkında muteber olmadığını gösteren şerî bir delil bulunan maslahatlardır. Bu maslahatlara göre ta’lil yapılamayacağı ve bunlar üzerine hüküm kurulamayacağı konusunda alimler ittifak etmişlerdir. Şâri tarafından kendisine itibar edilmeyen maslahatlar incelendiğinde, bunların ya da kuvvetli maslahatlara aykırı oldukları veya yanlış algılanmak sonucu maslahat olarak düşünüldüğü görülür. Buna tarihte geçen şu hadise örnek verilebilir: Endülüs hükümdarlarından Abdurrahman b. El-Hakem’in Ramazan ayında orucunu bozması üzerine, orada bulunan alimlerden Yahya b. Yahya, zengin olduğundan her zaman bir köle azat ederek bu şekilde orucunu bozacağı mülahazasıyla iki ay üst üste oruç tutması gerektiği konusunda fetvâ vermiştir. Bu alim, fetvasını kendisine göre bir maslahata bina etmiştir. Halbuki Allâh, orucunu bozan kimsenin öncelikle bir köleyi azat ederek özgürlüğüne kavuşturulmasını murat etmiştir. Bu ise, daha önemli ve önde gelen bir maslahattır. Dolayısıyla Yahya b. Yahya’nın itibar ettiği maslahat, Şâri’ tarafında muteber kabul edilmeyen bir maslahattır.
  3. c) Mesâlih-i Mürsele; insanlara bir fayda sağlayan veya onlardan bir zararı gideren, fakat muteber sayıldığına veya geçersiz olduğuna dair bir delil bulunmayan maslahatlardır. Buna göre mesâlih-i mürsele, hükmü nassla açıklanmayan ve kendisine kıyas edilebilecek bir hüküm bulunmayan durumlarda söz konusudur. Bunun yanında, kendisinde, şer’î bir hükmün gerekçesi olmaya elverişli ve üzerine hüküm bina edilebilecek münasip bir vasıf bulunmalıdır.

Mesâlih-i mürseleye göre hüküm verilebilmesi için, maslahatın varlığından emin olunmalı, ayrıca genel, mahiyeti itibarıyle makul olması ve şer’î bir delil tarafından geçersiz sayılmaması gerekir.

Hz. Ömer’in fethedilen toprakları mücahitler arasında ganimet olarak dağıtmayıp, Müslümanlar’a sürekli gelir kaynağı teşkil etmesi için eski sahiplerinin elinde bırakması ve harac vergisi koyması mesâlih-i mürseleye göre verilen hükümlerdendir.

Mazmaza

Sözlükte suyu ağızda çalkalamak anlamına gelen mazmaza, dinî bir kavram olarak, abdest veya gusülde ağıza su vererek çalkalamak demektir.

Hanefîlere göre mazmaza gusün farzlarındandır. Mazmazada mubalağa etmek, gargara yapmak ve üç defa tekrar etmek ise sünnettir. Abdestte ağza su vermek ve bunu üç defa yapmak sünnettir. Mazamazada sağ el ile ağza su verilir ve iyice çalkaladıktan sonra tükürülür. Mazmazada ağıza alının suyu yutmak mekruhtur.

Mebî’

Alışverişte satılan mal demektir. (bk. Bey’)

Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye)

Sözlükte mecmua, dergi, broşür, magazin gibi anlamlara gelen mecelle, fıkıh literatüründe, Osmanlı döneminde hazırlanan bir kanunun özel ismi olarak kullanılmaktadır. Kanûnun tam ismi, Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye olup, Tanzimatın ilanından sonra, Ahmet Cevdet Paşa’nın başkanlığında bir komisyon tarafından hazırlanmış ve 57 yıl süreyle Osmanlı ülkesinde yürürlükte kalmıştır. Mecelle, söz konusu heyet tarafından bölümler halinde hazırlanmış ve tamamlanan bölümler, o devrin usulüne göre kanunlaştırılmıştır. Mecelleyi hazırlayan komisyon, 1869 – 1889 yılları arasında faaliyet göstermiş, bunun ilk yedi yılında Mecelle’yi hazırlamış, bundan sonra da eksiklikleri tamamlama, ta’dil gibi faaliyetler yürütmüştür.

Mecelle bir mukaddime ve 16 bölümde 1851 maddeden oluşmaktadır. Mukaddimesinde, 100 maddelik umumi hükümlere ve kaidelere yer verilmiştir. Diğer bölümler ise, buyû’, icâre, kefâlet, havale, rahin, emanet, hibe, gasp ve itlâf, hacr ikrah ve şuf’a, şirket, vekalet, sulh ve ibrâ, ikrâr, da’vâ, beyyinât ve tahlîf ile kazâ bölümlerinden oluşmaktadır.

Mecelle; taksimatında mantıkî bir sistem gözetilmediği, medenî kanunun aile, miras gibi bölümlerini almadığı, meseleci (kazuistik) bir metod takip ettiği, tek mezhebe bağlı kalındığından ihtiyaca cevap vermediği, küllî kaidelerin içinde cüzî kaidelere de yer verildiği şeklinde tenkide tabi tutulmuştur.

Mecellenin diğer dillere tercümesi yapılmış, Arapça ve Türkçe çeşitli şerhleri yazılmış, küllî kaideleri, indeksi ve tarihi üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Bunlardan Ali Haydar Efendi’nin Dürerü’l-Hükkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, Mes’ûd Efendi’nin Mir’âtü’l-Mecelle ve Serkiz Orpelyan’ın Miftâhu’l-Mecelle tanınmışlarındandır.

Mecnûn

Sözlükte aklı bozuk, delil, cin tutmuş gibi anlamlara gelen mecnûn, bir fıkıh terimi olarak, ehliyet arızalarından cinnet ile malûl olan kimse demektir. (bk. Cünûn)

Medenî Müeyyide

Hukuka aykırı bir davranış nedeniyle haksız bir durumun ortadan kaldırılarak eski halin iadesi, hukuk kaidelerine aykırı olan muamele ve akitlerin iptali, bu gibi muamelelerden doğan zararın tazmîni şeklindeki müeyyidelerdir. Bu müeyyideler ihlal edilmiş olan bir hakkın tamirini hedefler. (bk. Müeyyide)

Medyûn

Borçlu anlamına gelmektedir. (bk. Deyn)

Mefhûm

Sözlükte anlaşılan, kalple bilinen anlamına gelen mefhûm, fıkıh usulünde, lafzın, sözde zikri geçmeyen ve ifade edilmeyen bir hükme delalet etmesidir.” Meselâ, “o ikisine (anne ve babana) öf bile deme.” ayeti (İsrâ 17/23), mantûkuyla öf demenin yasaklığına delalet ederken, mefhumuyla dövmenin yasaklandığına delalet etmektedir. Zira dövmek, üf demekten daha fazla eziyet verir.

Usulcüler mefhûmu mefhûmu muvâfakat ve mefhûmu muhâlefet olmak üzere ikiye ayırmışlardır.

Mefhûmu Muvâfakat; lafzın, manadaki ortaklık sebebiyle, lafızda geçen hükmün, ispat veya nefy bakımından, sözde zikri geçmeyen mesele için de geçerli olduğuna delalet etmesidir. Mefhûmu muvâfakat, herhangi bir araştırma ve çabaya gerek olmaksızın, sadece dil bilmekle lafızdan anlaşılabilir. Sözde zikri geçmeyen durumun, hükümde sözde zikri geçene denk olması sebebiyle, mefhumu muvafakat olarak isimlendirilmiştir. Meselâ, “o ikisine (anne ve babana) öf bile deme.” ayeti (İsrâ 17/23), mefhumu muvafakat yoluyla sövmenin yasaklığına delalet eder.

Eğer sözde zikri geçen durum, hüküm bakımından zikri geçenden daha öncelikli ise, bu delâlete fahve’l-hitab; denk ise, lahne’l-hitâb denir.

Mefhûmu Muhâlefet; lafzın hükümünde itibara alınan bir kaydın bulunmaması sebebiyle, lafzın delalet etmiş olduğu hükmün zıddının, sözde zikri geçmeyen durum için sabit olduğuna delalet etmesidir. Meselâ, “İçinizden mümin hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan, mümin câriyelerinizden alsın.” ayeti (Nisa 4/25), mefhumu muhalefet yoluyla, hür kadınlarla evlenmeye gücü yeten kimsenin, câriye ile evlenmesinin haramlığına delalet eder. Hanefîler mefhûmu muhâlefeti delil olarak kabul etmezler. Dışındakilere göre ise, müstakil bir delildir.

Mefhumu muhâlefet, itibara alınan kaydın çeşidine göre, mefhûmu lakap, mefhûmu vasf, mefhûmu şart, mefhûmu gâye ve mefhûmu adet olmak üzere beşe ayrılır.

Mefkûd

Sözlükte kaybolan, zayi olan, yitirilen gibi anlamlara gelen mefkûd, bir fıkıh terimi olarak, kaybolmuş, hayatta olup olmadığı bilinmeyen şahıs manasına gelir.

Mefkud ile ilgili hükümler, onun yaşadığı kadar ölmüş de olabileceği ihtimaline bina edilmiştir. Buna göre mefkûd;

Kaybolmadan önce elde ettiği hakların korunması bakımından sağ sayılır. Bu sebeple malı varislerine dağıtılmaz, eşi başkasıyla evlenemez. Malları kendisi tarafından bırakılan veya mahkemece tayin edilen bir vekil tarafında idare edilir.

Kazanılması hayatta olmasına bağlı bulunan haklar bakımından ölü sayılır. Bu sebeple vefat eden yakınına mirasçı olamaz. Ancak daha sonra sağ olarak dönerse, bunları alır.

Hanefîlere göre, yaşadığı veya öldüğü kesin olarak bilinmeyen mefkudun ölümüne hükmedilebilmesi için, yaşıtlarının hayatta kalmamış olması gerekir. Bunun tespitinin mümkün olmaması halinde, 90 yaşına ulaşmış da hala dönmemiş ise, ölümüne hükmedilir. Mahkemece ölümüne hükmedilince, ölüm hükmen gerçekleşmiş ve şahsiyeti sona ermiş olur. Mali mirasçılarına taksim edilir, eşi iddetini bekledikten sonra başkasıyla evlenebilir.

Ancak mefkûdun eşinin bu kadar uzun müddet beklemesi, kadın aleyhine katlanılması güç bir durum olduğundan, Malikî mezhebinde kabul edilen, kaybolan kişinin hayat veya ölümünden haber alma ümidi kesilince dört yıl beklenip bir haber alınamazsa, kadının müracaatıyla hakim tarafından boşanmaları görüşünün uygulanması yerinde olur. Bundan sonra kadın iddet bekler ve başkasıyla evlenebilir.

Mehir

Erkeğin evlenirken karısına verdiği veya vermeyi taahhüt ettiği para veya başka bir mala mehir denir. Kur’an-ı Kerim’de, evlenen erkeğin kadına mehir vermek zorunda olduğu ve bunu zorla geri almasının caiz olmadığı konusunda pek çok ayet bulunmaktadır (bk. Bakara 2/237; Nisâ 4/4, 20, 24, 25; Mâide 5/5). Hanefîlere göre mehir nikahın sonuçlarından biridir. Bu nedenle nikah esnasında belirlenmemiş olsa da, hatta nikah esnasında verilmeyeceği şart koşulsa bile evlenen kadın mehre hak kazanır.

Mehir nikah anında belirlenip belirlenmemesine göre ikiya ayrılır. Mehir nikah anında belirlenmişse buna mehr-i müsemmâ, nikah esnasında belirlenmemişse mehr-i misil denir. Evlilik sırasında mehrin belirlenmemesi veya belirlenen mehrin bir sebeple geçersiz sayılması halinde, evlenen kadın mehr-i misile hak kazanır. Mehr-i misil, evlenen kadının, akrabaları arasında her bakımdan kendi konumunda olan kadına verilen mehir demektir.

Mehir, ödenme zamanına göre, mehr-i muaccel ve mehr-i müeccel olmak üzere ikiye ayrılır. Mehr-i muaccel, peşin olarak ödenen mehirdir. Kadın mehr-i muacceli almadan kendisini kocasına teslim etmeme hakkına sahiptir. Mehr-i müeccel ise, veresiye, yani ödenmesi sonraya bırakılan mehirdir. Bu mehrin ödenmesi için herhangi bir zaman belirlenmişse, bu tarih geldiğinde kadın mehre hak sahibi olur. Bir vakit belirlenmemişse, nikahın sona ermesiyle mehir muacceliyet kazanır ve ödenmesi gerekir. Başka bir deyişle, boşanma halinde kocanın bu mehri ödemesi gerekir; ölüm halinde de, bırakmış olduğu terikeden ödenir.

Mekîl

Mekîl, kile, şinik gibi hacim ölçüleriyle alınıp satılan mallardır. Buğday, arpa, pirinç gibi mallar bu tür mallardan olup, bunlara keylî de denilmektedir. Ölçek ile değerlendirilen bu mallar, mislî mallardandır ve ribâ cereyan eder. (bk. Keylî, Ribâ)

Mekrûh

Sözlükte mihnet, şiddet, şer, sevilmeyen anlamlarına gelen mekrûh, dinî bir kavram olarak, Şâri’ tarafından kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda yapılmaması istenen fiil demektir.

Bu tanım fakihlerin çoğunluğuna göredir. Hanefîler ise mekrûhu, tahrimen mekruh ve tenzîhen mekrûh olmak üzere ikiye ayırırlar.

Tahrîmen mekruh, zannî bir delil ile kesin olarak yapılmaması istenen şeydir. Bu yasak esas olarak, haram gibi yapılmaması kesin ve bağlayıcı olarak istenmiştir. Ancak, bu talep haber-i vahit gibi sübut bakımından kesin olmayan bir delile dayandığından veya delaletindeki bir kapalılıktan dolayı haramlığı kesin olarak sabit olmamıştır. Bu sebeple Hanefîlerin açıklamış oldukları bu mekruh türüne amelî haram da denilmiştir. Yani bu davranışların yapılmaması haram hükmündedir. Bunları işlemek, haram bir fiili işlemek gibi cezayı ve kınanmayı gerektirir; bunlardan uzak durmak ise övülmeyi ve sevabı müstelzimdir. Ancak inanç yönünden farklılık vardır; haram olmadığını söyleyen kimse kâfir olmaz. Meselâ, erkeğin altın takması, ipek giymesi böyledir.

Tenzîhen Mekrûh ise, Şâri’in bağlayıcı ve kesin olmayan bir tarzda yapılmamasını istediği fiildir. Başka bir ifadeyle, yapılmaması yapılmasından daha iyi olan davranıştır. Bu tür fiilleri işlemek cezâ ve kınamayı gerektirmez. Ancak bunlardan kaçınmak, övülmeyi ve sevabı gerektirir. Dinî salabeti olan, faziletli kişiler bundan kaçınırlar. Cemaate giden kimsenin soğan sarımsak yemesi, ikindi namazından sonra, kerahat vaktine kadar nafile namaz kılmak bu tür mekruhtur.

Memlûk

Mülk edinilen şey, birinin malı veya köle anlamlarına gelmektedir. (bk. Köle, Mülk)

Memnû’

Yasaklanmış, menedilmiş şey anlamına gelir. (bk. Haram)

Menâsik

Menâsik, ibadetgah, ibadetin zühtün yolu, usulü, kurban boğazlanacak yer, bir adamın alıştığı yer anlamlarına gelen mensek kelimesinin çoğuludur. Dinî bir kavram olarak, en geniş anlamda ibâdet, Allâh’a yakınlaşmak için yapılan her türlü taat; dar anlamda, hac ibadeti esnasında yerine getirilmesi gereken vazifeler; en dar anlamıyla, kurban kesmek ve kurban kesilen yer anlamına gelmektedir. Dini bir kavram olan ve aynı kökten türeyen nüsük kelimesi de aynı anlamlarda kullanılmaktadır. Ayrıca hacc menâsiki anlamına meşâir de denilmektedir.

Menâsik ve nüsük kelimeleri en geniş anlamıyla ibâdet, Allâh’a yakınlaşmak için yapılan her türlü taat anlamına gelmektedir. Yüce Allâh, Kur’an-ı Kerim’de “De ki, ‘Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi Allâh içindir’ ” buyurmaktadır (En’am 6/162). (bk. İbadet)

Menâsik kelimesi daha en yaygın kullanımıyla hacc ibadetini oluşturan törenlerin tamamı, hacc esnasında yerine getirilmesi gereken vazifeler anlamına gelmektedir. Hz. İbrahim’in, Kâbe’nin inşasını tamamlayınca menâsiki kendisine öğretmesi hususundaki duası Kur’an’da anlatılmaktadır (Bakada 2/128). Hz. İbrahim Kâbe’nin inşasını tamamlayınca “Yâ Rab! Kâbe’nin inşasını tamamladım, şimde bana menâsiki öğret.” diye dua eder. Bunun üzerine Allâh Teâlâ Cebrâil’i gönderir. Cebrâil de, Hz. İbrahim’e hacc yaptırır. Haccın nasıl yapılacağını öğretir. Hz. Peygamber de, haccın fiilleri ve meydana getiren alt ibadetleri hakkında menâsik tabirini kullanmış; “Hac menâsikini benden alın, benden gördüğünüz gibi yapın” buyurmuştur (Müslim, Hac, 310). Buna göre, Kâbe’yi tavaf etmek, Safâ ile Merve arasında sa’y etmek, Arafat ve Müzdelife vakfeleri, Şeytan taşlama, kurban hacc menâsikindendir.

En dar anlamıyla menâsik veya nüsük kurban anlamına gelmektedir. Kesilen kurbana nesîke denir. Kur’an-ı Kerim’de, “Her ümmet için, Allâh’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerlerine O’nun adını anarak kurban kesmeyi (mensek) meşru kıldı.” buyurulmaktadır (Hac 22/34). Özel olarak ise, Hacda kesilen kurban demektir. Kur’an’da, “İçinizde hasta olan veya başından rahatsız bulunan varsa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir” buyurulmaktadır (Bakara 2/196).

Mendûb

Sözlükte elçi, delege, davet edilen şey gibi anlamlara gelen mendûb, dinî bir kavram olarak, Şâri’in yapılmasını bağlayıcı olmaksızın istediği fiillerdir. Başka bir ifadeyle, kesin olmayan bir tarzla yapılması istenen davranışlardır. Bu iki şekilde olabilir; ya fiilin yapılmasının istendiği ifade bağlayıcı değildir; ya da, ifade bağlayıcı olmakla birlikte, onun bağlayıcılık niteliğini kaldıran bir karine mevcuttur. Bu karine bir nass olabileceği gibi, fıkhın genel kaideleri de olabilir. Mendubu işleyen sevap ve mükafata hak kazanır; terk eden ise kınanmaz. Mendûb için, sünnet, müstehab kavramları da kullanılmaktadır.

Mendûb üçe ayrılır:

Sünnet-i Müekkede; dinî vecîbelerin birer tamamlayıcısı konumunda olan fiiller ile Hz. Peygamber’in devam ettiği fakat bağlayıcı olmadığını göstermek maksadıyla bazen terk ettiği veya bizzat edasının vacip olmadığına işaret ettiği sünnetlerdir. Ezan, sabah namazının sünneti, mazmaza-istinşak böyle sünnetlerdendir. Bu tür sünnetlere sünnet-i hüdâ da denilmektedir.

Bu kısma giren mendubu yerine getirmek sevabı gerektirir, terk etmek ise, cezayı gerektirmemekle birlikte, hoş karşılanmaz.

Sünnet-i Gayr-i Müekkede; Hz. Peygamber’in bazen yapmış oldukları, ibadet nevinden fiilleridir. İkindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk dört sünneti bu sünnetlerdendir. Bunlara müstehab da denir. Bu kısma giren mendûbu işleyen sevabı hak eder; terk eden ise, kınanma ve azarlanmaya müstehak olmaz.

Sünnet-i Zevâid; Hz. Peygamber’in, dini tebliğ ve açıklama niteliği taşımayan, bir insan olarak yapmış olduğu fiillerdir. Hz. Peygamber’in yemesi, içmesi, giyinmesi böyledir. Bazı alimler, onun bu davranışlarını da mendûb olarak kabul etmişlerdir. Ancak bunlar mendûb dahi olsalar, diğerlerinin derecesinde değillerdir. Bir kimse, Hz. Peygamber’e olan sevgisi ve bağlılığından dolayı, ona benzeme ve uyma niyetiyle Hz. Peygamber’in bu tür davranışlarını işlerse sevap kazanır. Bu fiilleri terk eden ise, kötü bir davranişte bulunmuş sayılmaz.

Menfaat

Sözlükte fayda, yarar anlamına gelen menfaat, fıkıhta, genel olarak fayda anlamına geldiği gibi, özel olarak da bir malın kullanımı, maldan istifade etmek manasına da gelmektedir.

Fıkıh usulünde, delillerden biri olarak kabul edilen maslahat, menfaat prensibi üzerine kurulmuştur. Bu esas, zararın def’i, menfaatin celbi şeklinde ifade edilmiştir. İslâm dininin getirmiş olduğu hükümler ve kuralların tamamı insanların yararınadır. Ancak bunların anlaşılabilmesi için, dinin esas almış olduğu yararların fert ve toplum dengesi içerisinde mütalaa edilmesi gerekir. Toplumun yararı için ferdin ezilmemesi, ferdin yararı için de toplumun menfaatlerinin feda edilmemesi gerekir.

Özel olarak menfaat, İslâm hukukunda kabul edilen mülkiyet şekillerinden biridir. Menfaat mülkiyeti, eşyanın aynına değil de bunlardan istifade etmeye, faydalanmaya ait olan ve bunu sağlayan mülkiyettir. Evde oturma, tarlayı ekme bu tür mülkiyettir.

Menfaat mülkiyeti, şahsa bağlı menfaat mülkiyeti ve ayna bağlı menfaat mülkiyeti olmak üzere ikiye ayrılır. Menfaat mülkiyeti, sahibi veya selahiyetli kişi tarafından izin verilmesiyle, kiralamak suretiyle, ariyet akdiyle, vakıf veya vasıyet yoluyla elde edilir.

Menfaat mülkiyeti, zaman, mekan ve vasıf bakımından sınılandırılabilirler. Üç ay süreyle evde oturma, dört kişiden fazla binmemek kaydıyla arabayı kullanma gibi kayıtlar konulabilir. Kullanım süresi dolduğunda menfaat konusu mal sahibine iade edilir. Menfaat konusu mal, kullananın elinde emanet hükmündedir; bir kusuru olmaksızın telef olması halinde tazmîn etmez. Menfaat kiralama akdinde olduğu gibi bir bedel karşılığı elde edilmişse, malın masrafları mal sahibinedir; menfaat ariyet akdinde olduğu gibi ücretsiz olarak elde edilmişse, masraflar eşyadan istifade eden kişiye aittir.

Meni

Erlik suyu veya sperm anlamına gelir. Sarımtrak beyaz renkte ve yumurta akına benzeyen kaykan bir mayidir. Kuruduğunda kül renginde bir leke bırakır. Meninin şehvetle vücuttan çıkması, başka bir ifadeyle lezzetle ve süratle dışarıya çıkması kişiyi cünüp eder. Bu durumdaki bir kişi yıkanmadıkça namaz kılamaz, mescide giremez, Kur’an okuyamaz, Kur’an’a dokunamaz, Kabe’yi tavaf edemez. Meninin, hastalık, darbe, yüksekten atlama ve benzeri sebeplerle vücuttan çıkması ise, cünüplüğü gerektirmez. (bk. Cünüp)

Mes’â

Hac veya umre yapan kimselerin, Safâ ile Merve arasında, sa’y ettikleri yere verilen isimdir. (bk. Sa’y)

Mesâlih-i Mutebere

Şâri’ tarafından muteber olduğuna dair bir delil bulunan maslahatlardır. (bk. Maslahat)

Mesâlih-i Mülgâ

Şâri’ tarafından muteber olmadığına dair bir delil bulunan maslahatlardır. (bk. Maslahat)

Mesâlih-i Mürsele

Şâri’ tarafından muteber veya geçersiz sayıldığına dair hakkında delil bulunmayan maslahatlardır. (bk. Maslahat)

Mesbûk

Sözlükte geride kalan, yenilen, sonradan yetişen gibi anlamlara gelen mesbûk, dinî bir kavram olarak, cemaatle kılınan namaza baştan yetişemeyip, ilk rekatin rükuundan sonra imama uyan kimse demektir.

İmam ile birlikte rükuu yapamayan, yani imam ile birlikte sübhanallah diyecek kadar rükuda bulunmayan kimse o rekatı kaçırmış sayılır. İlk rekatın rükuunda imamam yetişemeyen kimseye mesbûk denir. Mesbûk, imam selam verince, imam sehiv secdesi yapmazsa, beklemeden ayağa kalkar ve cemaatle kılamadığı rekatları tek başına tamamlar.

Mesbûk, imamla birlikte kılamadığı rekatları kazaya başladıktan sonra, tek başına namaz kılan kimse gibidir. Sübhaneke duasını, fatiha ve zammu sureleri, tek başına kıldığı namazlardaki gibi okur. İlk rekatı kaçıran, ayağa kalkar ve bir rekati kıldıktan sonra tahiyyata oturarak namazını tamamlar. İkinci rekatı kaçıran, iki rekatı da kaza ettikten sonra, tahiyyata oturur ve selam vererek namazını tamamlar. Anca üç rekatli bir namazda iki rekatı kaçırmış ise, bir rekat kıldıktan sonra tahiyyata oturur, tahiyyatı okuduktan sonra bir rekatı da kılarak namazını tamamlar. Dört rekatlı namazlarda üçüncü rekatı kaçıran ise, bir rekatı kıldıktan sonra tahiyyata oturur, daha sonra ayağa kalkar ve iki rekatı kıldıktan sonra tahiyyata oturur ve namazını tamamlar.

Tek başına kıldığı bölümlerde sehiv secdesi gerektiren bir hata yaptığında, namazın sonunda sehiv secdesi yapar. İmam sehiv secdesi gerektiren bir davranışta bulunmuşsa, kaçırdığı rekatları kaza etmek için kalkmadan önce, imam ile birlikte sehiv secdesi yapar ve daha sonra ayağa kalkarak kaçan rekatları kaza eder.

Mesh

Sözlükte silmek, gidermek, su veya yağla ovuşturmak, yeri ölçmek, seyahat etmek, vurmak gibi anlamlara gelen mesh, dinî bir kavram olarak, abdestte elin ıslaklığıyla bir uzuv, mest veya sargı üzerinde gezdirilmesi; teyemmümde, toprağa vurulan ellerle kolların ve yüzün ovulması anlamına gelir.

Sağlıklı kişinin abdest alırken başını, ense ve kulaklarını meshetmesi aslî hükümdür. Başın meshedilmesi farz, diğerleri ise sünnettir. Ancak sargı veya mestlerin üzerinin mesh edilmesi veya bir uzuvda yara veya hastalık bulunması sebebiyle yıkanamaması sebebiyle mesh edilmesi bedel bir işlemdir; yani başka bir şeyin yerine geçmektedir. Mest üzerine meshetmek ayağın yıkanması yerine geçer, sargı üzerine mesh etmek veya yıkanamadğı için bir uzvu meshetmek ise, o uzvun yıkanması yerine geçer. (bk. Abdest, Cebîre, Mest)

Mest

Mest, ayakları topuklarıyla beraber örten ayakkabıya verilen isimdir. Abdest alırken ayağa giyilen mestlerin üzerine meshetmek caizdir. Ancak üzerine mesh edilebilmesi için mestin,

  1. a) Ayaklar yıkanarak alınan bir abdestten sonra giyilmeş olması,
  2. b) Ayağa giyilmiş olarak normal bir yürüyüşle on iki bin adım veya daha fazla yürüyecek kadar dayanıklı,
  3. c) Mestler bağsız olarak ayakta durabilecek kadar sağlam, kalın olmalı,
  4. d) Mestlerin her birinde, ayak parmağının küçüklerinden üçünün gireceği kadar genişlikte delik bulunmaması,
  5. e) Hemen suyu emerek ayağa geçirmemesi,
  6. f) Mesti giyenin ayağının önünde, elin küçük parmağıyla en az üç parmak yer bulunması gerekir.

Abdestli olarak ayağına mest giyen kimse, mest giydikten sonra ilk defa abdestinin bozulmasından sonra mukim ise, bir gün, yolcu ise üç gün mestleri üzerine mesh edebilir. Mesh ile abdest aldıktan sonra, abdestli iken ayağından mestlerini veya birini çıkarırsa, hades ayağına geçmiş kabul edilir ve abdestini bozmadan ayaklarını yıkayıp tekrar mestleri giymesi gerekir. Abdestsiz çıkarmışsa, ayağını yıkayarak abdest alması gerekir. Süresi dolduğunda ise, abdestli ise mestleri çıkarıp ayaklarını yıkaması yeterlidir; abdestsiz ise ayağını yıkayarak tam abdest alması gerekir.

Meşâir (Meşâiru’l-Hacc)

Hac menâsiki anlamında, hacc ibadetini oluşturan törenlerin tamamı, hacc esnasında yerine getirilmesi gereken vazifeleri ifade etmek için kullanılmaktadır. (bk. Menâsik)

Meşakkat

Meşakkat güçlük, zor ve zahmetli olmak anlamlarına gelmektedir. İslâm’da genel olarak hükümlerin dayandığı prensipler; temîn-i maslahat, tevzî-i adâlet, adem-i harac, az teklif ve tedrice riayet şeklinde açıklanmaktadır. Diğer taraftan mükellefin bir fiille sorumlu tutulması için; fiiin mükellef tarafından tam olarak bilinebilmesi ve yapmak veya yapmamak mükellefin gücü dahilinde olması gerekir. Ancak, bazı fiiller vardır ki, bunlar mükellefin yapabileceği işler olmakla birlikte, yapılması veya muhtazam bir şekilde sürdürülmesi meşakkate yol açar.

İnsanın karşılaştığı meşakkat ikiye ayrılır:

  1. a) İnsanın tahammül edebileceği ve sürekli katlandığında hiçbir işine zarar getirmeyecek olan meşakkatlerdir. Bu tür meşakkatler teklife mani değildir. Zira, hayatta meşakkatsiz bir yoktur. Hac, oruç böyle meşakkatleri içeren ibadetlerdir. Yüce Allâh, mükellef tuttuğu bu fiillerdeki meşakkatin kendisini değil, meşakkate katlanmanın sonunda ortaya çıkacak olan faydalı sonucu murat etmektedir.
  2. b) Takatı sonuna kadar sarf etmedikçe tahammül edilip yerine getirilmesi mümkün olmayan meşakkatler. Bu meşakkatlere sürekli katlanılması mal veya canın telef olmasına, bir çok faydalı işin kesintiye uğramasına yol açar. İftar etmeden peş peşe oruç tutmak, geceleri devamlı olarak ibadetle geçirmek böyle meşakkatlerdendir. Yüce Allâh, insana böyle meşakkatlere katlanma sorumluluğu yüklemez ve böyle meşakkat içeren bir fiille mükellef tutmaz. Ancak bazı istisnaî hallerde, daha önemli yararların korunması için böyle meşakkatler de teklif edilebilir. Fakat bu devamlı olarak istenmeyeceği gibi, farz-ı ayın şeklinde herkese de şamil olmaz. Dini, vatanı korumak için cihat böyle bir tekliftir; herkes mükellef olamayacağı gibi, sürekli de tahammül edilemez.

Meş’aru’l-Harâm

Mekke’de, Arafat ile Mina arasında, Müzdelife’nin sonunda Kuzah tepesinin civarına verilen isimdir. Bu yer hürmetli olması ve burada haccın şiarlarından olan gecelemek, vakfe yapmak, namaz kılıp dua gibi ibadetler yapıldığından Meş’aru’l-Haram diye isimlendirilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, “(Hac mevsiminde) Rabbinizden refah istemenizde bir sakınca yoktur. Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin ve O’nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz.” buyurulmaktadır (Bakara 2/198). Hz. Peygamber de, burada sabaha kadar kalarak dua etmişlerdir (Müslim, Hac, 148).

Bu ayet ve Hz. Peygamber’in uygulamasından hareketle Hanefîler, Müzdelife’de vakfe yapılmasının vacip olduğunu söylemişlerdir. Hacılar Arefe günü güneş battıktan sonra Arafat’tan Müzdelife’ye gelirler ve burada akşam ile yatsı namazını cem ederek, yatsı namazının vaktinde kılarlar. Sabaha kadar burada kalıp dua ederler. Bayram günü sabah namazını burada kıldıktan sonra Mina’ya hareket ederler.

Meşrû’

Meşrû’ kanuna uygun, dine uygun, dinin kabul ettiği, caiz gördüğü şey anlamına gelmektedir. Ayrıca Hanefîlere göre, mendub ve vacip olmaksızın dinin koymuş olduğu veya kabul etmiş olduğu şey anlamına gelmektedir.

Metâ’

Dinî literatürde, özellikle Kur’an-ı Kerim’de metâ’ kelimesi, sözlük anlamıyla uygun olarak birkaç farklı manada kullanılmaktadır. Metâ’, faydalanma manasına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, “Sizden ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, bir yıla kadar evlerinden çıkarılmadan faydalanmaları hususunda (sağlıklarında) vasiyet etsinler.” (Bakara 2/240); “Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu.” (A’râf 7/24) denilmektedir.

İkinci olarak, fayda, menfaat anlamına gelmektedir. Kur’an’da “Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir; (bununla) sadece fâni dünya hayatının menfaatini elde edersiniz; sonunda dönüşünüz yine bizedir. O zaman yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz.” buyurulmaktadır (Yunus 10/23).

Üçüncü olarak, her türlü kendisinden faydalanılan şey demektir. Kur’an’da, “Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, nişanlı atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Halbuki gidilecek yerin güzeli, Allah katındadır.” buyurulmaktadır (Âl-i İmrân 3/14).

Dördüncü olarak, iktisâdî değeri olan şey, mal anlamına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, “İçinde kendinize ait eşyanın bulunduğu oturulmayan evlere girmenizde herhangi bir sakınca yoktur. Allah, sizin açığa vurduklarınızı da, gizlediklerinizi de bilir.” denilmektedir (Nur 24/29). Fıkıh’ta bu sonuncu mana daha çok kullanılmaktadır. Bazı alimler metâ’ veya mut’a kelimesenin iktisâdî değeri olan mal anlamına gelmesinden hareketle, mehirin mal olması gerektiğini söylemişlerdir.

Metâf

Tavaf edilen yer anlamına gelir. Mescid-i Haram içerisinde, tavaf etmek için tahsis edilen yeri ifade eder. (bk. Tavaf)

Mevâlî

bk. Mevlâ.

Mevat Arazi

bk. Arâzî (Arâzî-i Mevât).

Mevkuf Akid

Mevkûf sözlükte, vakfedilen, işinden alınan, hapsolunan, durdurulan gibi anlamlara gelmektedir. Bir fıkıh terimi olan mevkuf akid ise, akit için gerekli olan rükünler ile sıhhat şartları bulunduğu halde, nefâz (yürürlük) şartlarını taşımayan akitlere denir. Mevkuf akitler kurulmuş olmakla birlikte, hüküm ve sonuçlarını başlangıçta meydana getirmez. Ancak başlangıçta eksik olan bu şartların tamamlanmasıyla akit, hukuki sonuçlarını tam olarak meydana getirir.

Hükümleri bakımından mevkuf akitleri iki gurupta incelenebilir; 1) Ehliyet eksikliğinden dolayı mevkuf akitler, 2) Akdin konusu üzerinde başkalarının da hakkı bulunduğu için mevkuf olan akitler.

Temyiz çağındaki çocuklar ile böyle sayılan mahcurların yapmış olduğu satım ve kira akdi gibi hem fayda, hem de zarar getirmesi muhtemel olan tasarrufları böyledir. Bu tasarruflar mevkuf olarak meydana gelirler; velî veya vasînin izni üzerine, akit hükümleri işlerlik kazanır, izin vermemeleri halendi, akit batıl olur, hukuki sonuç doğurmaz. Velî veya vasî hiçbir açıklama yapmazsa, zaman sınırı olmaksızın akit mevkuf olmaya devam eder. Bu arada sebebin ortadan kalkması ile hacir kaldırılırsa, velî veya vasînin iznine gerek olmaksızın bizzat kendisi akdi geçerli kılarlar.

Temsil yetkisi bulunmadığı ve bir zaruret bulunmadığı halde, başkası namına tasarrufta bulunan fuzulinin tasarrufu, rehin olarak verilen mal üzerinde, rehin alan kişinin izni olmaksızın sahibinin yapmış olduğu tasarruf, ölüm hastalığında bulunan bir şahsın, varislerinin zararına veya bir kısım varislerinin lehine yapacağı tasarruflar böyle mevkufturlar. Hak sahibi kişilerin izniyle yürürlük kazanır.

Mevlâ

Sözlükte Rab, efendi, seyyit, komşu, malik, kul, köle azad eden, bir işi gören , idare eden, azat olmuş köle, yakın, hısım, yardımcı, ihsan eden adam, ihsan olunan adam, dost, sevdiği kimse, antlaşma yaptığı kimse gibi anlamlara gelen mevlâ, bir fıkıh terimi olarak azat edilen köleler ile azat eden sahipleri için kullanılmaktadır. Çoğulu mevâlîdir.

Kur’an-ı Kerim’de yirmiden fazla yerde geçen mevlâ kelimesi, daha çok Rab manasında kullanılmıştır. Bunların da çoğu Allâh Teâlâ’nın sıfatı olarak kullanılmıştır. Bir yerde putlar için (Hacc 22/13); bir yerde köle (Nahl 16/14); bir yerde dost ve bir yerde de uygun olan, yaraşan anlamında kullanılmıştır.

Fıkıhta mevlâ tabiri, azât edilen köle ve köleyi azât eden efendisi için kullanılmaktadır. Köle ile azat eden arasında yakınlık ve yardımlaşma devam ettiği için her ikisine de mevlâ denilmiştir. Miras hukukunda, azat edilen kölenin ashab-ı ferâiz veya asabeden bir yakının bulunmaması halinde, köleyi azat eden kişi veya onun asabesi köleye mirasçı olur. Buna sebebî asabe denir.

Mevle’l-Muvâlât

Kelime anlamıyla yardımlaşma sözleşmesi demek olan mevle’l-muvâlât, fıkıhta, bir gayrimüslimin iman ederek, bir Müslümanla, ihtiyaç olursa Müslüman’ın diyet borcunu ödemesi, buna karşılık kendisine mirasçı olması üzerine yapılan bir anlaşmadır. Bu bir nevi yardımlaşma akdidir; böylece İslâm’a girip de akraba çevresi bulunmayan bir kimse, Müslüman toplumda kendine yardımcı ve çevre oluşturmuş olur. Müslümanın akdi kabul etmesi üzerine, İslâm’a giren kişinin diyet ödemesi gerektiğinde, anlaşma yaptığı mevlâsı diyetini öder; öldüğünde de geride mirasçısı bulunmadığında mirası himayeyi kabul eden Müslüman alır. Böyle bir kimsenin muvâlât yoluyla mirası alabilmesi için, İslâm’a girip muvâlât akdi yapan kimsenin;

Hür olması; köle veya azât edilmiş bulunmaması,

Karı veya kocası dışında asabe, ashab-ı ferâiz ve zevi’l-erhâmdan mirasçı olacak bir akrabası bulunmaması,

Akdi yapanları akıllı ve buluğ çağına ermiş bulunmaları gerekir.

Mevt

Mevt ölüm demektir. Ölüm, tıbbî ve hukukî olarak bir insanın hayatının sona ermesidir. Ölüm hadisesi, ölüme şahit olmak, ölüm haberini almak ve bazen de mahkeme kararı ile sübut bulur. Bir şahıs ölünce, cenâzesine yönelik  teçhiz, tekfin işleminden sonra cenâze namazı kılınır ve defnedilir. Malı ise öncelikle cenaze işlemlerine harcanır, sonra borçları ödenir, artarsa varislerine intikal eder.

Mevzûn

Mevzûn, kilo, gram gibi ağırlık ölçüleriyle alınıp satılan mallardır. Altın, gümüş, demir gibi mallar bu tür mallardan olup, bunlara veznî de denilmektedir. Tartıyla ölçülen bu mallar, mislî mallardandır ve ribâ cereyan eder. (bk. Keylî, Ribâ)

Meyte

Meyte, ölmüş veya İslâm’a uygun olarak kesilmeyen, öldürülen hayvan, leş, murdar demektir. Meytenin yenmesi ve akde konu olması dinen haram kılınmıştır. Yüce Allâh, “Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) yırtıcı hayvanların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı.” buyurmaktadır (Mâide 5/3). Ancak zarûret halide bunların yenmesine izin verilmiştir; “Şüphesiz (Allâh) size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allâh’tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır. Fakat darda kalıp da yemek zorunda kalana, arzu etmemek ve zarûret miktarını aşmamak kaydıyla günah sayılmaz.” buyurulmuştur (Bakara 2/173). Meytenin İslâm’a göre ekonomik değeri olmadığından, alışverişte konu olması da caiz değildir.

Meyyit

Meyyit, tıbben ve hukuken hayatı sona ermiş insan, ölü anlamına gelmektedir. (bk. Mevt, Cenâze)

Mezhep

Sözlükte gidilecek yol, gidilecek yer, görüş, doktrin, akım, gitmek ve takip etmek gibi anlamlara gelen mezhep, dinî bir kavram olarak, kendi içinde tutarlı bir metot ve düşünce sistemine sahip itikâdî ve amelî doktrin manasına gelir. Mezhep kurucusu imam veya müçtehit, hüküm çıkarmada kullanılan delliller ile aslî delillerden hüküm çıkarma metotlarını belirleyen kimselerdir. Bu usül farklılıkları ile bunlara dayalı olarak ortaya çıkan hükümlerdeki farklılıklar mezhepleri oluşturmuştur.

İslâm literatüründe mezhepler itikadî mezhepler ve amelî (fıkhî) mezhepler olmak üzere ikiye ayrılır. Tarih sahnesine çıkışı bakımından itikâdî mezhepler daha önce olup, oluşmasının arkasında siyasî sebepler yatmaktadır. Önce siyasi sebeplerle ortaya çıkan ayrılıklara, daha sonra dinî dayanak aranmış ve böylece itikâdî mezhepler ortaya çıkmıştır. İtikadî mezheplerin ihtilaf noktaları, hilâfet, büyük günah, kader, Allâh’ın sıfatları gibi konular oluşturmaktadır. İtikadî mezhepler ehl-i sünnet mezhepleri ve ehl-i sünnet dışı olmak üzere ikiye ayrılır. Ehl-i sünnet mezhebleri; Maturîdiyye, Eş’ariyye ve Selefiyye’dir. Ehl-i Sünnetin dışındaki itikâdî mezheplerden Hâriciyye, Mutezîle, Şîa, Mürcie, Müşebbihe, Cebriyye ise, bunların meşhurlarındandır.

Fıkhî mezheplerin ortaya çıkışı ise, dinî sebeplere dayanmaktadır. Hz. Peygamber döneminde bir ihtilaf söz konusu değildi. Zira bir problem olduğunda Hz. Peygamber’e sorularak çözümleniyordu. Hz. Peygamber’den sonra, sahabe ve tabiûn döneminden itibaren görüş ayrılığı başlamış, asr-ı saadetten uzaklaştıkça da bu ihtilaflar çoğalmıştır. Bu görüş ayrılıklarının sebepleri şöyle sıralanabilir:

Kitap ve sünnette geçen bazı kelime ve cümlelerin farklı anlaşılması ve yorumlanması,

Sözün hakikat veya mecaz anlamlarına çekilebilmesi,

Hadislerin bilinmemesi, sıhhat derecesi ve ölçüsü konusundaki farklı telakkiler,

İçtihat usûl ve gücünün farklılığı,

Sosyal ve tabiî çevrenin tesiri.

Bu sebeplerden kaynaklanan görüş ayrılıkları bulunmakla birlikte, müçtehit imamlar devrine kadar mezheplerden söz edilmemektedir. Her merkezde birçok alim ve müçtehit bulunmakta, soruları cevaplandırmakta ve davaları halletmektedirler; fakat bunlara izafe edilen bir mezhep yoktur. Bu devirde, fıkhın ve fıkıh usulünün tedvin edilmesi, nazari konularda içtihat edilmeye başlanması, fıkıh mekteplerinin teşekkül ederek münazara ve münakaşaların başlaması gibi sebeplerle mezhepler oluşmuştur.

Dördüncü asra kadar bir kimsenin, dinî-amelî hayatında bir mezhebe bağlanmasının gerekliliğini ortaya atan olmamıştır. Tatbikatta, müçtehit olmayanlar, herhangi bir müçtehitten meselesinin hükmünü sorar aldığı fetvaya uyabilir; fakat artık bütün meselelerini aynı müçtehide sorma mecburiyetini hatırına bile getirmezdi. Alimler de, mezhep hükümlerine, imamın görüşlerine göre değil, Kitap ve sünnet delillerine göre hüküm verirlerdi.

Mezheplerin teşekkülünden bir müddet sonra, içtihat terbiye ve kültürünün değişip zayıflaması, hazır hükümlerin çoğalması, siyasî baskı gibi çeşitli nedenlerle mezhep taassubu meydana gelmiştir. Bununla birlikte bir mezhebe bağlılığın lüzumu da gündeme gelmiştir. Müteahhirundan olan mezhep mukallit ve mutaassıpları, her mükellefin dört mezhepten birine bağlanmasının vacip olduğunu ve mezhebini terk edene ta’zir tatbik edilmesi gerektiğini iddia etmişlerdir. Buna mukabil, diğer bazı usulcüler ise, bir mezhebe bağlanmanın gerekli olmadığını, belki caiz olabileceğini, gerektiğinde o mezhebi bırakıp başka bir mezhebe geçebileceğini kabul etmişlerdir.

Herhangi bir mezhebe bağımlı kalmanın gerekli olmadığını kabul edenler, bunun bir kolaylık, genişlik olduğunu, rahmet olduğunu ileri sürmüşler ve Hz. Peygamber’in “ümmetimin ihtilafı rahmettir” mealindeki hadisini delil olarak göstermişlerdir.

Herhangi bir mezhebe bağlılığın gerekliliğini savunmak ne kadar hatalı ve yanlış ise, “içtihat edemeyen kişinin karşılaştığı bütün meselelerde belirli bir imamı taklit etmesi vacip değildir; dilediği müçtehidi taklit edebilir. Zira ümmetin ihtilafı rahmettir.” demek de o derece yanlıştır.

Öncelikle ileri sürülen bu hadis sahih olmayıp, munkatı’dır. Ayrıca bu hadis, ittifakla ilgili pekçok ayet ve hadisle de çelişmektedir. Bununla birlikte, bu hadisin Hz. Peygamber’den varit olduğunu kabul etmiş olsak bile, bu anlamda söylenmediği, belki, değişik görüşlerin  tartışılmasından, gerçeğin ortaya çıkacağına, fikir ve düşünce özgürlüğüne, farklı görüşlerin tartışıldığı bir ortamda düşünürlerin ufkunun daha geniş olacağına işaret ettiği söylenebilir.

Doğru sadece bir tanedir. Bütün müçtehitler bu doğruya ulaşmak, onu bulmak için gayret sarf etmişlerdir. Eğer doğruya ulaşabilmişlerse iki ecir, hata etmişlerse bir ecir kazanmışlardır. Aynı şekilde, mukallitlerin de, doğruya ulaşmak için gayret sarf etmeleri gerekir. Dolayısıyla, delilsiz olarak, körü körüne taklit etmek yerine, delillerine bakılarak kanaat getirilmesi, yani ittiba’ edilmesi gerekir. Hz. Peygamber, “pek çok  müftü fetva verse de, kalbine danış.” derken buna işaret etmektedir. Vicdanen doğru olduğuna inanmadan bir fetvaya uymak caiz değildir.

Sonuç olarak; herkesin, hükmü asıl kaynaklarından, Kur’an’dan ve sünnetten alması gerekir. Buna gücü yetmeyenler ise, bir imama veya müçtehide ittiba’ edebilir. İttiba’ ise körü körüne taklit anlamına gelmeyip, müçtehidin deliline bakarak tercihte bulunmak, onun görüşünü paylaşmak anlamını taşımaktadır. Bir mezhebe bağlılığın gerekliliğini savunmak kadar, kişi muhayyerdir, dilediği müçtehidi taklit eder demek de doğru değildir. Verilen fetvanın kişinin vicdanını tatmin etmesi gerekir.

Mezi

Mezi, dokunma, düşünme veya bakma gibi sebeplerle intişar halinde erkeklerden gelen ince beyaz sıvıya denir. Bunun dışarı çıkışında şiddet olmadığı gibi, geldikten sonra teskin olması da söz konusu değildir.

Mezinin gelmesi kişiyi cünüp etmemekle birlikte abdesti bozar. Namaz kılmak isteyenin gusletmesi gerekmez, abdest alması yeterlidir.

Mîkât

Sözlükte bir işi görmek için verilen zaman, bir işin yeri anlamlarına gelen mîkât, dini bir kavram olarak, Harem bölgesine dışarıdan gelenlerin, ihrama girilmesi gereken yerlerdir. İhramsız olarak bu sınırları geçmek caiz değildir. Ancak Harem bölgesine giden kişiler daha önde ihrama girebilirler. Mîkât yerleri, Mekke’ye Medine yönünden gelenler için Zülhuleyfe; Şam istikametinden gelenler için Cuhfe; Irak cihetinden gelenler için Zat-ı Irk; Necid tarafından gelenler için Karn; Yemen yönünden gelenler için de Yelemlem’dir

Mina

Mekke’ye 4,5 km. mesafede, Arafat’a giden yol üzerinde, Müzdelife ile Mekke arasında, Harem sınırları içerisinde bir bölgenin ismidir. Hanefîlere göre şeytan taşlama günlerinde Minâ’da gecelemek sünnettir. Diğer mezheplere göre ise vaciptir. Zilhicce ayının 10. günü sabahı hacılar Müzdelife vakfesinden sonra, Meş’arü’l-Haram’dan Mina’ya intikal ederler ve burada teşrîk günlerinde ikamet ederler. Hacılar Minâ’ya gelince Akabe Cemresine yedi taş atarlar, kurban keserler ve traş olarak ihramdan çıkarlar. Zilhiccenin 11, 12 ve 13. günleri ise, üç cemreye yedişer taş atılır. Ancak, dördüncü gün orda kalarak şeytan taşlamak zorunlu değildir.

Mîras

Mîras, vefat eden kimsenin geride bıraktığı mallarda hakkı olan şahıslar ile her birinin payını ve bu paylarla ilgili hesap şekillerini gösteren hükümler ve kaidelere denir. İslâm hukukunda bu ferâiz başlığı altında incelenmektedir. Ölünün geride bırakmış olduğu ve taksime konu olan maddî değere terike; mirasta hak sahibi olana vâris; vefat edip mal bırakana mûris denir. Mîras, ferâiz manasına kullanıldığı gibi, terike, vâris olmak anlamlarına da kullanılmaktadır. (bk. Ferâiz)

Mîrî Arazi

bk. Arazî (arâzî-i mîriyye).

Miskal

Miskal, bir çeşit ağırlık ölçüsü birimidir. Şer’î ve örfî olmak üzere iki ayrı hesaplanma şekli vardır. Örfî miskal, 24 kırat; şer’î miskal ise 20 kırattır. Bir kırat ise beş arpa ağırlığındadır. Günümüzde kabul edilen ondalık sisteme dayalı gram, kilogram gibi ölçülere göre, bir örfî miskal 4,8105 gr.; şer’î miskal ise 4,009 gr.’dır. Ülkemizde nisapların tespitinde, Din İşleri Yüksek Kurulu kararıyla şer’î miskal esas alınmaktadır. Buna göre zekat nisabı olan 20 miskal altın, 80,18 gr.’dır.

Miskîn

Miskin fakir ve düşkün olan kimse anlamına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de pekçok yerde, yardıma muhtaç fakir anlamında geçmektedir. Bunlardan zekatın sarf yerleri ile ilgili olan, Tevbe suresinin 60. ayetinde miskîn kelimesi fakir ile birlikte geçmektedir. Bundan hareketle fakihlerden miskin ile fakirin birbirinden farklı olduğunu söyleyenler olmuştur. Hanefîler, ayette geçen fakiri, ev ve ev eşyası gibi aslî ihtiyaçlarını karşılayabilecek imkana sahip olduğu halde, gelirler ihtiyaçlarını karşılamayan, nisap miktarı mala sahip olmayan kimse olarak tanımlamışlardır. Miskin ise, hiç geliri olmayan ve malı bulunmayan kimsedir. Malikîler de buna yakın düşünmektedirler. Hanefîlerden Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre, fakir ile miskin aynı manadadır; ikisi arasında bir fark yoktur. Şafiî ve Hanbelîlere göre ise, kendinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin ihtiyaçlarını gidermeye yeterli malı ve kazancı olmayan kimse fakîr; kendine ve bakmakla yükümlü olduğu kişilere yeterli olmamakla birlikte, sahip olduğu kazançla kıt kanaat geçinebilen kişiye miskin denir. Hanefî ve Malikîlere göre, miskin fakirden daha muhtaçtır; bunlara göre ise, fakir miskinden daha fazla ihtiyaç içindedir. Ancak her halükarda miskin, zekattan pay alan yardıma muhtaç kimselerdir.

Mislî

Çarşıda pazarda benzeri bulunan, aralarında önemli farklılıklar olmayan mallara mislî denir. Ölçek veya tartı ile satılan ya da piyasada benzeri bulunan mallar mislîdir. Buğday, arpa, demir bu tür mallardandır. Buna karşılık, adet veya uzunluk birimiyle satılan ve cinsleri arasında öneli farklılıklar bulunan mallar da kıyemîdir. Arazî, ev, hayvan kıyemî mallardandır. Fıkıh kitaplarında, ekmek, kumaş gibi mallar kıyemî olarak zikredilmektedir. Ancak bu kitapların kaleme alındığı zamandaki şartlara göre yazılmıştır. Zira o dönemlerde, kumaşlar el ile dokunmakta, ekmeklerde de bir standart bulunmamaktaydı. Halbuki günümüzde fabrikasyonun gelişmesi ve mallara çeşitli standartlar konulması sebebiyle o devirlerde kıyemî olan bu tür şeyler mislî hale gelmiştir. Buna göre, ekmek, kumaş mislî kabul edileceği gibi, aynı marka ve model buzdolabı, çamaşır makinası gibi eşyalar da mislî kabul edilebilir.

Malların kıyemî veya mislî olması, bazı akitlerde etkili olmaktadır. Şöyle ki, para peşin ve mal vadeli şeklinde yapılan selem akdi, ancak mislî mallarda olmaktadır. (bk. Selem). Aynı şekilde karz akdi de, mislî mallarda gerçekleşir. Ayrıca telef edilen bir malın tazmîninde de, eşyanın mislî olması halinde mislinin verilmesi, mislî olmaması halinde ise kıymetinin verilmesi gerekir. (bk. Tazmîn)

Muaccel

Peşin olarak verilen, hemen ödenen, acele edilen şey anlamlarına gelmektedir. Sarf akdinde her iki bedelin, selem akdinde semenin peşin olarak ödenmesi gerekir.

Muâhede

Muahede, karşılıklı antlaşma, ahitleşme, sözleşme anlamına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, gerek Allâh Teâlâ’ya ve gerekse insanlara karşı verilen ahdin yerine getirilmesi tavsiye edilmiş, sözünde duranlan övülerek mükafatla müjdelenmiştir (A’raf 7/179; Mü’minun 23/8; Fetih 48/10; Nahl 16/95).

İslâm dini, ahde vefa konusuna çok önem vermiştir. Sağlıklı bir toplumun oluşması, insanlar arası ilişkilerde güven duygusunun hakim olmasıyla mümkündür. Bu da ahde vefânın toplumda yerleşmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim’de olgun mü’minin vasıfları sayılırken ahde vefâ gösterdikleri, sözünde duran güvenilir kişi oldukları zikredilir (Mü’minun 23/8).

Uluslararası ilişkilerde bir terim olarak muahede, andlaşma manasına gelmektedir. Uluslararası ilişkilerde muahedenin bir çok şekilleri vardır. İslâm hukukçuları, Hz. Peygamber’in Hudeybiye sulhünü esas alarak, gayrimüslimlerle on yılı geçmemek kaydıyla barış anlaşması yapılabileceğini söylemişlerdir. Bununla birlikte, devlet başkanının gerekli görmesi halinde, uzun süreli anlaşmalar da yapılabilir.

Fakihler süresiz anlaşmaların, dört ay önce haber verilmek kaydıyla feshedilebileceğini söylemişlerdir. Barış anlaşmasının sonunda, savaşın başlamasına neden olan problem çözüme kavuşmuş olur ve savaşın serbest hale getirdiği davranış ve muameleler sona erer; dokunulmazlıklar başlar. Anlaşmada aksine bir şart koşulmamışsa, savaştan önceki duruma dönülmüş olur. Esirlerin ve zaptolunan malların durumu anlaşma şartlarına bağlanır. Genellikle esirler karşılıklı değiştirilir veya serbest bırakılır.

Muâmelât

Sözlükte bir kimse ile bir işi pazarlaşmak, alışveriş etmek anlamlarına gelen muâmele kelimesinin çoğulu olan muâmelât, bir fıkıh terimi olarak, alışveriş, kira, şirketler, evlilik, miras, vasiyet gibi insanlar arası ilişkileri düzenleyen kuralların tamamını ifade eder.

İlk dönemlerde fıkıh, ibâdât, muâmelât ve ukubât şeklinde bir tasnife tabi tutulmuştur. Namaz, oruç, zekat, hac, cihat gibi konular ibâdetler bölümünde ele alınmıştır. Muâmelât kısmında ise; alışveriş, kirâ, şirketler, hibe, vekalet, kefalet gibi hukukî ilişkileri; aile hukukunu ihtiva eden nikah, talâk; devletler hukukundan bahseden siyer, cihat; muhakeme usulünü içeren kazâ; vasiyet ve miras bölümleri incelenmiştir. Ukûbât kısmında ise, ceza hukukundan bahseden hudud, kısas, cinayât gibi konular işlenmiştir. Ancak gerek modern hukuk dallarındaki gelişmeler ve gerekse fıkıh çalışmaları sonucunda, ibâdât, muâmelât ve ukûbât şeklindeki klasik ayrımda değişiklikler olmuştur. Bunun yerine, ibâdât, ahvâl-i şahsiyye, muâmelât, ahkam-ı sultaniyye ve siyâset-i şer’iyye, ukubât ve siyer şeklinde detaylı bir tasnif benimsenmiştir. Bu son kabule göre, muâmelât daha çok günümüzdeki borçlar hukukunu içermektedir.

Mubâh

Sözlükte açıklanan, açığa konan, salıverilen, helâl kılınan gibi anlamlara gelen mubâh, dini bir kavram olarak, dinen mükellefin yapıp yapmamakta serbest bırakıldığı fiillerdir. Mükellefin bu fiilleri yapması veya terk etmesi halinde, övgü veya kınamayı, sevap veya günahı gerektirmez. Yemek, içmek, uyumak böyle fiillerdendir. Helal, caiz gibi kavramlar da genelde aynı manayı ifade etmek için kullanılır. Bazı usulcüler, Şâri’in yapılamasına izin verdiği fiiller şeklinde tarif etmiştir.

Bir fiilin mubah olduğu, o şeyin mubah veya helâl olduğunun bildirilmesiyle (Bakara 2/187; Maide 5/5), işlenmesi halinde bir günah ve bir sakınca bulunmadığının ifade edilmesiyle (Bakara 2/173; Nur 24/60, 61) veya herhangi bir yasaktan sonra gelen emirle (Cuma 62/10) anlaşılabilir. Ayrıca bir konuda hiçbir dini yasaklama ve kısıtlamanın bulunmaması da o şeyin mubahlığının delilidir. Fıkıhta, eşyada aslolan ibahadır küllî kaidesi bunu ifade etmektedir.

Mubahın işlenmesinde veya terk edilmesinde bir mükafat veya ceza bulunmamakla birlikte, mubah olan şeylerin iyi niyetle ve ibadet kastıyla işlenmesi halinde işleyen ecir kazanır. Meselâ, ibâdete hazırlanmak amacıyla yemek içmek böyledir. Ayrıca tamamen terk etmek suretiyle, zarara sebebiyet vermesi halinde ise günah kazanır. Vücut zayıf düşünceye kadar yememek içmemek böyledir.

Mucib

İki taraflı herhangi bir akitte, teklif sunun kişiye denir. bk. Bey’.

Mudârabe

Sözlükte vuruşmak, dövüşmek, birinden ticaret için mal alıp kazandıktan sonra kâra ortak olmak gibi anlamlara gelen mudârabe, bir fıkıh kavramı olarak, bir taraftan sermaye, diğer taraftan emek ve çalışma olmak üzere kurulan şirkettir. Taraflar bir veya daha fazla kişi olabilir. Mudârabe şirketi, mutlak ve mukayyet olmak üzere ikiye ayrılır. Mutlak mudârabe, herhangi bir kayıtla sınırlanmayan; mukayyet ise, zaman, mekan veya bir çeşit ticaretle sınırlandırılan mudârabe şeklidir.

Mudârabe akdinin sahih olması için, tarafların vekâlet verme ve vekil olma ehliyetini haiz olmaları, sermayenin şirket sermayesi olabilecek cinsten olması ve emek ve çalışmayı üstlenen tarafa teslim edilmesi ve kârın aralarında nasıl taksim edileceğinin belirlenmesi gerekir. Kârın taksiminde 1/3, 1/2 gibi hisse belirlenmesi gerekir; 100.000.000 TL. gibi belirli bir miktarın şart koşulması caiz değildir.

Mudârabe akdinin usulüne uygun olarak kurulmasıyla, işi yürütecek ortak, sermaye sahibinin vekili hükmündedir, şirketin sermayesi de bu ortağın elinde emanet hükmündedir; yani bir kusuru olmaksızın helak olması halinde tazmîn etmez. İş sonucunda kâr meydana gelirse, elde edilen kârı ortaklar aralarında daha önce belirledikleri hisseye göre taksim ederler.  Şirket kurulma esnasında bir kayıt konulmamış ise, işi yürüten, ticaretin gerektirdiği şekilde tasarrufta bulunmakta serbesttir. Akit esnasında bir kayıt ve şart konmuş ise, bunlara riayet edilir.

Mufâvada Şirketi

İslâm hukukunda, eşitlik üzerine kurulan bir tür ortaklıktır. Ortaklar birbirlerin vekili ve kefili oldukları bu şirkette, sermaye ve alınan kâr payları eşittir. (bk. Şirket)

Muhalaa

Kadının kocasına ödediği bir bedel karşılığında evlilik bağının sona ermesi anlamına gelir. (bk. Hul’).

Muharrem

Dini bir kavram olarak muharrem, birkaç anlama gelmektedir. Muharrem kelimesi, dinen haram kılınmış, yasaklanmış olan şeyler anlamına gelmektedir. (bk. Haram) Evlenilmesi yasak olan kişiler için de, muharrem kelimesinin çoğulu olan muharremât tabiri kullanılmaktadır. (bk. Mahrem) Ayrıca kamerî ayların birincisine verilen isimdir. İslâm’dan önce de bu ay muhterem kabul edilip, bu ayda savaşmak haram olduğu için muharrem ismi verilmiştir. (bk. Eşhuru’l-Hurum)

Muhâyee

Sözlükte birine bir hususta muvafakat etmek, nöbetleşme gibi anlamlara gelen muhâyee, bir fıkıh kavramı olarak, ortakların, ortak oldukları malın kullanımını aralarında taksim etmelerini ifade eder. Bu da iki şekilde olabilir; birincisi münavebeli olarak kullanabilirler, ikincisi ise, malın kullanımını aralarında taksim edebilirler. Meselâ, bir evde ortak olan kişilerin bir yıl birinin, ertesi yıl diğerinin kullanması; arabada ortak olan kişilerin bir hafta biri, ertesi hafta diğerinin kullanması şeklide kullanımı taksim etmeleri münâvebeli olarak kullanımdır. İki katlı bir evin birinci katının bir ortak, ikinci katın da diğer ortak tarafından kullanılması da malın kullanımının taksimidir.

Muhayyerlik

Sözlükte bir işi yapıp yapmamakta serbestlik anlamına gelen muhayyerlik, bir fıkıh terimi olarak, tarafların kendi anlaşmaları üzerine veya akdin kendisinden kaynaklanan sebeplerle, bazı akitlerin bağlayıcı olmayıp taraflardan birisi için seçim hakkının verilmesini ifade etmektedir.

Bazı akitlerin tabiatı ve yapısı gereği taraflardan birini veya ikisini de bağlamaz, bazı akitler ise muhayyerlik sebebiyle bağlayıcı olmaz. Vekalet, şirket, vedia, ariyet ve hibede akitler iki taraf için de bağlayıcı değildir. Akitlerde tarafları bağlamayan sebeplerden biri de muhayyerliklerdir. Muhayyerliklerden bazıları şunlardır:

Şart muhayyerliği; akit esnasında veya akitten sonra tarafların anlaşmasıyla, tarafların veya birinin akdi kabul veya feshetme hususunda muhayyer kılınmasına denir. Şart muhayyerliği için akdin fesih kabul eden türden olması gerekir; bu nedenle nikah akdinde şart muhayyerliği söz konusu değildir. Muhayyerlik müddeti içinde, muhayyer olan taraf akdi feshedebileceği gibi kabul de edebilir. Süre sona erdiği halde, bir görüş belirtmemişse akit kurulmuş kabul edilir.

Tayin muhayyerliği; birbirinden farklı değerlerdeki malları gösterip fiyatlarını belirledikten sonra, satın alanın bir müddet düşünüp dilediğini almasıdır. Bu muhayyerliğin akit esnasında belirtilmesi ve malların fiyatlarının ayrı ayır zikredilmiş olması gerekir. Muhayyerlik süresi dolunca, muhayyer olan tarafın alacağını belirlemesi gerekir. Seçimini yapınca akit kesinleşir ve iki taraf için de bağlayıcı olur.

Görme muhayyerliği; bir kimsenin görmediği bir malı alması halinde, malı görünceye kadar akitla bağlı olmayıp bozma yetkisinin bulunmasıdır. Malı görünce, akdi dilerse kabul eder, dilerse reddeder. Malı görünce, akdi feshetmezse akit bağlayıcı hale gelir.

Kusurlu çıkma muhayyerliği; herhangi bir şart bulunmaksızın yapılan satım akdinde, satılan malın eski bir kusurunun ortaya çıkması halinde, satın alan muhayyerdir, dilerse reddeder ve dilerse konuşulan fiyat üzerinden kabul eder; yoksa malı alıkoyup da kusuruna karşılık bedelinden kesinti yapamaz.

Kusurlu çıkma muhayyerliği, feshi kabil olan akitlerde geçerlidir. Kusurlu çıkma muhayyerliğinin muteber olması için dört şartın bulunması gerekir; a) Kusurun malın değerini düşürmesi, b) Kusurun akit, yahut teslimden önceye ait olması, c) Alanın, gerek akit anında ve gerekse teslim alırken kusuru görmemiş olması, d) Kusursuzluk sözleşmesi yapılmamış olması gerekir.

Vasıf muhayyerliği; akit anında belirlenen veya akitten istenilen bir vasfın kaybolması nedeniyle müşterinin akdi bozma muhayyerliğidir. Şöyle ki; bir kişi bol süt vermek üzere bir ineği satın alsa ve fakat ineğin bol süt vermediği ortaya çıksa alıcı muhayyerdir; dilerse akdi fesheder, dilerse, konuşulan fiyat üzerinden malı alır.

Muhayyerliğin sabit olması için, şart koşulan vasfın meşru olması, âdeten istenilen bir vasıf olması, bu vasfın sınırlanması tartışmaya götürecek şekilde belirsiz veya tartışmaya götürecek mahiyette bulunmaması gerekir.

İfa etmemekten kaynaklanan muhayyerlik (nakd muhayyerliği); şart muhayyerliğinin bir bölümü olarak kabul edilmiştir. Şöyle ki, belirli bir zamana kadar borcun ifa edilmemesi halinde akdin sona erdirilmesi şartıyla akdin kurulmasında bu muhayyerlik söz konusudur. Hıyar-ı nakd ile şart muhayyerliği arasındaki en önemli fark, şart muhayyerliğinde asıl olan bağlayıcılıktır, müddet dolduğunda akit otomatik olarak yürürlüğe girer, halbuki nakd muhayyerliğinde bunun aksidir.

Gabn muhayyerliği; taraflardan birinin diğerini, sözlü olarak veya fiili olarak aldatması halinde, aldanana verilen bir muhayyerliktir. Aldatma, fiyatta olabileceği gibi, bir vasıfta da olabilir. Tarafların bu muhayyerlikten istifade edebilmesi için, aldatmanın gabn-ı fahiş derecesine ulaşması gerekir.

Hıyanet muhayyerliği; maliyeti söylenerek yapılan akitlerde söz konusudur. Malın, belirli bir fiyata mâl olduğunu söyleyerek, buna belirli oranda kâr koymak, maliyetine veya maliyetinden ucuza satılma şeklinde yapılan emanet alış verişlerinde maliyetini fazla göstermesi halinde, bunun ortaya çıkması üzerine, müşteri muhayyer olur dilerse belirlenen semeniyle akdi kabul eder, dilerse akdi bozar. Fakat maliyetine satışlarda, fiyattan indirim de yapabilir.

Muhâzât-ı Nisâ

Kelime anlamı itibariyle kadınlarla aynı hizada olmak anlamına gelen muhâzât-ı nisâ, dinî bir kavram olarak, cemaatla kılınan bir namazda, kadının erkeklerle aynı safta veya aynı hizada ya da erkeklerin önünde namaza durmasına denir.

Cemaatle kılınan namazlarda önce erkeklerin, sonra erkek çocukların, daha sonra kadınların ve en arkada da kız çocukların saf tutmaları gerekir. Bir kadının erkek safları arasında veya aynı hizada namaza durması halinde, Hanefîlere göre, kadının iki yanındaki ve arkasındaki erkeklerin namazları bozulur.

Muhâzât-ı nisâ durumunda namazın bozulması için, imamın kadınlar için imamlığa niyetetmiş olması, erkeklerle aynı hizada veya daha önde namaza duran kadının akıllı ve buluğ çağına erişmiş olması, kılınan namazın ruku ve secdeli bir namaz olması ve bu muhâzâtın bir rükün boyunca devam etmiş olması, erkeklerin ve kadının aynı imama uyarak aynı namazı kılıyor olmaları, erkek ile kadının aralarında perde, boşluk veya yükseklik farkı olmaması gerekir.

Şafiîlere göre, kadının erkeklerin hizasında namaza durması, erkeğin namazına zarar vermez.

Mezheplerin bu konudaki görüşleri ve gerekçelere incelendiğinde kadınların erkeklerle aynı safta bulunup bulunmayacakları konusunun esas itibarıyle doğal ve örfî nedenlere dayandığı ve namazda huzurun sağlanmasının hedeflendiği görülmektedir. Bu nedenle, hac mevsiminde Kabe’de olduğu gibi, zaruret halinde karışık şekilde namaz kılmak, erkeklerin namazlarına bir zarar vermez. Ancak zaruret bulunmadığı durumlarda, Hz. Peygamber’in göstermiş olduğu şekilde safların tertibini yapmak yerinde olacaktır (Buhârî, Salât 20; Müslim, Mesâcid 266-268).

Muhdis

Sözlükte bir şeyi yeniden meydana getirmek, icat etmek, pasını silip cilalamak, zina etmek, büyük abdest bozmak gibi anlamlara gelen muhdis, dinî bir kavram olarak, namaz abdesti olmayan, abdestini bozan demektir.

Sözlük manasına uygun olarak Allâh Teâlâ’ya, yaratan, icat eden anlamına muhdis denir. Yaratılan, sonradan olan herşey ise hâdis veya muhdestir.

Dinî literatürde, namaz abdesti olmayan kişiye muhdis denir. Muhdisin namaz kılması, Kur’an-ı Kerim’e dokunması, Kabe’yi tavaf etmesi caiz değildir.

Muhsan

Sözlükte muhkem, sarp kılınan yer; korunan, himaye edilen; evli gibi anlamlara gelen muhsan, bir fıkıh terimi olarak iki manaya gelmektedir: Akıllı, buluğ çağına erişmiş, hür, Müslüman ve iffetli kişi; aklı başında, hür, Müslüman ve sahih evlilik içinde cinsî münasebette bulunmuş kimse.

Kur’an-ı Kerim’de muhsan kelimesinin müennes çoğulu olan muhsanât, bir yerde evlenilmesi yasak kadınlar arasında evli kadın manasında; dört yerde yedi defa da iffetli manasında geçmiştir.

İki muhsan tanımından evli olması, nikahta; iffetlilik de iffete iftira (kazf) suçunda sonuç doğurmaktadır. Birisiyle evli olan kadının, bir başkasıyla evlenmesi haramdır. Ancak nikahın sona erip, iddetini tamamladıktan sonra başka biriyle evlenebilir (Nisa 4/24).  Kazf suçunda, iftira atana hadd cezasının tatbik edilebilmesi için, iftira atılan kadının muhsan olması, yani iffetli olması gerekir (bk. Kazf).

Muhtazar

Ölüm yaklaşmış kişi.

Muhtekir

İhtikar yapan anlamına gelir. bk. İhtikar.

Muhtesip

İslâm toplumunda iyiliği emredip, kötülüğü yasaklayan ve toplumda güzel ahlâk ve fazîletin korunmasına ve dinî hükümlerin uygulanmasına, çarşı ve pazarların düzenine bakmakla vazifeli kimse anlamına gelir. (bk. Hisbe)

Mukallid

Mukallid, hüccetsiz ve delilsiz olarak başkasının sözünü kabul eden; sözü hüccet olmayanın sözüne göre, delilsiz olarak amel eden anlamına gelmektedir. (bk. Taklîd, Mezheb)

Mukavele

Sözlükte mücadele, münakaşa etmek, kontrat yapmak anlamlarına gelen mukavele, bir fıkıh terimi olarak, akit yapmak, yazılı sözleşme demektir. (bk. Akit)

Mukâyaza

Sözlükte değişmek, değiştirmek gibi anlamlara gelen mukâyaza, bir fıkıh kavramı olarak, ikisi de nakit veya semen cinsinden olmamak üzere bir aynı, diğeri ile değiştirmek demektir. Türkçe’de bu işlem, trampa kavramı ile ifade edilmektedir.

Mukâyaza akdinde, alınıp verilen nesnelerin ikisinin de ikisinin de mal olması gerekir. Meselâ, bir evin, araba karşılığında satışı mukâyazadır. Her ikisinin de nakit veya altın, gümüş gibi semen cinsinden olması halinde akit, sarf olur. Birinin nakit diğerinin mal olması halinde ise, bey’ olur.

Mukâyaza akdinde, akde konu malların akit esnasında belirlenmesi gerekir. Ancak akdin bağlayıcı olması için kabz edilmesi, teslim alınması şart değildir; akit kurulduğu andan itibaren iki tarafı da bağlar. Akit kurulduktan sonra, belirlenen malın kendisinin teslim edilmesi gerekir; yeni bir anlaşma olmaksızın benzeri veya değeri verilemez. Alınan veya verilen şeylerden birisinin istihkak yoluyla geri alınması halinde akit batıl olur.

Mukayyet

Sözlükte bukağılanmış, bağlanmış, yazıyla tespit edilmiş, tescil edilmiş gibi anlamlara gelen mukayyetin, fıkıh usulünde ve muâmelâtta farklı kullanımları bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır.

Mukayyet lafız; mutlak olmayan, bir sıfat, hal, gaye veya şartla bağlı olan lafız demektir. Bir nassda mukayyet olarak yer alan bir lafızın, kaydın kaldırıldığına dair bir delil bulunmadıkça, mukayyet haline göre amel edilir; bu kaydın kaldırılması doğru olmaz. Meselâ zıhar keffareti ile ilgili ayette; “buna imkan bulamayan kimsenin, hanamıyla temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutması gerekir” denilmektedir (Mücadele 58/4). Buna göre keffaret olarak tutulacak oruç, iki ay ve peşpeşe ile kayıtlanmıştır ve böylece tutulması gerekir.

Mukayyet tasarruf; akdin kuruluş esnasında bazı şartlar ileri sürülerek gerçekleştirilen sözleşme ve hukukî muâmelelerdir. Meselâ bir kimsenin kendisi bir ay oturmak şartı ile evi satması böyle mukayyet akitlerdendir. Hanefîlere göre fasit şartlar, yani taraflara yarar sağlayan şartlar akdi fasit eder.

Mukayyet vâcip (farz); edâ edilmesi için belirli bir vakit tayin edilen vâciptir. Bu vâcibin edâsı için bir başlangıç ve bir de bitiş vakti vardır. Mükellef, bu vâcibi belirlenen vakti içinde tam olarak yani bütün şart ve rükünlerini taşır şekilde ifa ederse, edâ olur. Vakti geçtikten sonra yapılması ise kazâdır.

Mukayyet su;

Herhangi bir maddenin karışmasıyla, yaratılmış olduğu tabii halinden çıkan ve özel bir isim alan sulardır. (bk. Mâ-i Mukayyed)

Muktedî

Cemaatle namaz kılınırken, imâma uyan kimseye muktedî denir. (bk. İktidâ)

Murâbaha

Sözlükte bir şeye alındığı fiyattan fazla fiyat vermek anlamına gelen murâbaha, bir fıkıh terimi olarak, bir kimsenin almış olduğu malı, kendisine kaça mal olduğunu söyleyerek, aldığı fiyattan fazla bir fiyata satmasına denir. Meselâ, bir malı 100 liraya mal eden bir kimsenin, 120 liraya satması böyledir.

Murâbaha yoluyla satışta, satanın aldattığı, yani akit esnasında kendisine mal olan fiyattan daha yüksek bir fiyata mal olduğunu belirttiyse, alıcı dilerse fiyatın tamamıyla akdi kabul eder, dilerse akdi reddeder. Ebû Yûsuf’a göre, dilerse aldatma miktarınca fiyatından indirim yapılır.

Murdar

Kendiliğinden ölmüş veya kasten besmelesiz kesilmiş olan hayvan, leş ve domuz eti gibi yenmeleri kesin olarak yasaklanan, haram kılınan şeylerdir. (bk. Meyte)

Mûris

Miras bırakan demektir. (bk. Ferâiz)

Murûr-i Zaman

Murur-i zaman, zaman aşımı, zaman geçmesi anlamına gelmekte olup, hukukta, dava konusunun meydana gelmesi üzerinden uzun müddet geçmesi sebebiyle mahkemede görülmemesi anlamına gelir. Yargılama usulünde, davaya bakılması için bir zaman belirlenebilir. Ancak İslâm’a göre, murûr-i zamanla, bir kimsenin hakkı zai olmaz; başkasının malını yemek helal olmaz. Yani mahkeme karşısında dava görülmemekle birlikte, dinî sorumluluktan kişi kurtulamaz.

Musallâ

Sözlükte seccade, namaz yeri anlamına gelen musallâ, dini bir kavram olarak, daha çok bayram namazları için hazırlanan, kıble tarafında mihrap veya bunun yerine dikili bir taş bulunan, üstü açık mescide ve cami ve mezarlık civarında cenaze namazı kılınan yere verilen isimdir. Musallâ namazın edâsı konusunda mescit hükmündedir. Bayram namazları için hazırlanan musallâya ülkemizde namazgah da denmektedir.

Musallî

Musallî namaz kılan anlamına gelmekte olup, beş vakit namaza devam eden kişiye verilen addır.

Mu’temir

Umre yapan kişi demektir. (bk. Umre)

Mut’a

Sözlükte kendisinden faydalanılan şey anlamına gelen mut’a, bir fıkıh terimi olarak, boşanma veya evliliğin feshinden sonra kocanın, kadına verdiği elbise ve benzeri hediyeye denir. Ayrıca bir ücret karşılığı, belirli bir süre için yapılan nikahlanmaya da mut’a denmektedir.

Zifaftan sonra meydana gelen boşanmalarda, mehir belirlenip de peşin olarak verilmemişse tamamının, belirlenmemişse mehr-i mislin kadına ödenmesi gerekir. (bk. Mehir) Ancak, zifaftan önce boşanmaları halinde, şayet mehir belirlenmişse, belirlenen mehrin yarısı, mehir belirlenmemişse mut’a ödenmesi gerekir. Mut’a, elbise, başörtüsü, manto veya benzeri bir takım giyecekten oluşur. Zifaftan önce ve mehir belirlenmeksizin yapılan boşamanın dışındaki, boşanmalarda ise mut’a verilmesi müstehabtır.

Mut’a Nikâhı; bir ücret karşılığında, belirli bir müddet bir kadınla nikahlanmaya denir. Bir kısım Şiî fakihin dışında, bütün İslâm bilginleri mut’a nikâhının haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Mut’a nikahı ve belirli bir zaman için kıyılan nikah batıldır. Mü’minûn suresinin 6 ve 7. ayetlerinin nazil olması üzerine, mut’a nikahı haram kılınmıştır. Zira, bu ayetlerde müminin vasıfları arasında, hanımı ve câriyesi dışındakilerden namuslarını korumaları zikredilmektedir. Halbuki, mut’a nikahı ile evlenilen kadın, köle olmadığı, erkekle aralarında miras ilişkisi bulunmadığı ve bir talak veya fesih söz konusu olmadan nikah sona erdiği için, ne câriyesidir, ne de hanımıdır. İbn Abbas da, aynı şekilde şöyle anlatmaktadır:

“İslâm’ın evvelinde mut’a vardı. Kişi, tanımadığı bir beldeye gelince, oradan yerli bir kadınla, orada kalacağını tahmin ettiği müddet miktarınca nikâh yapardı. Kadın, böylece onun eşyasını muhafaza eder, gerekli işlerini görürdü. Bu hal: “Onlar namuslarını korurlar. Ancak “hanımlarına” ve “câriyelerine” karşı müstesna, bunlarla olan yakınlıklarından dolayı kınanmazlar” (Mü’minûn 6) meâlindeki ayet nazil oluncaya kadar devam etti. (Bu ayet gelince mut’a haram ilân edildi.) Abbâs der ki: “Bu ikisi dışındaki bütün fercler haramdır.”  (Tirmizî, Nikâh, 28)

Ayrıca Hz. Ali, “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Hayber gazvesi günü, kadınlarla mut’ayı, ehlî eşek etlerinin yenmesini haram kıldı.” demiştir (Buhari, Megazi, 38; Müslim, Nikâh 29; Nesai, Nikah, 71). Hz. Ömer de, hilafeti döneminde mut’a nikahını zina gibi kabul ederek, zina cezası vereceğini ilan etmiştir.

Mutlak

Sözlükte çözülmüş, bırakılmış, salıverilmiş, mubah kılınmış gibi anlamlara gelen mutak, fıkıh usulünde, teklik, çokluk veya herhangi bir sıfat, hal, gaye veya şartla kayıtlı olduğuna dair delil bulunmayan lafız demektir. Mesela adam veya adamlar sözü, belirli bir fert veya fertleri ifade etmediği ve herhangi bir kayıtla da sınırlandırılmadığı için mutlaktır. Mutlak, mukayyedin zıttıdır. (bk. Mukayyet)

Bir nassda lafız, mutlak olarak geçtiğinde, takyit edildiğine dair bir delil bulunmadıkça, mutlak haline göre amel edilir; herhangi bir şekilde takyit edilmesi doğru olmaz. Meselâ, evlenilmesi haram olan kadınlar sıralanırken “eşlerinizin anneleri” (Nisa 4/23) denilmiş, herhangi bir kayıt getirilmemiştir. Bu nedenle, eşlerle zifafa girilmiş olsa da, girilmese de anneleri ile evlenmek haramdır.

Muvalât

bk. Mevle’l-Muvâlât

Muzâra’a Şirketi

Sözlükte ziraatte biriyle ortakçılık yapmak anlamına gelen muzâra’a, bir fıkıh kavramı olarak, kelime manasına uygun bir şekilde, bir taraftan toprak, diğer taraftan zirâî faaliyeti yürütmek üzere kurulan ziraat ortaklığı demektir.

Muzâra’a şirketi, diğer akitlerde olduğu gibi icap ve kabul ile kurulur. Şirket kurulurken akit esnasında, sürenin belirlenmesi, arazinin tarıma elverişli olması, tohumun cinsinin, miktarının ve çıkan üründen ne kadar hisse alacaklarının belirlenmesi ve arazinin çiftçiye teslim edilmesi gerekir. Şirket sahih olarak kurulduktan sonra, çıkan ürün aralarında anlaştıkları şekilde taksim edilir. Alınacak hisselerin dışında bir miktar taraflardan birisine verilmesi şart koşulursa akit fasit olur.  Toprak ve tohum bir taraftan, emek ve tarım aletleri diğer taraftan veya toprak bir taraftan, tohum, emek ve tarım aletleri diğer taraftan ya da emek bir taraftan, toprak, tohum ve tarım aletleri diğer taraftan olmak üzere muzâra’a şirketi kurulabilir. Bunun dışında başka bir şekilde yapılan muzâra’a fasit olur. Muzâra’anın fasit olması halinde, çıkan mahsül tohum sahibinin olur ve diğer tarafa ecr-i misil ödenir.

Muztarr

Muztarr, muhtaç ve çaresiz kalmak, mecbur olmak, muhtaç ve çaresiz kalan, mecbur olan anlamlarına gelir. (bk. Zarûret)

Mübâdele

Sözlükte bir şeyi diğer şey ile değiştirme, karşılığını verme anlamına gelen mübâdele, bir fıkıh kavramı olarak, mal değişimi ve esir değişimi için kullanılmaktadır.

Savaş esnasında ele geçirilen esirlere nasıl muamele edileceği, düşmanın Müslüman esirlere yaptığı muameleye, hal ve şartlara göre devletin takdirine bırakılmıştır. Bu çerçeveden olarak, köle ve câriye edilmesi, fidye karşılığı salıverilmesi, karşı tarafın aldığı Müslüman esirlerle mübadele edilmesi veya karşılıksız olarak salıverilmesi, durum ve şartlara göre devlet tarafından takdir edilebilecek alternatiflerdendir.

Karşılıklı mal mübâdelesi ise, akit çerçevesi içinde mütalaa edilmekte olup, alınıp verilen malların her ikisinin de nakit veya altın, gümüş gibi semen cinsinden olması halinde akit, sarf; bir evin, araba karşılığında satışında olduğu gibi nesnelerin ikisinin de mal, eşya olması halinde mukâyaza (trampa); birinin nakit, semen, diğerinin mal olması halinde ise, bey’ olur. (bk. Bey’, Sarf, Mukâyaza)

Mücâzefe

Bir şeyi tartmadan, saymadan veya ölçmeden satmak yahut satın almak demektir. (bk. Cüzâf)

Mücbir Velî

Velâyeti altında bulunan kimsenin rızasını almaksızın, onun hakkında veya mallarında tasarrufta bulunma yetkisine sahip velî demektir. (bk. Velâyet)

Mücmel

Sözlükte veciz söz, özet ve kısa söz, teennî ve itidal ile haraket etmek, güzelleştirmek gibi anlamlara gelen mücmel, bir kavram olarak, manasında birkaç hal ve hükümü ihtiva eden, ne kastedildiği ibaresinden anlaşılamayacak derecede kapalı olan, ancak bir açıklayıcı ile anlaşılabilen nassdır. Mücmel lafız sırf içtihat ile anlaşılamayacak kadar kapalıdır; anlamak için mutlaka bir açıklayıcıya ihtiyaç vardır.

Lafzı mücmel yapan kapalılığa yol açan sebepler üçe ayrılır: a) Lafızın birbirine eşit birden fazla manaya gelip bunlardan hangisinin kastedildiğini belirleyen bir karine bulunmaması; b) Bilinen sözlük manasından, özel bir manaya nakledilmiş olması; c) Lafzın kullanıldığı manadaki garabet.

Kur’an’daki namaz, oruç gibi teklîfî hükümlerle ilgili ibarelerin çoğu mücmeldir. Bunlar sünnetle açıklanmıştır. Meselâ, Kur’an’da geçen “salât” kelimesi, sözlükte dua etmek anlamına gelmektedir. Halbuki, Allâh Teâlâ’nın bundan kastettiği özel bir ibadet şeklidir. Hz. Peygamber de, namazın nasıl kılınacağını ve vakitlerini öğretmiş; “Namazı ben nasıl kılıyorsam, o şekilde kılın” buyurmuştur (Buhârî, Ezân, 18). Zekât, hac, oruc, diyet, riba gibi kavramlar da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır. Böylece, Kur’an’ın mücmel olan her ifadesi ya yine Kur’an-ı Kerim ile, ya da ve çoğunlukla Hz. Peygamber’in sünneti ile açıklanmış ve kapalı bir tarafı bırakılmamıştır.

Mücmel olan lafız açıklandıktan sonra, müfesser hükmünü alır ve bundan sonra te’vîl ve tahsîs kabul etmez.

Müçtehit

Müçtehit, ayet ve hadislerden hüküm çıkarma ve yeni hukukî ve dinî meseleleri halletme kudretine sahip bilgin demektir. Böyle bir kimseye fakih veya müftî de denmiştir. Şer’î hükümleri bilmekle beraber onları kaynaklarından bizzat çıkarabilme gücüne sahip olmayan kimseye müçtehit denmez.

Bir kimsenin müçtehit olabilmesi için, Kur’an-ı Kerîm’i, sünneti, Kitap ve sünnetin nasih ve mensuhunu, İslâm hukukunun ana gayelerini, fıkıh usulünü bilmesi, ayrıca Arapça’ya tam bir şekilde vakıf olması gerekir.

Fıkıh usulü bilginleri, fakihleri yedi tabakaya ayırmışlardır; müstakil müçtehit (şeriatte müçtehit), müntesip müçtehit, mezhepte müçtehit, tercih yapan müçtehit, istidlal yapan müçtehit, hafızlar tabakası ve mukallitler tabakası. Bunlardan ilk dört tabakayı teşkil edenler müçtehittir; diğerleri ise içtihat derecesine ulaşmamışlardır.

Müstakil müçtehit, bütün içtihat şartlarını kendisinde toplayan ve uygun gördüğü bütün istidlal yollarına başvuran ve bu konuda kimseye tâbi olmayan müçtehittir. Müntesip müçtehit, hüküm çıkarmada imamın usul ve prensiplerine uyan, fakat furûda imâma tabi olmayan müçtehittir. Mezhepte müçtehit, usul ve furûda mezhep imamına uyan, fakat, hakkında herhangi bir rivayet bulunmayan meselelerin hükümlerini açıklayan müçtehittir. Tercih yapan müçtehit, rivayet edilen görüşler arasında tercihte bulunan müçtehittir. İstidlal yapan müçtehit, görüş ve rivayetleri karşılaştırıp açıklamalar yapan müçtehittir. Hafızlar tabakası, bu tabaka mukallit olup, öncekilerin tercihlerini iyi bilirler. Mukallitler tabakası ise, kitapları anlayabilirler, fakat görüş ve rivayetleri tercih edemezler. (ayrıca bk. İçtihât)

Müdd

Müdd, eskiden kullanılan bir tür ölçeğin ismidir. Ülkelere göre miktarı değişmektedir. Hicazlılara göre bir rıtıl ve 1/3 rıtıldan oluşmaktadır. Iraklılara göre ise, iki rıtıl bir müdd eder. Ülkelere göre ve anlayışlara göre, yaklaşık 0,75 litreden, 2,5 litreye kadar farklı birimler vermişlerdir.

Müdebber

Sözlükte işi idare etmek, sonu düşünmek, tedbîr etmek, idare edilen iş gibi anlamlara gelen müdebber, dinî bir kavram olarak, azât edilmesi sahibinin ölümüne bağlanan köle demektir. Cariyeye ise, müdebbere denir.

Sahibinin, ‘ölümümden sonra hürsün’ demesi gibi tek taraflı irade beyanıyla, köle müdebber olur. Müdebber köle, satılamaz, başkasına hibe edilemez ve mirasçılarına kalmaz. Bir nevi vasiyet olduğu için, ölenin malının 1/3’inden azat olur. Yani malının 1/3’i kölenin değeri kadar veya daha fazla ise köle hürriyetine kavuşur; daha az olması halinde, köle hürriyetine kavuşmakla birlikte, değerinden hissesi kadarı düşer ve geriye kalanını çalışarak öder. Ölenin hiç malı olmadığı gibi, borcu da varsa, değerinin tamamı kadar çalışır.

Müdrik

Sözlükte anlayan, kavrayan, yetişen, erişen, elde eden gibi anlamlara gelen müdrik, dini bir kavram olarak, namazın tamamını imam ile birlikte kılan kimseye denir.

Cemaatle kılınan namazlarda, imam ile birlikte rükuu yapamayan, yani imam ile birlikte sübhanallah diyecek kadar rükuda bulunmayan kimse o rekatı kaçırmış sayılır. Buna göre, imam ile birlikte, birinci rekatın rükuunu yapan ve namazın sonuna kadar imam ile birlikte namazı kılıp onunla beraber selam veren kimseye müdrik denir.

Namazı cemaatle kılmanın sevabı fazla olduğundan, camiye gelen kimse, öğle, ikindi ve yatsı namazlarında cemaatle namazın kılınmaya başladığını görürse, vaktin sünnetini kılımadan hemen imama uyar. Öğlenin ilk dört rekat sünnetini imamla birlikte farzı kıldıktan sonra kaza eder; yatsınınkini de dilerse kaza edebilir. Ancak ikindi namazının sünnetleri kaza edilmez. Sabah namazında camiye gelen kişi, cemaatin namaza durmuş olduğunu görür de, cemaate yetişebileceğini umarsa dışarıda veya bir kenarda sünneti kılar; yetişemeyecekse hemen imama uyar.

Müeccel

Tecil edilmiş, ertelenmiş, sonraya bırakılmış, ileride yapılmak üzere vakti belirlenmiş gibi anlamlara gelmekte olup, fıkıhta vadeli sözleşmeler için kullanılmaktadır. Peşin verilmeyip daha sonra verilmesi kararlaştırılan mehre, mehr-i müeccel denir. Aynı şekilde vadeli alışverişlerde, ileriki bir tarihte ödenmesi kararlaştırılan bedele müeccel denilmiştir.

Müekket Sünnet

Kelime anlamıyla kuvvetli sünnet demek olan müekket sünnet, bir fıkıh terimi olarak, dinî vecîbelerin birer tamamlayıcısı konumunda olan fiiller ile Hz. Peygamber’in devam ettiği fakat bağlayıcı olmadığını göstermek maksadıyla bazen terk ettiği veya bizzat edasının vacip olmadığına işaret ettiği sünnetleri ifade etmektedir. (bk. Mendûb, Sünnet.)

Müellefe-i Kulûb

Sözlükte müellefe, alıştırılan, sevilen, birleştirilen, bir araya getirilen, kalbi ısındırılan anlamına gelmektedir. Dinî bir terim olan müellefe-i kulûb ise, zekat verilecek sınıflardan biri olup, kalpleri kazanılmak, İslâm’a ısındırılmak veya kötülüklerinden emin olunmak istenen ya da Müslümanlara faydalı olacakları umulan kişileri ifade etmektedir.

Müellefe-i kulûb, Müslümanlardan olabileceği gibi, gayrimüslimlerden de olabilir. Gayrimüslimlerin kalplerinin kazanılması ile, kendilerinin veya onlara tabi olan fertlerin İslâm’a girmeleri ya da onlardan veya yakınlarından gelebilecek kötülüklerin engellenmesi hedeflenir. Uluslar arası arenadaki lobi faaliyetleri bu çerçevede mütalaa edilebilir.

Müslüman olanlara bu payın verilmesinden ise, İslâm’a yeni girmiş olanların İslâm’da sebat etmelerini; İslâm’ı tam benimsememiş kimselere zekat verilerek, Müslümanlarla daha iyi kaynaşmalarını; sınır bölgelerinde görev yapan müslümanlara bu fondan yardım yapılarak toplumun genel asayiş ve güvenliğini teminde aktif katkılarını; önemli mevkide olan insanların ve çevresinde sözü geçen kimselerin İslâm’ın ve Müslümanların genel yararına uygun davranmalarını sağlamak amaçlanmıştır.

Hz. Peygamber ve ilk halife Hz. Ebû Bekir, müellefe-i kulûba zekattan hisse vermişlerdir. Fakat Hz. Ömer, İslâm’ın buna ihtiyacı kalmadığı gerekçesiyle bu uygulamayı kaldırmıştır. Ancak Hz. Ömer’in yapmış olduğu bu işlem, her zaman için geçerli ve bağlayıcı değildir. İhtiyaç olduğunda, müellefe-i kulûb denilen bu sınıfa zekat verilebilir.

Müeyyide

Sözlükte kuvvetlendiren manasına gelen müeyyide, ıstılahta, kanun, ahlak gibi kurumların buyruklarının yerine getirilmesini sağlayan güç anlamına gelmektedir. Türkçe’de aynı manaya gelen yaptırım kelimesi de kullanılmaktadır.

Din kurallarının müeyyidesi daha çok, uhrevi olup, Allah korkusu, Cennet, Cehennem gibi müteal tasavvurlardır. Bunun yanında, din kurallarına riayet etmeyenler inananların sosyal baskısı ile karşılaşırlar. Aynı şekilde, ahlak kaideleri de devletin maddi müeyyidesinden mahrumdur. Bununla birlikte ahlak kuralları, sadece bir nasihat, tavsiye olmayıp, cemiyetin manevi müeyyidesi ile desteklenmiştir. Bu kaidelere riayet etmeyenleri cemiyet hoş görmez, bu gibileri takbih eder, bazen adeta cemiyet dışına atar. Bu gibi müeyyideler tamamen manevi mahiyette olmakla birlikte bazen bunlar devletin maddi müeyyidesinden daha etkili olmaktadır.

Hukuk hakkındaki müeyyide ise, cebir ve zorlamadan ibaret olup, hukuk kaide ve esaslarının kabul ve tatbik edilmesini zorlamak için kanunlara  konulan hükümler şeklinde tarif edilebilir. Hukuk kaidelerinin en önemli özelliklerinden biri, ihlal edilmesi halinde, ihlal edene fiili bir karşılığın gösterilmesidir. İhlal, eden sadece ayıplanmakla, hor görülmekle kalmaz, fiili bir karşılığa maruz kalır.

Hukuka uygunluğu sağlamak amacıyla, genel olarak, devlet otoritesinin elinde bulunan müeyyideler; ceza verme, zorla yaptırma, tazmînat ödetme, geçerli saymama, iptalini isteme şeklinde sıralanabilir.

Nitelikleri bakımından müeyyideler, maddî müeyyideler ve manevî müeyyideler olmak üzere ikiye ayrılır. Maddi müeyyideler, fertlerin hukuka uygun davranmalarını sağlamak amacıyla fizikî kuvvetle zorlanmalarıdır. Manevî müeyyideler ise, bireylerin, hukuk kurallarına uymalarını temin etmek maksadıyla, ruhî olarak zorlanmalarıdır. Manevî müeyyideler, maddî müeyyidelerden daha etkili ve daha yaygındır. Hukukî manada, manevi müeyyideden, daha çok, maddi müeyyide tehdidi anlaşılmaktadır. Ancak, hukukun kaynakları arasında ahlakın da bulunması ve hukuka aykırı davranışlar toplumca da hoş karşılanmaması sebebiyle efkar-ı umumiye de müeyyide olarak etkili olmaktadır. Ayrıca kaynağı din olan hukuklarda, Allah ve âhiret inancı da manevi müeyyide olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hukuki maksatları bakımından müeyyideler, ikiye ayrılabilirler; caydırıcı müeyyideler ve teşvik edici müeyyideler. Mahiyetleri bakımından ise, medenî ve cezâî müeyyideler olmak üzere ikiye ayrılır.

Medenî müeyyideler; haksız bir durumun ortadan kaldırılarak eski halin iadesi, hukuk kaidelerine aykırı olan muamele ve akitlerin iptali, bu gibi muamelelerden doğan zararın tazmîni gibi müeyyidelerdir. Bu tür müeyyideler, ihlal edilmiş olan bir hakkın tamirini hedefler.

Cezaî müeyyideler ise, hukuka aykırı davranan kişinin tedip edilmesi, gerektiğinde toplumdan tasfiye edilmesi, mağdurun tatmini ve hukuka aykırı davranmak isteyenleri caydırma amacıyla, hukuka aykırı davranışta bulunan kişinin cismine, hürriyetine, hukukuna ve malına yönelik yaptırımlardır.

Eğer fiilin husule getirdiği zarar, toplum düzenini direk olarak etkilemişse, ammenin intizam ve sükununu muhafaza için cezaî müeyyideye müracaat edilmesi gerekir. Buna karşılık fertler arasındaki muameleleri tanzim eden bir kaidenin, yani medenî hukuk kaidelerinin ihlali cezalandırılmaz. Zira, bu gibi muhalefetlerden doğan zarar şahsi olduğundan cemiyeti alakadar etmez. Diğer taraftan bu gibi zararların telafisi de mümkündür. Bu nedenle daha ileri gidilerek cezâ tatbik edilmesinde içtimai fayda ve lüzum yoktur.

Müezzin

Müezzin ezan okuyan manasına gelmektedir. Ezan okuyacak kimsenin, erkek, akıllı, takvâ sahibi ve namaz vakitlerini bilen biri olması gerekir. Kadınların, aklı ermeyen çocukların, delilerin, sarhoşların, cahillerin ve fasıkların ezan okumaları veya kamet getirmeleri mekruhtur. Ezan okuyan kişinin abdestli olması gerekir; abdestsiz okunan ezan geçerli olmakla birlikte mekruhtur. Müezzinlerin güzel ve gür sesli olmaları uygundur.

Müfesser

Sözlükte tefsir edilmiş, açıklanmış gibi anlamlara gelen müfesser, bir fıkıh usulü terimi olarak, hükme açık bir şekilde delalet eden, tevîl ve tahsîs ihtimaline kapalı bulunan lafızdır. Müfesser lafızlar, hükme delâletindeki açıklığı bakımından, zahir ve nasstan daha kuvvetlidir. Müfesser lafız, bazen aslında mücmel iken, başka bir nass tarafından açıklanarak kapalılığı giderilmiştir. Meselâ namazı emreden nassları, Hz. Peygamber sünnetiyle açıklamıştır. Böylece daha önce mücmel iken, müfesser olmuştur. (bk. Mücmel)

Müfesser lafızlar tevîle ve başka bir şekilde anlaşılmaya müsait olmadığı için, kesin olarak delâlet ettiği manaya uygun şekilde amel edilmesi gerekir.

Müflis

Müflis, ağır borç yükü altında kalıp borçlarını ödeyemez hale gelen kişi demektir. Başka bir ifadeyle, vadesi gelen borçları mal varlığına eşit veya daha fazla olan borçluya müflis denir. Mahkemece kişinin iflasına hükmetmeye ise teflîs denir. (bk. İflâs)

Müfsit

Sözlükte bozan şey anlamına gelen müfsit, ıstılahta bir ibadeti veya bir hukukî işlemi sakatlayan fiil ve eksikliğe denir. Başka bir ifadeyle, usul ve adabına uygun bir şekilde başlanmış bir ibadeti bozup geçersiz hale getiren davranış ve eksikliktir. Hukukî işlem veya ibadetin bozulmasına fesât, bu işlem ya da ibadete de fâsit denir. (bk. Fesât)

Müftâ bih

Sözlükte kendisiyle fetvâ verilen anlamına gelen müftâ bih, dini bir kavram olarak, bir mezhebin imamları arasındaki farklı görüşlerden, daha sonraki alimlerce delil bakımından tercih edilmiş olanı veya bu görüşlerden belirli bir zaman için geçerli ve fetvâ vermeye daha uygun olduğu kabul edilen görüş anlamına gelir.

Müftî

Fıkhî bir meselenin dinî-hukukî hükmünü açıklama, fetvâ verme ehliyetini haiz kişi, fetvâ veren anlamına gelmektedir. (bk. Fetvâ)

Mühâkale

Mühâkale, başağındaki buğdayın, hasat edilmiş buğdayla tahmini bir ölçüyle alışverişine denir. Hanefîlere göre, bu şekildeki bir alışveriş caiz değildir, akit fasit olur. Zira Hz. Peygamber, mühakaleyi yasaklamıştır (Buhârî, Şürb, 17; Müslim, Buyû’, 53; Tirmizî, Buyû’ 55). Diğer taraftan bu alışveriş, hakkında riba cereyan eden aynı cins şeylerin, götürü usulle satışı olduğundan caiz değildir.

Mükâtebe

Sözlükte yazışmak, mektuplaşmak anlamına gelen mükâtebe, bir fıkıh kavramı olarak, kölenin çalışarak belirli bir bedeli ödemesi üzerine azat olması konusunda efendisi ile arasında yapılan akdi ifade eder. Buna kitâbet de denir. Anlaşma yapan köleye mükâtep, cariyeye de mükâtebe denir.

İslâm’ın indiği dönemlerden çok önceleri yeryüzünde mevcut ve yaygın bir olgu olan köleliği, İslâm dini tedricen tasfiye etmeyi planlamıştır. Bu amaçla, sürekli olarak ve değişik vesilelerle köle azat etmeyi teşvik etmiştir. Mükâtebe de Kur’an-ı Kerim’de tavsiye edilen, köle azât yöntemlerinden biridir. Yüce Allâh, “Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyenlerle, onlarda bir iyilik görürseniz, mükâtebe akdi yapın. Onlara Allâh’ın size verdiği mallardan verin.” buyurmaktadır (Nur 24/33).

Mükâtebe akdi diğer akitlerde olduğu gibi icap ve kabul ile kurulur. Bedel peşin, vadeli veya taksitli olabilir. Akdin tamamlanmasıyla birlikte köle, bedeli kazanabilmek için, hür gibi tasarruf etme, çalışma hakkını elde eder. Bedelin tamamını ödemekle de özgürlüğüne kavuşur. Köle henüz bedeli ödemeden, sahibi azât ederse, köle hürriyetine kavuşur ve geri kalan bedel de düşer.

Mükellef

Mükellef, dinî hükümlerle yükümlü tutulan, düşünce, söz ve davranışlarına bir takım dünyevî, uhrevî, dînî ve hukukî sonuçlar bağlanan insan demektir. Mükellefiyetin temel şartı ehliyet, yani kişinin dînî, hukukî sorumluluk taşımaya elverişli olmasıdır. Mükellefin ehil olması ise, kendisine yöneltilen hitabı anlayabilecek ve bu hitabın anlamını tasavvur edebilecek güçte bulunması ile olur. Hitabı anlayabilme ise akıl ile mümkündür. Ancak aklın varlığı gizli ve seviyeleri de farklıdır; bu nedenle her seviyedeki akıl mükellefiyet için yeterli olmaz. Bu sebeple, aklın kişinin mükellef tutulabilmesi için yeterli olgunlukta kabul edilmesi için buluğ ölçü kabul edilmiştir.

Kişinin dinî, hukukî sorumluluk taşımaya elverişli olması için ne gibi şartların aranacağı hususu, iman, ibadet, toplumsal ödevler ve sorumluluklar gibi farklı alanlarda bazı farklılıklar göstermektedir. Bunlar da fıkıh kitaplarında ehliyet başlığı altında incelenmiştir. (bk. Ehliyet)

Mükrih

Bir kimseyi, haksız olarak istemediği bir şeyi yapmaya zorlayan, tehdit eden kişi anlamına gelir. (bk. İkrâh)

Mülâane

Kocanın eşine zina isnat etmesi sebebiyle, hakim huzurunda yemin edilerek yapılan lânetleşme ile evlilik bağının sona ermesidir. (bk. Liân)

Mülci İkrâh

Bir kimseyi, ölüm veya bir uzvunu kesmek gibi, kişinin canına veya bir uzvuna yönelik bir tehditle, istemediği bir şeyi yapmaya zorlamadır. Bu çeşit ikraha tam ikrah da denir. (bk. İkrâh)

Mülk

Mülk kelimesi Arapça’da, insanlar üzerinde hakimiyet, tasarruf salahiyeti anlamına gelmektedir. Türkçe’de ise, eşya üzerinde tek başına tasarruf yetkisini ifade etmektedir. Bunu Arapça’da milk veya melk kelimeleri karşılar. Eşya üzerindeki bu yetkiyi ifade etmek için mülkiyet kavramı da kullanılmaktadır. (bk. Mülkiyet)

Mülk Şirketi

İslâm hukukunda, iki veya daha fazla kişinin maldaki ortaklığını ifade eden basit ortaklığa verilen isimdir. Mülk ortaklığı zorunlu ve ihtiyarî olmak üzere ikiye ayrılır. Zorunlu mülk ortaklığı, iki veya daha fazla kişinin mallarının, kendi istekleri dışında, birbirinden ayrılmayacak şekilde birbirine karışması sonucunda veya miras yoluyla meydana gelen ortaklıktır. İhtiyâri mülk ortaklığı ise, birkaç kişinin bir malı ortak satın almaları, kendilerine hibe edilen bir malı kabul etmeleri, mallarını kendileri karıştırmaları gibi kendilerinin istek ve fiilleriyle meydana gelen ortaklıktır.

Ortaklar arasında vekalet veya kefalet söz konusu değildir. Bu nedenle, ortakların, diğer ortağının hissesinde tasarruf yetkisi yoktur. Ortaklar kendi hissesini, ortaklarına satabilir. Üçüncü kişilere satımı hususunda ise; şayet ortaklık malların karışması veya karıştırmasıyla meydana gelmişse, ortağının izni olmaksızın hissesini üçüncü kişilere satamaz; ancak miras, ortak olarak satın alma, hibeyi kabul etme gibi sebeplerden meydana gelmişse ortağının izni olmaksızın üçüncü şahıslara satabilir. Bu durumda, ortak mal, akar gibi şuf’a cari olan bir mal ise, ortaklar şuf’a hakkına dayanarak malı alabilirler.

Mülkiyet

Mülkiyet, bir ayn veya menfaat üzerinde varlığı kabul edilen ve bir engel bulunmadıkça yalnızca sahibine tasarruf imkanı veren, ayrıca herkese karşı ileri sürülebilen bir haktır. İslâm hukukunda mülkiyet hakkının konusu sadece mallar olmayıp, bir kısım haklar ve menfaatler de mülkiyet kapsamına girmektedir.

Konusu bakımından mülkiyet, ayn, menfaat ve deyn mülkiyeti olmak üzere üçe ayrılır. Ayn mülkiyeti, şeyin kendisi, aslı, kökü üzerinde söz konusu olan mülkiyettir. Prensip olarak, bir şeyin aynına sahip olan onun menfaatine de sahip olur. Tarla, ev, araba ve benzeri mal üzerindeki mülkiyet böyledir. Menfaat mülkiyeti, eşyanın aynına değil de bunlardan istifade etmeye, faydalanmaya ait olan ve bunu sağlayan mülkiyettir. Evde oturma, tarlayı ekme bu tür mülkiyettir. Deyn mülkiyeti ise, birisinin zimmetindeki borcun sahibinin, yani alacaklının sahip olduğu mülkiyet hakkıdır.

Başka bir açıdan mülkiyet, tam ve eksik olmak üzere ikiye ayrılır. Bir şeyin hem rakabesini, hem de menfaatini kapsayan mülkiyete tam mülkiyet; bunlardan sadece birini içine alan, sadece menfaat veya sadece ayna ait mülkiyet ise eksik mülkiyettir. Ayrıca bağımsızlığı bakımından, müstakil ve şâyi olmak üzere ikiye ayrılır.

Mülkiyet, sahipsiz mubah malın ihrazı, define bulmak gibi aslan kazanılabileceği gibi, alışveriş, miras gibi devren de kazanılabilir.

Mültezem

Mültezem, Kâbe’nin kapısı ile Haceru’l-Esved arasında kalan kısmına verilen isimdir. Harem bölgesine dışarıdan gelenlerin, Mekke’den ayrılmadan yapması vacip olan sadr veya vedâ tavafının yedi şavtını da tamamladıktan sonra, zemzem kuyusuna giderek zemzemden içer, daha sonra imkan bulursa Kâbe’nin kapısına gelir ve eşiğini öper, sonra da mültezeme gelerek vücudunu Kâbe’ye yapıştırır, sağ yanağını da koyar, Kâbe’nin örtüsüne yapışır ve ağlayarak dua eder. Ağlayamayan, ağlıyormuş gibi yapar. Geri geri giderek Kâbe’den çıkar.

Mümeyyiz

Sözlükte ayıran anlamına gelen mümeyyiz, dinî bir kavram olarak, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt edebilen kişi demektir. Mümeyyiz olmayan çocukların eda ehliyeti yoktur. Bu nedenle, yapmış oldukları tasarrufları geçersizdir. Buna karşılık buluğ çağına ulaşmayan mümeyyiz çocuklar, nakıs edâ ehliyetine sahiptirler. Sırf kendilerinin menfaatlerine olan, hibenin kabul edilmesi gibi tasarrufları geçerlidir. Başkasına hibe etmek, vakıf gibi tamamen zararına olan tasarrufları ise geçersizdir. Alışveriş, kira gibi, yararına da zararına da olma ihtimali bulunan tasarrufları ise, velî veya vasîsinin iznine bağlıdır.

Münakehat

Fıkıhın, evlilik, boşanma, nafaka gibi bölümlerini içeren kısmına verilen isimdir. (bk. Nikah, Boşanma, Nafaka)

Mün’akid

Sözlükte bağlanmış, düğümlenmiş, kararlaştırılmış, katılaşmış, akdolunmuş gibi anlamlara gelen mün’akid, bir fıkıh kavramı olarak, unsurları tam olan ve kuruluş şartlarını taşıyan akit demektir.

Akitlerde temel kurucu unsur, tarafların karşılıklı irade beyanlarıdır. İrade beyanı; bir kişinin bir hakkı veya hukuki ilişkiyi kurma, değiştirme veya ortadan kaldırma iradesini, dış dünyaya yansıtması, açıklaması veya bildirmesi yahut da bunu doğrudan doğruya icra ederek yürürlüğe koymasıdır.

Kuruluş şartları ise, bir akdin kurulabilmesi için gerekli olan taraflar ile akdin mevzuunda aranan şartlardır.

Akdin meydana gelmesi için, en az iki tarafın bulunması ve taraf olan şahısların hukuki ehliyete sahip olmaları gerekir. Yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, bunama, sarhoşluk gibi sebeplerle temyiz kudretinden mahrum olan kişilerin irade beyanları muteber değildir. Mahcur, mümeyyiz çocuk gibi tam ehliyete sahip olmayan kişilerin irade beyanları geçerli olmakla birlikte, bu beyanları, hibe, talak gibi sırf zarar kabul edilen akitlerde sonuç doğurmaz. Alışveriş gibi kar ve zararı muhtemel tasarruflarda ise velî veya vasîsinin iznine bağlıdır.

Akdin kurulabilmesi için, hükmünü kabul eden bir mevzu bulunması gerekir. Akdin konusu, mal, menfaat veya fiil olabilir. Akdin konusu olan mal, ayn veya deyn; fiil ise yapmak veya kaçınmak olabilir. Akde konu olan şeyin; mümkün olması, mevcut, belirlenmiş ve akde konu olmaya elverişli yani meşru olması gerekmektedir

Mürâhık

Buluğ çağına yakınlaştığı halde, henüz ergen olmayan çocuğa mürâhik denir. Kızlarda 9 yaşına ulaştığı halde henüz adet görmeyen, erkeklerde de 12 yaşına ulaştığı halde henüz ihtilam olmayan çocuklar mürâhıktır.

Müsâveme

Sözlükte bir eşyaya kıymet artırarar pahaya çıkarmak, pazarlamak gibi anlamlara gelen müsâveme, bir fıkıh terimi olarak, satılan malın maliyeti ve kâr oranı açıklanmadan, pazarlık usulüyle satışına denir. İslâm hukukunda, malın maliyetinin belirterek bir miktar kar koymak suretiyle satımı caiz olduğu gibi, müsâveme yoluyla da caizdir. Bu durumda, malın maliyetine konulan kar haddinde herhangi bir sınır yoktur. Ancak fiyat gabn-ı fâhiş derecesinde bir pahalılığa sahip ise, alıcıya muhayyerlik hakkı doğurur.

Müskir

Müskir, sarhoşluk veren, şuuru kaplayıp aklı gideren şey anlamına gelmektedir. Bütün alkollü içkiler ve uyuşturucu müskir kavramı içerisine girmektedir. Hz. Peygamber, “Her sarhoş edici hamrdır. Ve her sarhoş edici haramdır. Kim dünyada hamr içer ve tevbe etmeden, onun tiryakisi olduğu halde ölürse, ahirette şarab içemez.” buyurmuşlardır (Buhârî, Eşribe 1; Müslim, Eşribe, 73). Alkollü içkiler ve uyuşturucu dinimizde şiddetle yasaklanmış, şeytan işi pislik olarak nitelendirilmiştir (Maide 5/90). Müskirât içmek, büyük günahlardan kabul edildiği için, içene had cezası tatbik edilmiştir.

Müslim

Selem akdinde taraflardan mirisine denir. bk. Selem.

Müstamel Su

bk. Mâ-i Müstamel.

Müstecir

bk. İcare.

Müsteftî

Fıkhî bir meselenin dinî-hukukî hükmünün açıklanmasını isteyen, fetvâ soran kişi demektir. bk. Fetvâ.

Müstehab

Sözlükte sevilen, sevimli olan, tercih edilen gibi anlamlara gelen müstehab, dini bir kavram olarak, Hz. Pegamber’in bazen yapıp, bazen terk ettikleri, alimlerin tavsiye ettikleri fiil ve davranışlardır. Müstehablar, ibadetlerin ve beşerî ilişkilerin daha güzel ve verimli olmasını sağlayan adap ve ahlak kurallarıdır.

Müstehab, mendub, nâfile, âdâp gibi tabirlerle eş anlamlı olarak da kullanılmaktadır. Müstehabın terk edilmesi, dinen kınanmayı gerektirmeyip, sadece daha iyi ve güzel olanın terk edilmesi anlamına gelmekte olup, yapılması terk edilmesinden evlâ olan fiillerin en alt sırasında yer alır. Sıcak mevsimlerde öğle namazını biraz geciktirmek, iftarda acele etmek müstehaba örnek olarak verilebilir.

Müstemin

Eman isteyen anlamına gelir. bk. Eman.

Müşkil

Sözlükte bir iş karışık, problemli, hangi cinsten olduğu bilinmeyen gibi anlamlara gelen müşkil, bir fıkıh usulü terimi olarak, bizzat lafzında bulunan bir sebep veya başka bir nassla karşılaşmasından dolayı manası kapalı olan ifadedir. Müşkil lafız ile kastedilen mana, ancak onu kuşatan karîne ve emâreler üzerinde incelemede bulunma ve derinlemesine düşünme yoluyla anlaşılabilir.

Müşkil için müşterek (müteradif) kelimeler örnek olarak verilebilir. Bu kelimeler ayn veya kuru’ kelimesi gibi iki üç manayı ifade eder. Ayn kelimesi, göz, pınar, casus gibi anlamlara gelmekte, kuru’ kelimesi de hem kadınların temizlik dönemini, hem de adet dönemini ifade etmektedir. Lafızda geçen bu kelimelerin hangi anlama geldiği, bazen sözün gelişinden, akışından anlaşılır; bazen de başka harici bir delil vasıtısıyla anlaşılır.

Müşteri

Müşterî, alışverişte malı satın alan kişiyi ifade etmektedir. (bk. Bey’)

Mütekavvim

Sözlükte kıymetli, fiyatı belirlenmiş anlamına gelen mütekavvim, bir fıkıh kavramı olarak, dinen iktisadî değeri olan mal demektir. Bu kavram iki manada kullanılmıştır: Birincisi, Müslümanların faydalanmaları helal ve serbest olan ve iktisadî bir değeri olan mal. Buna göre şarap, domuz eti mütekavvim mal değildir. İkincisi, elde edilmiş, kazanılmış, tasarruf konusu olabilecek mal. Meselâ denizdeki balık, havadaki kuş mütekavvim mal değildir. Ancak yakalandıklarında mütekavvim mal olur.

Mütekavvim olmayan malın itlafı, tazmîn gerektirmez. Ayrıca alışverişte akdin konusunun mütekavvim mal olması gerekir. Mütekavvim olmaması halinde, kurucu şartlarını taşımadığından akit batıl olur.

Mütûnu Erba’a

Kelime anlamı itibarıyla dört metin demek olan mütûnu erba’a, Hanefî fıkhında muteber kaynak olarak kabul edilen, özet halindeki dört kitaba verilen addır. Bunlar, Kenz, Muhtâr, Vikâye ve Mecma’ isimli kitaplardır.

Kenz, Ebu’l-Berekât Nesefî tarafından; Muhtâr, Ebu’l-Fadl Abdullah b. Mahmûd el-Mevsılî tarafından; Vikâye, Tâcu’ş-Şerîa Mahmûd tarafından; Mecma’ ise, Ahmed b. Saâtî tarafından yazılmıştır. Bu eserlerin pek çok şerhi yapılmıştır.

Müvekkel

Vekalet verilen, vekîl anlamına gelmektedir. Müvekkelin tam edâ ehliyetini haiz olması gerekir. (bk. Vekâlet)

Müvekkil

Vekalet veren anlamına gelmektedir. (bk. Vekâlet)

Müzâbene

Müzâbene, ağaçtaki taze hurmanın, yerdeki kuru hurmaya karşılık tahmini bir ölçüyle satışına denir. Hanefîlere göre, bu şekildeki bir alışveriş caiz değildir, akit fasit olur. Zira Hz. Peygamber, müzâbene yoluyla alışverişi yasaklamıştır (Buhârî, Şürb, 17; Müslim, Buyû’, 53; Tirmizî, Buyû’ 55). Diğer taraftan bu alışveriş hakkında riba cereyan eden aynı cins şeylerin, götürü usulle satışı olduğundan caiz değildir.

Müzdelife

Mekke’de, Minâ ile Arafat arasında, Harem sınırları içinde bir bölgedir. Haccedenlerin arefe gününü, bayrama bağlayan, Zilhicce ayının 9’unu 10’una bağlayan gece burada vakfe durmaları vaciptir. O geceyi burada geçirmek ise sünnettir.

Hacılar Arefe günü güneş battıktan sonra Arafat’tan Müzdelife’ye gelirler ve burada akşam ile yatsı namazını cem ederek, yatsı namazının vaktinde kılarlar. Sabaha kadar burada kalıp dua ederler. Bayram günü sabah namazını burada kıldıktan sonra Mina’ya hareket ederler. Müzdelife vakfesinin sahih olması için; vakfe yapanın hac için ihrama girmiş olması, Arafat vakfesini yapmış olması, Müzdelife sınırları içinde yapılması ve Zilhicce’nin 9’unu, 10’una bağlayan gece yapılması gerekir.

– N –

Nâdiru’r-Rivâye

Kelime olarak rivayetin az olanı anlamına gelen nâdiru’r-rivâye, Hanefîlerden İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî’nin yazdığı eserlerden bir bölümüne verilen özel bir isimder.

İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin talebelerinden biri olan İmam Muhammed, Hanefî mezhebinde çok sayıda eser veren biridir. Bu nedenle kendisine, Hanefî mezhebinin nâkili denilmiştir. İmam Muhammed’in, el-Asl (el-Mebsût), el-Câmiu’s-Sağîr, el-Câmiu’l-Kebîr, es-Siyerü’s-Sağîr, es-Siyerü’l-Kebîr, ez-Ziyâdât ve Ziyâdâdü’z-Ziyâdât isimli eserleri, Hanefî fıkhının görüşlerini nakletmekte ve temelini teşkil etmektedir. Bu kitaplar tevâtür veya şöhret derecesinde nakledildiğinden, zâhiru’r-rivâye denilmiştir.

İmam Muhammed’den bu kadar sağlam olmayan bir rivayet yoluyla nakledilen eserleri de bulunmaktadır. Bu kitaplara, nâdiru’r-rivâye denilmektedir. Bu şekilde rivayet edilen kitaplar arasında; Rakka kadısı iken kendisine sorulan meselelerle ilgili yazmış olduğu er-Rakkiyyât, el-Keysânî’nin rivayet ettiği el-Keysâniyyât, el-Curcâniyyât, el-Hârûniyyât, el-Hiyel ve’l-Meâric zikredilebilir.

İmam Muhammed, bu kitaplarıyla Irak fıkhını toplamış ve bunları ilim ehline nakletmiştir. Bu kitaplır Hanefî fıkhının ana kaynaklarıdır.

Nafaka

Sözlükte infak edilen şey, harç, yaşama için gerekli azık, mal, aile reisinin ev halkı için bulundurması gereken yiyecek, giyecek ve benzeri şeyleri ifade eden nafaka, bir fıkıh kavramı olarak, kişinin bakmakla yükümlü olduğu şahısların, içtimâî seviyesine göre normal bir hayat sürdürebilmeleri için ihtiyaç duyduğu ve mükellefin de temin ile yükümlü bulunduğu şeylerin tümüne nafaka denir.

Nafaka denilince, yükümlünün bakmakla yükümlü olduğu kişinin yiyecek, giyecek, mesken, tedâvî masrafları, ayrıca gerektiğinde hizmetçisi anlaşılmalıdır. Nafaka alacaklısının baba veya oğul olması ve bunların da evlenmeye ihtiyaçlarının bulunması halinde evlendirme de nafakaya dahil olabilir. Kur’an-ı Kerim’de nafaka borcunun, yükümlünün ekonomik gücüne göre tespit edileceği belirtilmektedir; Yüce Allâh, “Varlıklı olan kimse, nafakayı varlığına göre versin; rızkı ancak kendisine yetecek kadar verilmiş olan kimse, Allâh’ın kendisine verdiğinden versin; Allâh kimseye, verdiği rızkı aşan bir yük yüklemez. Allâh güçlükten sonra kolaylık verir.” buyurmaktadır (Talâk 65/7).

İslâm dini, kocaya vermiş olduğu hak ve yetkilerin yanında, bir takım görev ve sorumluluklar da yüklemiştir. Bunlardan birisi de, kocanın karısının temel ihtiyaçlarını mâkul ve normal ölçülerde karşılama ve giderme görevidir. Bu evlilik akdinden doğan bir sorumluluk olup, kadının zengin veya fakir olması, müslim veya gayrimüslim olması etkili olmaz.

Eşlerin dışında çocuğun nafakası da babaya aittir. Kur’an’da çocukların ve annelerinin nafakalarının temel ihtiyaçlarının normal ölçülerde karşılanmasının babaya ait bir görev olduğuna işaret edilmektedir (Bakara 2/233). Kız çocuğu büyük de olsa, evleninceye kadar nafakası babaya aittir; evlendikten sonra koca karşılar. Erkek çocuklar ise, çalışıp kazanır hale gelinceye kadar baba nafakalarını temin eder; çalışıp kazanabilecek hale gelince nafaka sorumluluğu sona erer. Ancak çocuğun muhtaç olması halinde, nafakası babaya aittir. Torunların nafakaları da çocuklar gibidir. Babaları veya çocukları yoksa veya bunlar nafakayı temin edemiyorlarsa, dede nafakayı temin eder. Anne, baba veya dede ve ninelerin nafakaları çocukların üzerinedir. Zira Kur’an’da, anne-babaya iyilik edilmesi (İsra 17/23); kafir bile olsalar onlara iyi davranılması emredilmektedir (Lokman 31/15). Bu sebeple, bütün alimler, anne-babanın nafakasının çocuklara ait olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bunların dışında, Amca, hala, dayı, teyze gibi, kan hısımı olup da, aralarında evlenme caiz olmayan akrabalar, şartlar gerçekleştiğinde karşılıklı olarak nafaka alacaklısı ve borçlusu olurlar.

Bir kimesinin nafakaya hak sahibi olabilmesi için, eşler ve küçük çocuklar dışında, muhtaç olmaları, nafaka borçlusu ile aralarında akrabalık ilişkisi bulunması gerekir. Nafakayı ödeyecek kimsenin de, başkasına muhtaç olmaması gerekir. Eşler ile çocukların nafakaları zorunlu olduğundan, ödeyememesi halinde, onun adına borç alınarak yapılır; daha sonra imkanı doğduğunda öder.

İslâm dini, nafaka borç ve alacağını sadece aile çevresinde ele almayarak daha geniş bir çevreye yaymış, böylece toplumda sosyal dengenin ve barışın temininde önemli bir adım atmıştır. Hatta, bir bölgede aç ve muhtaç bir kimsenin bulunması halinde, o mahallin halkı dinen sorumlu tutulmuştur.

Nâfile

Sözlükte ganimet malı, bağış, hibe, gerek olmaksızın yapılan, torun gibi anlamlara gelen nâfile, dinî bir kavram olarak, farz ve vacip olmayan, yapıldığında mükafat verilen, fakat terk edildiğinde ceza gerektirmeyen şeylerdir. Farz ve vâcip dışında kalan sünnetlere nâfile denilir. Nâfile, mendubun eş anlamlısı olarak da kullanılmaktadır. (bk. Mendûb)

Nâfiz

Sözlükte kullanılan yol, nüfuz eden, delen, işleyip öte geçer olan şey, nüfuzlu kuvvetli adam gibi anlamlara gelen nâfiz, bir fıkıh terimi olarak, unsurları tam olarak bulunan, kuruluş ve sıhhıt şartlarının yanında nefaz şartlarını, başka bir deyişle, yürürlük şartlarını da taşıyan akde nâfiz adit denir. Akdin yürürlük şartları; salahiyet ve başkasının hakkının bulunmaması şeklinde özetlenebilir.

Akdin nefaz şartları, şahısların haklarını korumak için getirilen sınırlamalardır. Bu şartları taşımayan akitler, hemen yürürlüğe girmez; zarar görmesi muhtemel olan şahsın iznine bağlanır. İcazet vermesi halinde, akit anından itibaren geçerli olarak kabul edilir ve hükümlerini doğurur.

Nahr

Sözlükte hayvanı boğazından kesmek, boğazına vurmak, göğüs göğüse karşı olmak, karşılamak gibi anlamlara gelen nahr, bir dinî kavram olarak, bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarlarını kesmek suretiyle kesilmesini ifade eder.

Kur’an-ı Kerîm’de nahr kelimesi, Kevser suresinde geçmekte olup, manasında alimler ihtilaf etmişlerdir. Hanefîler bunu kurban kesmek anlamına geldiğini söylerken, diğerler, namazda kıbleye yönelmek, elleri göğüs üzerinde bağlamak, rükudan sonra tamamen doğrulmak, namaz kılarken göğsünü gererek dik durmak gibi anlamlara geldiğini söylemişlerdir.

Hayvan kesiminde kullanılan metotlardan biri olan nahr, deve kesimi için sünnet olduğu, diğer hayvanların nahr yoluyla kesilmesinin mekruh olduğu kabul edilmiştir. Aynı şekilde boynunun kesilmesi şeklinde yapılan zebihin deve kesiminde uygulanması mekruhtur. Hayvan kesiminde, hayvana eziyet edilmemesi, kıbleye karşı sol tarafına yatırılarak bismillahi Allahu Ekber diyerek kesilmesi gibi kurullara uyulması müstehaptır. (bk. Zebh)

Nâib

Nâib; vekil, birinin yerine geçen, kadı vekili, kadı, dini hükümlere göre hüküm veren hakim, nöbet bekleyen, nöbetle gelen, işleri yürüten anlamlarına gelmektedir. Mazereti sebebiyle hacca bizzat kendisi gidemeyip de yerine bedel gönderilmesi halinde, bedel olarak giden kişiye de nâib denilir. (bk. Bedel)

Nâmahrem

Farsça olumsuzluk eki olan ile Arapça haram kılınan şey anlamına gelen mahrem kelimesinin birleşiminden oluşan nâmahrem, kelime anlamıyla haram olmayan demektir. Dini bir kavram olarak ise, evlenilmesi haram kılınmayan, evlenmesi helal olan kadınlar için kullanılmaktadır. Evlenilmesi yasak olan kadınlar için ise, mahrem tabiri kullanılmaktadır. Türkçe’de bu kelime, sözlük anlamından hareketle bazen yanlış kullanılmaktadır. Ancak burada kastedilen evliliğin haram kılınmasıdır; bakılması veya dokunulması yönünden haramlık kastedilmemiştir. Nâmahrem olan kadının, yüzü ve elleri dışındaki uzuvlarına bakmak ve bunlara dokunmak helal değildir. Kötü niyetli ve şehvetle yüz ve ellerine bakmak da caiz olmaz. (bk. Mahrem)

Namaz

Namaz Farsça bir kelime olup, Arapça’daki salât kelimesinin karşılığıdır. Salât ise, sözlükte, dua, istiğfar, övgü gibi anlamlara gelmektedir. Dinî bir kavram olarak ise, İslâm’ın beş temel esasından olan belli eylemler ve rükünleri bulunan özel bir ibadet şeklidir. Namaz, içerisinde zikir, tesbih, dua, kıyam, rüku, secde gibi alt ibadetleri toplayan önemli bir ibadettir. Namaz amellerin Allâh’a en sevimli olanıdır. Namaz, mü’minin miracıdır. Namaz, insana devamlı olarak Allâh’ı hatırlatır, kalplere sorumluluk duygusunun yerleşmesini sağlar, kötülüklerle, günahla arasında perdedir. Namaz insanın maddî ve manevî temizliğinin vasıtasıdır.

Hanefilere göre namazlar; farz, vacip ve nâfile olmak üzere üçe ayrılır. Farz namazlar da, farz-ı ayın ve farz-i kifâye olmak üzere ikiye ayrılır. Farz-ı ayın olan namazlar, her gün beş vakit kılınan namaz ile Cuma namazı olup, buluğ çağına erişmiş, akıllı her müslümana farzdır. Terk edilmesi, kılınmaması büyük günahtır. Günlük farz namazlar, sabah namazı 2 rek’at, öğle namazı 4 rek’at, ikindi namazı 4 rek’at, akşam namazı 3 rek’at ve yatsı namazı 4 rek’at olmak üzere toplam 17 rek’attır. Cuma günleri öğle vaktinde kılınan Cuma namazı ise, cemaatla kılınmakta olup 2 rek’attır. Farz-ı kifaye olan namaz ise, Müslüman öldüğünde kılınması gereken cenaze namazıdır. Müslümanlardan bir kısmı kıldığında diğerlerinden bu farz düşer. Kılınmadığında, o bölgedeki bütün Müslümanlar günahkar olur.

Vacip namazlar, vacip oluşu kulun fiiline bağlı olmayan (li aynihî vacip) ve vacip oluşu kulun fiiline bağlı olan (li gayrihî vacip) olmak üzere ikiye ayrılır. Li aynihî vacip, vitir namazı ve bayram namazlarıdır. Li gayrihi vacip ise, adak namazı, bozulan nafile namazının kazası ve sehiv secdesidir. Bunlar aslında vacip olmamakla birlikte, ya kişinin adamasıyla ve nafile olarak başladığı bir namazı bozmasıyla veya namazda yapmış olduğu bir hata sebebiyle vacip olmuştur.

Farz ve vacip namazların dışında kalan namazlar ise nafiledir. Namazlardan önce ve sonra kılınan sünnetler; tahiyyatü’l-mescit, kuşluk, teheccüt gibi müstehablar ve kişinin kendisinin kılmış olduğu fazladan namazlar nâfile kapsamında yer alır.

Namazın kişiye farz olmasının şartları, Müslüman olmak, buluğ çağına ulaşmak ve akıllı olmak üzere üç tanedir. Buna namazın vücup şartları denir. Namazın sahih ve eksiksiz bir şekilde kılınabilmesi için, bir  takım farzları, vacipleri, sünnetleri ve âdâbı bulunmaktadır. Farzları yerine getirmemek namazın bozulmasına sebep olur. Vaciplerin terki ise, eğer unutma veya hata ile yapılırsa sehiv secdesi yapılması gerekir; bilerek terk edilmesi halinde namazın yeniden kılınması vacip olur. Sünnetleri ve adabının terk edilmesi ise, namazı bozmadığı gibi, sehiv secdesi veya kazası da gerekmez. Ancak bunların fazilet ve sevabını kaçırmış olur.

Narh

Narh, çarşıda, pazarda satılan her türlü mal için, resmî makamlarca fiyat belirlenmesi anlamına gelmektedir. Fiyatlara narh konması, ihtikârı önleyici bir müeyyide olarak kabul edilebilir.

İslâm’da, prensip olarak alış-verişlerin karşılıklı rızaya dayandığı ve kimsenin razı olmayacağı bir akde zorlanamayacağı kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’e halk müracaat ederek fiyatlara narh koymasını istemişler; bunun üzerine Rasûlullah, “Fiyatları koyan Allah’tır. Rızkı veren, artırıp eksilten de O’dur. Ben ise, hiç kimse benden ne kan ne de mal hususunda hak talebinde bulunmaz olduğu halde Allah’a kavuşmayı diliyorum.” şeklinde cevap vermiştir (Tirmizî, Büyû’, 69; Ebû Dâvûd, Büyû’, 51). Ancak, tâcirlerin haklarını kötüye kullanarak fiyatları fahiş ölçüde yükseltip de halkın zarar görmesi halinde, fiyatlara narh koyulması kabul edilmiştir. Hanefîler ve Mâlikîler, tacirler haddi aşarak, fiyatları fahiş bir şekilde artırdıklarında, insanların uğradıkları zararı kaldırmak maksadıyla, bu konudaki uzmanların görüşlerini aldıktan sonra narh koyulmasında bir sakınca olmadığını kabul etmişlerdir.

İbn Teymiyye narhı zulüm olan narh ve adâlet olan narh şeklinde ikiya ayırmıştır. Narh satıcılara haksızlık getirip, onları razı olmayacakları bir fiyattan satmaya zorluyorsa veya helal kılınan bir kârı yasaklıyorsa bu narh zulüm olan narhtır; haramdır. Tüccarın emsal fiyattan daha fazla almalarını yasaklayıp, emsal fiyatla satış yapmaya zorluyorsa, narh koymak adaleti gerçekleştirdiğinden caizdir; hatta vaciptir.

Hz. Peygamber’in hadiste yanaşmadığı narh, zulüm olan narhtır. Onun narh koymaktan imtina etmesi, narhın yasak olmasından değil, o durumda narh koymanın zulüm olmasından kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber dönemindeki fiyat artışı, malın azlığı sebebiyle arz-talep ilişkisinden doğmuştur. Dolayısıyla, tâcirler mallarını emsal fiyattan sattığı için, narh koymak zulüm olacaktır. Bu sebeple de, Hz. Peygamber narh koymaktan kaçınarak, durumu Allah’a havale etmiştir.

Nass

Sözlükte metin, yazardan varit olan asıl söz, diksiyon, bir şeyin nihayeti, bir manaya ihtimali olan yahut tevile ihtimali olmayan, haber, delil gibi anlamlara gelen nass, İslâm literatüründe genel olarak ayet ve hadisleri ifade etmektedir. Fıkıh usulünde ise, gönderiliş gayesine uygun olarak manasına açık bir şekilde delalet eden lafızdır.

Fıkıh usulünde lafızlar açıklık bakımından zahir, nass, müfesser ve muhkem olmak üzere dörde ayrılır. Nass hükme delaleti bakımından, zahirden daha kuvvetlidir. Bu sebeple zahirle çatışırca nass tercih edilir. Nass, delalet bakımından açık ve kesin olmakla birlikte, tahsis ve te’vîl ihtimaline açıktır. Ayrıca neshi de kabul eder.

Meselâ, “Namuslu ve hür kadınlara zina iftirası atan, sonra da dört şahit getiremeyen kimselere seksen deynek vurun. Onların şahitliklerini ebedî olarak kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir.” ayeti (Nûr 24/4), iffete iftira atanın cezasını açıklamakta olup, kendisi de bunun için gönderilmiştir. Bu sebeple ayet, nasstır.

Nassın Delâleti

Kelime anlamı itibariyle metin veya sözün bir manaya delâlet etmesi manasına gelen nassın delâleti, fıkıh usulünde, lafzın, manadaki ortaklık sebebiyle, lafızda geçen hükmün, lafızda zikri geçmeyen mesele için de geçerli olduğuna delalet etmesidir. Buna mefhûmu muvâfakat veya delâlet-i evlâ dendiği gibi, celî kıyas da denilmektedir.

Daha açık bir şekilde şöyle tanımlanabilir: Nass, ibaresiyle önce bir hükme delâlet eder ve bu hüküm başka bir olaya da tamamen tatbik edilebilirse, nassın bu ikinci hükmü ifade etmesine nassın delâleti denir. Meselâ, anne ve babaya öf demeyi yasaklayan İsrâ suresinin 23. ayeti nassın delâleti yoluyla, hakaret etmeyi, dövmeyi de yasaklamaktadır.

Delâlet bakımından Nassın delâleti, iktizanın delâletinden daha kuvvetli, ibarenin delâleti ve nassın işaretinden ise daha zayıftır. Bu sebeple, iktizanın delâleti ile çatıştığında nassın delâleti; ibârenin delâleti veya nassın işaretiyle çeliştiğinde de bunlar tercih edilir.

Nassın İbaresi

Fıkıh usulünde, lafzın, nassın sevk edildiği manaya delalet etmesidir. (bk. İbarenin Delâleti)

Nassın İşâreti

Fıkıh usulünde, lafız bu maksat için gönderilmemekle birlikte, dil ve mantık kurallarına göre lafızdan dolaylı olarak çıkarılabilen bir manaya delalet etmisidir. (bk. İşaretin Delâleti)

Nebiz

Sözlükte elden bırakılıp atılmış değersiz şey, küpe basılarak elde edilen hurma veya üzüm şarabı yahut şırası anlamına gelmektedir. Fıkıh literatüründe ise, hurma veya üzüm ıslatıldıktan sonra kaynatılarak elde edilen bir içecektir. Bunun yapılış şekilleri ve sertliği, tadı dikkate alınarak hüküm verilmeye çalışılmıştır. Bu konuda birbirinden farklı pek çok görüş bulunmaktadır. Ancak ölçü, diğer içkilerdeki gibi sarhoş etmesi olmalıdır. Şayet yapılan bu içecek tahammur eder de, alkollü bir içki haline gelirse haram olur; aksi halde helaldir. Başka bir ölçü, Hz. Peygamber’in belirttiği gibi çoğu sarhoş ederse azı da haram olur (Buhârî, Eşribe 1; Müslim, Eşribe, 73).

Necâset (Necâsetten Taharet)

Necâset, hakîki ve maddî pislik, kirlilik anlamına gelir. Bundan temizlenmeye de necâsetten taharet denir. Namazın şartlarından birisi de necâsetten taharettir. Namazın sahih olması için, beden, elbise ve namaz kılınacak yerlerin temiz olması şarttır.

İslâm dini temizliğe büyük önem vermiştir. Vücut, elbise ve çevredeki necasetin, her bir zerresinin en iyi bir şekilde temizlenmesi arzu edilmektedir. İdeal olan bu olmakla birlikte, böyle bir temizlik her zaman mümkün olmayabilir. Bu sebeple, dindeki kolaylık ilkesinden haraketle ibadetler için gerekli maddî temizliğin alt sınırını belirlemede ölçüler getirilmeye çalışılmıştır. Bu aynı zamanda, namazın sahih olması için gerekli olan temizliğin alt sınırıdır.

Namazın sıhhatine mani olup olmaması bakımından necasetler ikiye ayrılır:

Necâset-i Galîza; ağır necâset anlamına gelmekte olup, insan dışkı ve idrarı, vücudun herhangi bir yerinden akan kan, irin, kusmuk, meni, adet veya lohusalık kanı; eti yenmeyen hayvanların dışkı, idrar ve salyaları, eti yenen hayvanlardan kümes hayvanlarının pislikleri, akan kan; şarap, leş bu grup necasettendir. Namaz kılanın vücudunda, elbisesinde veya namaz kıldığı yerde bir dirhemden (2,08 gr.) fazla bulunması halinde namaza manidir. Mayi olması halinde, avuç ayası kadar bir sahayı kaplarsa namaz sahih olmaz.

Necâset-i Hafîfe; hafif olan necaset anlamına gelmektedir. At ve kümes hayvanları dışındaki eti yenen ehlî hayvanların dışkı ve idrarları ile kuşların pislikleri bu tür necasettendir. Bunların beden veya elbisenin 1/4 ‘inden fazlasına bulaşması halinde namaz sahih olmaz. Bundan az ise namaz kılmak caiz olmakla birlikte, mekruhtur.

İnsanın bedeninde, elbisesinde veya namaz kılacağı yerde namaza mani olmayacak kadar az pislik bulunmasıyla namazın sahih olacağı düşüncesiyle, temizliği ihmal etmek yanlıştır. Bu pislikleri tamamen temizlemek mümkün iken bunlarla namaz kılmak mekruhtur. Diğer taraftan, yeryüzünün tamamının ümmet-i Muhammed için mescit kılındığı, yani her yer potansiyel olarak namaz kılınacak yer olduğu göz önünde bulundurularak, çevrenin de kirletilmemesine dikkat edilmelidir.

Neceş

Neceş, müşteri kızıştırarak fiyatın yükselmesini sağlamak; bir malın fiyatını yükseltmek amacıyla o malı almaya niyetli olmadığı halde alacakmış gibi davranmak demektir.

Hz. Peygamber neceşi, yani müşteri kızıştırmayı yasaklamıştır (Buhârî, Büyû, 58; Müslim, Büyû 11; Ebu Dâvud, Büyû, 46; Tirmizî, Büyû, 65; Nesâî, Büyû, 21; İbnu Mâce, Ticârât, 14,). Bu nedenle İslâm alimleri, müşteri kızıştırmanın haram olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Fakat bu şekilde yapılan alışverişin geçerli olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlere göre böyle gerçekleştirilen bir akit haram olmakla birlikte geçerlidir. Başka bir deyişle, dünyada karşılığı olmamakla birlikte, ahirette cezayı gerektirir. Malikîler ise, hem bu satışın haram olduğunu söylemekte, hem de müşteriye muhayyerlik tanımaktadırlar.

Necis

Necis, kirli, pis anlamına gelir. İslâm’da, bir şeyin temiz olması asıl; kirlilik ise arızîdir. Bu sebeple, dinen necis sayılan şeylerin sayılmasıyla yetinilmiştir. Genel olarak, leş, kan, domuz eti, sarhoş edici içkiler, insan idrar ve dışkısı, kusmuk, eti yenmeyen hayvanların eti, idrarı ve dışkısı dinen necistir. (bk. Necâset)

Nedb

Şâri’in, bir fiilin yapılmasını, kesin olmayan bir tarzla istemesidir. Bu şekilde yapılması istenen davranışa mendûb denir. (bk. Mendûb)

Nehâr-i Şer’î

Nehâr-i şer’î, şer’î gündüz anlamına gelmekte olup, imsak vaktinden başlayıp, güneşin batışına kadar geçen zaman diliminin ismidir. İmsak vakti, fecr-i sâdık da denilen tan yerinin ağarmasıdır. Orucun tek rüknü olan imsak, nehâr-i şer’îde, yani fecr-i sâdıktan, güneşin batışına kadar yemek, içmek ve cinsî münasebetten uzak durmaktır.

Nehiy

Sözlükte bir işin yapılmasını men etme, fiilin yapılmamasını talep gibi anlamlara gelmektedir.

Nehiy fıkıh usulünün önemli konularından birini teşkil etmektedir. Nehiy fıkıh usulünde, otoriter bir tarzda ve kesin olarak bir işin yapılmamasının istenmesi için vazedilen söz şeklinde tarif edilebilir. Şâri’in bir fiili nehyetmesi değişik şekillerde olabilir; “mallarınızı, aranızda haksız sebeplerle yemeyin” şeklinde sarih olabileceği gibi, “ribâdan artakalandan vaz geçin”; “çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar”; “kadınlara vermiş olduğunuz mehirlerden bir şey almanız helal değildir” şeklinde gayri sarih de olabilir.

Alimlerin çoğunluğuna göre, nehiy kural olarak nehyedilenin haram kılındığına delalet eder; ancak özel bir karine olması halinde kerâhete delalet eder (bk. Haram, Mekrûh).

Nehiy, nehyedilen fiilden hemen ve sürekli olarak el çekme talebine delâlet eder. Fakat vakitle sınırlandırılabilir. Nehiy sıgası zaman yönünden muklak ve herhangi bir nass, karine ve örf ile sınırlandırılmamışsa süreklilik bildirir.

İbadet veya muamelât gibi şer’î bir şey hakkında nehiy bulunursa, Hanefîlere göre, nehyedilen şeyin diğer şartları tam ise, nehiy sebebiyle fâsit olmaz; sadece mekruhtur. Meselâ, yevm-i şekte veya bayram günlerinde oruç tutmak, Cuma günü alışveriş böyledir. Bununla birlikte, hem ibadetin, hem de muamelatın fasit olacağını söyleyenler olduğu gibi, ibadetlerin fasit olacağını ve fakat muamelâtın fasit olmayacağını söyleyenler de bulunmaktadır.

Nemâ

Sözlükte artmak, çoğalmak, gelişmek anlamlarına gelen nemâ, dinî bir kavram olarak, bir malın zekata tabi olabilmesi için aranan şartlardan biridir; zekat alınacak malın bilfiil nemalı veya nemalanması mümkün olmasıdır. Günümüz iktisadî anlayışına göre nema, malın sahibine kazanç ve fayda sağlar durumda olması veya kendiliğinden çoğalma ve artma özelliğine sahip olmasıdır. Günümüz vergi sistemlerine göre, kazanç, üretim veya irat temin etmesi veya malın kendisinin artması, çoğalması yeni irat haline gelmesi şeklinde tanımlanabilir.

Dinî literatürde nemâ, hakiki ve takdiri olmak üzere iki çeşittir. Hakiki nema doğum, üreme, ticaret ve benzerleri ile çoğalmaktır. Takdiri nema ise, potansiyel olarak bir malın nemâ imkanının bulunması, artıp çoğalması sahibinin veya vekilinin elinde olması demektir.

Nasslarda ve klasik fıkıh kitaplarında zekâta tabi mallar, para (altın, gümüş, döviz vb.), ticaret malları, toprak ürünleri, hayvanlar, define ve madenler şeklinde sıralanmıştır. Bu mallar incelendiğinde hepsinin namî olduğu görülür.

Zekata tabi malda nemanın şart koşulması sebebiyle alimler, tahıl ve meyvenin zekatının, yılın tekrarı ile tekerrür edemeyeceğine karar vermişlerdir. Zira, tahıl ve meyveden bir defa zekat alındıktan sonra, malikinin elinde senelerce kalsa bile artık bir daha ondan zekat alınmaz. Halbuki hayvanlar daima nemalanmaktadır; bunun için her yıl zekatının verilmesi gerekir.

Bütün bunlardan hareketle, naslarda adı geçmemiş olsa da nemâlı her malın zekata tabi olduğu söylenebilir. Buna göre, ticaret veya gelir getirmesi için alınan ev, daire, dükkan gibi akarların gelirleri ile fabrika gelirlerinden de zekat verilmesi gerekir.

Nesep

Sözlükte akrabalık, baba tarafından olan hısımlık gibi anlamlara gelen nesep, bir fıkıh terimi olarak çocuğun ana babasıyla hısımlık ilişkisidir. İslâm hukukunda nesep ve hısımlık ilişkisi miras, nafaka, hukukî temsil, evlenme mânîleri gibi konularda önemli roller oynamakta, birçok hüküm ve meseleye esas teşkil etmektedir.

Çocuğun kendisini doğuran kadınla nesep ilişkisi kendiliğinden sabit olur. Babasıyla olan nesep bağı ise; a) sahih bir evlilik, b) fasit evlilik veya evlilik şüphesiyle ilişki, c) ikrar yoluyla sabit olur.

Çocuğun babasının bilinmesi halinde, tarafların irâde ve rızalarına bakılmaksızın hısımlık bağı meydana gelir. Bunun reddi veya ortadan kaldırılması mümkün değildir. Sahih bir evlilikte doğan çocuğun nesebi kocaya bağlanır. Ancak bunun için çocuğun evlilikten en az altı ay sonra dünyaya gelmiş olması gerekir. Ayrıca koca çocuğun başkasından olduğunu iddi ederse, mülâane usulü ile mahkemede çocuğun nesebini reddetme imkanına sahiptir. (bk. Liân)

Eşi olduğunu zannederek veya fasit bir nikah akdinde meydana gelen birleşme sonucunda doğan çocuğun nesebi erkekten sabit olur. Bunların dışında, şahsın bulunduğu yerde veya başka bir yerde nesebi bilinmiyorsa, yaş itibariyle babası olabilecek bir kimse babalık iddiasında bulunabilir. Nesebi bilinmeyen şahsın da bunu kabul etmesi halinde nesep sabit olur.

Nezir

bk. Adak.

Nifas

Nifas, lohusalık hali, doğum yapan kadının rahminden gelen kan anlamına gelmektedir. Böyle kadına nüfesâ veya lohusa denir.

Doğumdan ve uzuvları belirmiş cenin düşürülmesinden sonra görülen kan nifas kanıdır. Lohusalık halinin alt sınırı olmamakla birlikte, en çok kırk gün sürer. Kırk günden fazla görülen kan, nifas kanı değildir. Lohusalık günlerinde akıntı bir süre kesilip sonra devam ederse, akıntının kesildiği günler de lohusalık halinden sayılır.

Nifas süresince kadın namaz kılmaz, oruç tutmaz, Kur’an-ı Kerim’i tutamaz ve okuyamaz, mescide giremez, tavaf edemez, cinsel ilişkide bulunamaz. Nifas sebebiyle tutmadığı oruçları daha sonra kaza etmekle birlikte, kılmadığı namazları kaza etmekle yükümlü değildir.

Lohusalık halinde kanın kesilmesiyle kadın yıkanır ve ibadetlerine yapmaya başlar; kırk gün geçtiği halde kan kesilmemişse, özürlü kabul edilir; kırk gün dolunca yıkanır ve ibadetlerini yapar. Çocuk doğurduktan sonra kan gelmeyen kadın ise, yıkanır ve ibadetlerine devam eder.

Nikah

Sözlükte evlenmek ve cinsi ilişkide bulunmak anlamına gelen nikah, bir fıkıh terimi olarak, karşı cinsten iki kişinin, birlikte yaşamalarına ve karşılıklı yardımlaşmalarına imkan veren ve taraflara karşılıklı hak ve sorumluluklar yükleyen bir sözleşmedir. Medenî bir sözleşme olan nikah, bir yönüyle de ibadettir. Hz. Peygamber, “Nikah benim sünnetimdir.” buyurmuştur (İbn Mâce, Nikah, 1). Evlilik, kişiyi zinadan korur, insan neslinin devamını sağlar.

Kişinin gayrimeşru ilişkiye girme tehlikesi bulunması halinde evlenmesi vaciptir. Buna karşılık, eşlerin birbirine karşı olan hak ve sorumluluklarını yerine getiremeyeceği ve haksızlık yapacağı kanaatinin ağır basması halinde ise mekruhtur. Bunların dışında evlilik sünnettir.

Nikahın, iki şahit huzurunda tarafların irade beyanında bulunmak suretiyle akdedilmesi gerekir. Buluğ çağına gelen erkek ve kadın kendi irade beyanlarıyla evlenebilirler. Küçük olanlar ise, velileri tarafından evlendirilebilirler. Buluğ çağına erişmiş kadının velisi olmaksızın kendisinin nikahlanabilmesi mümkün olmakla birlikte, velîsinin de bulunması menduptur. Nikahın sahih olması için, evlenecek kişilerin evlilik engelleri bulunmamalıdır. Evlilik engelleri, evlenecek kadının, erkeğin annesi, büyük anneleri, kızı, torunu, kızkardeşi, kardeş kızları, hala veya teyzesi; eşinin annesi, (nikahtan sonra kendisiyle zifafa girdiği eşinin) kızı, kızkardeşi, halası, teyzesi; oğlunun eşi; süt anne, süt kızkardeş olmaması gerekir. Ayrıca kadının evleneceği erkeğin müslüman olmalı, erkeğin evleneceği kadın ise müslüman veya ehl-i kitap olmalıdır.

Nisap

Sözlükte her şeyin aslı, kökü, önü; bıçak sapı, güneşin battığı yer, bulunması gereken asgari miktar, adet gibi anlamlara gelen nisap, dini bir kavram olarak, zekât, sadaka-i fıtır, kurban gibi ibadetler için konulan bir zenginlik ölçüsüdür. Nisaba, zengin olmanın asgari sınırı veya asgarî zenginlik ölçüsü de denilebilir. Borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla olarak bu kadar mala sahip olan kişi dinen zengin sayılır. Böyle bir kişinin zekat veya sadaka alması helal değildir. Sadaka-i fıtır vermesi ve kurban kesmesi gerekir. Fazla olan bu malın nâmi olması ve üstünden bir yıl geçmesi halinde zekatının verilmesi gerekir.

Zenginliğin asgari sınırı olan nisap Hz. Peygamber tarafından gösterilmiştir. Bu asgarî sınırlar, bir açıdan o dönem İslâm toplumunun ortalama hayat standardını ve zenginlik ölçüsünü göstermektedir. Hadislerde belirlenen nisap miktarları şöyle sıralanabilir; 80,18 gr. altın veya bunun tutarında para, ticaret malı, 40 koyun veya keçi, 30 sığır, 5 deve. Nisap miktarının belirlenmesinde kullanılan bu malların, o dönemin en yaygın zenginlik aracı olduğu açıktır. Nisabın bu mallar üzerinden belirlenmesi, sosyal ve ekonomik şartların fazla değişmediği ileriki dönemlerde de aynen korunmuştur.

Zekat, İslâm ve Müslümanların menfaatine olmak üzere, fakirler için bir yardım olarak sadece zenginden alınan bir vergidir. O halde, yardım edilmeğe muhtaç durumda bulunan fakirden bir vergi almanın manası yoktur. Zira Hz. Peygamber, “Zekat ancak gerçek anlamda zengin olandan alınır” buyurmuştur (El-Müsned, H.No: 7155; Fethu’l-Barî, III/189.).  Bu nedenle, kişinin zekat mükellefi olması için, toplumda zenginlik sınırının, asgarî hayat ve geçim standardının belirlenmesi ve nisapta bunun esas alınması gerekir. Modern vergi sistemlerinde fakirlerin ödeme kudretlerinin yokluğunun dikkate alınarak dar gelirlilerin vergiden muaf tutulması, aynı gayeye yöneliktir.

Niyet

Niyet, kastetmek, karar vermek, kalbin bir şeye yönelmesi, ne yaptığını bilerek yapmak anlamına gelir. Niyette kişinin kalpteki bir tercihi söz konusudur. Bu nedenle niyet, ancak sahibinin açıklaması veya davranış haline dönüştürülmesiyle belli olur.

Niyet herşeyin özü ve başıdır; adeta amellerin ruhu gibidir. Yapmış olduğu ameller niyetine göre değer kazanır. Hz. Peygamber, “Ameller niyetlere göredir. Her kişi için niyet ettiğinin karşılığı vardır. Kimin hicreti Allâh ve Rasûlü için ise, o Allâh ve Rasûlü için hicret etmiştir. Kim de, dünyalık elde etmek veya bir kadınla nikahlanmak niyetiyle hicret etmişse, hicreti bunlaradır.” buyurmuştur (Buhârî, İman, 41; Müslim, İmâre, 155). Kişinin ibadet veya iyilik kastıyla yapmış olduğu mubah şeyler kendisine sevap kazandırır, aksine gösteriş veya başka dünyalık bir amaç uğruna yapılan ibadetler de makbul değildir.

Bu nedenle niyet, ibadetlerde şart koşulmuştur. İbadetlerde niyet ise, kişinin ne yaptığını ve hangi niyetle yaptığını bilmesi şeklindedir. Bu niyetin dil ile yapılması ise, sünnet olarak kabul edilmiştir.

Nükûl

Sözlükte bir işten korkmak, çekinmek, kaçınmak anlamlarına gelen nükûl, İslâm muhâkeme usulü hukukunda, ispat yollarından, delillerden biri olup, mahkemede davâlının yeminden kaçınması anlamın gelmektedir.

Mahkemede hakkın sahibine verilmesi, yerine getirilmesi ispata bağlıdır. İspat ise, delillerle olmakta ve dâvacıya düşmektedir. Hz. Peygamber, “Beyyine davacıya, yemin ise davâyı reddeden davâlıya düşer.” buyurmaktadır (Buhârî, Rehin, 6). Bu hadisten hareketle, dâvacının iddiasını ispat edememesi halinde, davâcının mahkemeden talebi üzerine davâlıya yemin teklif edilir. Yemin genellikle iddiada bulunan tarafın isteği üzerine teklif olunur. Ancak bazı hallerde bizzat hakimin de yemin teklif edilebilir. Dâvâlı yemin ederse, dâvâcının iddiası sabit görülmez. Fakat dâvâlının yeminden nükûl etmesi, yani kaçınması halinde dâvâcının ileri sürmüş olduğu iddia sabit görülerek davacının lehine karar verilir. Ancak Şafiîlere göre, sadece dâvâlının yeminden kaçınması üzerine hüküm bina edilmez, ayrıca davacının da iddiasının doğruluğu konusunda yemin etmesi gerekir.

Müslümanların yemini vallâhi, billâhi, tallâhi şeklinde Allâh üzerine yapılan yemindir. Yemin sadece hukuk dâvâlarında geçerli bir delildir; cezâ dâvalarında delil olarak kullanılmaz.

Nüsük

Sözlükte yıkamak; kulluk, ibadet, taat; kurban, kan gibi anlamlara gelmektedir. Dinî bir kavram olarak da, sözlük manasına uygun olarak, en geniş anlamda ibâdet, Allâh’a yakınlaşmak için yapılan her türlü taat; dar anlamda, kurban kesmek anlamına gelmektedir. (bk. Menâsik)

– O –

Oruç

Oruç; imsak vaktinden iftar vaktine kadar yemek, içmek ve cinsî münasebetten uzak durmaktır. İmsak vakti, başka bir deyişle oruç yasaklarının başlama vakti, fecr-i sâdık, yani tan yerinin ağarmasıdır. Bununla yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının vakti girmiş olur. Bu vakit aynı zamanda sahurun sona erip, orucun başladığı vakittir. İftar vakti ise, oruç yasaklarının sona erdiği, güneşin batma vaktidir. Bu vakitle birlikte akşam namazının vakti girmiş olur.

Akıllı, buluğ çağına erişmiş Müslüman’ın Ramazan orucunu tutması farzdır. Ancak oruç tutamayacak kadar hasta olanlar ile yolculukta bulunanlar oruç tutmayabilirler. Hastalar iyileştiklerinde, yolcular da memleketlerine dönünce tutmadıkları oruçları kaza ederler. Hasta olan kişinin iyileşme ihtimali yoksa, tutmadığı her gün için bir fidye verirler; yani bir fakiri sabah akşam doyururlar. Hayız ve nifas halindeki kadınlar, bu günlerinde oruç tutmayıp daha sonra gününe gün kaza ederler.

Ramazan orucunu kasten ve isteyerek bozan kişi, bozduğu orucu kaza eder ve keffaret öder. Orucun keffareti, iki ay üst üste oruç tutmak, buna gücü yetmezse 60 fakiri doyurmaktır.

Adak oruçların tutulması ile bozulan nafile oruçların kaza edilmesi vaciptir. Bunların dışında kalan ve mekruh olmayan oruçlar ise nafile oruçlardır.

Ramazan Bayramının birinci günü ile Kurban Bayramının dört gününde oruç tutmak tahrimen mekruhtur. Muharrem ayının sadece onuncu gününde, yalnız Cuma veya Cumartesi günlerinde oruç tutmak, yılın tamamını oruçlu geçirmek ve akşam iftar etmeksizin birleştirerek oruç tutmak ise tenzihen mekruhtur.

– Ö –

Ödünç

Ödünç verme, Türkçe’de karz ve âriyet olmak üzere iki anlamda kullanılmaktadır. Karz, altın, gümüş, para veya buğday, arpa gibi mislî bir malın, bir müddet sonra mislinin geri verilmesi üzere verilmesidir. Âriyet ise, bir malın kullanımının, geçici süreyle, ücretsiz olarak başkasına verilmesi demektir. (bk. Karz, Âriyet)

Örf

Örf kelimesi sözlükte ibtidâî tabîi örf, ıstılah, ma’rûf, ihsan, cûd, sahâ, kerem, vergi, atıyye, tanıma, bilme, ikrar eyleme, yüksek kumluk, yüksek yer, at yelesi, horoz ibiği, deniz dalgası, sabır gibi anlamlara gelmektedir. Fıkhın kaynaklarından biri olan örf, insanların çoğunluğunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler ile lafızların, duyulduğunda hatıra başka anlam gelmeyecek derecede özel bir anlamda kullanılmasının teamül haline getirilmesi demektir.

İnsanların alışkanlık haline getirdiği işlere, amelî örf; lafızların özel anlamda kullanılmasının teamül haline getirilmesine ise, kavlî örf denir. Meselâ kira sözleşmesinde, henüz faydalanma gerçekleşmeden ücretin peşin olarak alınmasının adet haline getirilmesi amelî örf; et sözünün kullanımda balığı ifade etmemesi ise kavlî örftür.

Örf, kitap ve sünnete aykırı olup olmaması bakımından sahih örf ve fâsit örf olmak üzere ikiye ayrılır. Sahih örf, muteber bir delil olarak kabul edilmektedir. Kitap ve sünnetin bulunmadığı yerlerde geçerli olup, fetvâ ve hüküm vermede kendisine dayanılan kaynaklardan biridir. Bu nedenle fıkıhta, “adet muhakkemdir”; “örfle sabit olan nassla sebit gibi kabul edilir” kuralları, küllî kaide olarak kabul edilmiştir. Kitap, sünnet gibi kesin bir nassa aykırı düşen fâsit örf ise, geçerli değildir. Meselâ içki kullanımının bir toplumda çok yayılması onun meşru hale gelmesini sağlamaz. Bu gibi durumları örf olarak değerlendirmek doğru değildir.

Örf, kapsamı bakımından âmm ve hâss olmak üzere ikiye ayrılır. Herhangi bir devirde, bütün müslümanların bir davranışı veya bir lafzın özel bir anlamda kullanılmasını adet haline getirmelerine örf-i âmm (genel örf); belirli bir bölge veya ülke halkınınkine ise örf-i hâss denir.

İslâm hukukuna göre hüküm verilirken örfün dikkate alınmasının tabiî sonucu, örf üzerine bina edilen hükümlerin zaman içerisinde örfün değişmesiyle değişikliğe uğramasıdır.

Öşür

Sözlükte onda bir anlamlarına gelen öşür, dinî bir kavram olarak, zirâi mahsullerden alınan vergi veya zekâta denir. Ayrıca bu kavram, onda bir ve katları oranında alınan gümrük vergisi için de kullanılmıştır.

Odun, kamış (şeker kamışı hariç) ve ottan başka topraktan elde edilen her türlü ürünün, az olsun, çok olsun zekatının verilmesi gerekir. Yüce Allâh; “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan infak edin…” (Bakara 2/267); “Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Herbiri meyve verdiği zaman meyvesinden yeyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (En’am 8/141) buyurmaktadır. Hz. Peygamber de, “yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprak mahsullerinde onda bir; kova ile sulananlarda ise yirmide bir vardır” buyurmuştur (Buhârî, Zekât, 55).

Hadiste de belirtildiği gibi, mahsulün zekatının verilmesinde toprağın işlenmesi ve su kullanımı esas olarak alınmaktadır. Buna göre toprak emek sarfedilmeden yağmur, nehir, dere, ırmak ve bunların kanallarıyla sulanıyorsa, çıkan mahsulün 1/10’i; kova, dolap, motor emekle veya ücretle alınan su ile sulanıyorsa 1/20’i zekat olarak verilir. Günümüzde gübre, mazot, işçilik gibi masraflarda üretimin maliyetinde önemli bir yekün oluşturmaktadır. Bu nedenle, yağmur, dere gibi tabiî bir yolla sulanmakla birlikte bu şekilde masraf yapılarak elde edilen zirâî mahsullerin zekatının, emek ve masrafla sulanan topraklara kıyaslanarak 1/20 oranında verilebileceği gibi, bu masrafların elde edilen üründen düşüldükten sonra kalanın 1/10’i zekat olarak da verilebilir.

Özür

Dinmeyen burun kanaması, yaradan kan sızması, idrar tutamama, devamlı kusma, hayız ve nifas dışındaki kadınların akıntısı gibi bedenî rahatsızlıklar, en az bir namaz vakti süresince devam etmesi halinde özür olarak kabul edilmiştir. Böyle olan kimseye de mazûr denir.

İslâm dini kolaylık dinidir; kişiye gücünün üstünde yük yüklemez. Bu nedenle özürlü sayılan kişilerin ibadetlerini yerine getirebilmeleri için onlara kolaylıklar getirmiştir. Bu çerçeveden omak üzere özürlüler, her vakit için abdest alır ve mazeret  teşkilen eden rahatsızlığından başka abdest bozan bir hal meydana gelmedikçe bu abdestle o vakit içerisinde dilediği gibi namaz kılar, Kur’an-ı Kerim okur ve diğer ibadetlerini yaparlar. Namaz vaktinin çıkmasıyla veya başka abdest bozan bir halin meydana gelmesiyle özürlü kimsenin abdesti bozulur.

Şayet özür, bir namaz vakti boyunca hiç meydana gelmezse, özür ortadan kalkmış olur ve o kimse özür sahibi olmaktan çıkar. Özürlü kimseden akan kan, irin, idrar gibi şeylerin çamaşıra dokunması halinde, şayet bundan kaçınması mümkün değil ve temizlediğinde tekrar bulaşacaksa yıkamadan namaz kılabilir. Fakat tekrar dokunmayacaksa, yıkanması gerekir.

– P –

Poligami

bk. Teaddüd-i Zevcât.

– R –

Radâ’

Süt emme ve süt kardeşliği anlamlarına gelmektedir. Süt emen çocuğa râdı’ veya radî’; süt anaya murdi’e denir. (bk. Süt Akrabalığı)

Recm

Sözlükte taşla öldürmek, birine taş atmak, taşa tutmak, sövmek, lanet etmek, kovmak, birinin namusuna iftira etmek gibi anlamlara gelen recm, klasik fıkıh kitaplarında zina eden evli erkek ve kadınların taşlanarak öldürülmesi şeklinde uygulanan bir cezayı ifade etmektedir.

Klasik fıkıh literatüründe zina eden kişilere uygulanan cezanın, muhsan olması halinde recm; muhsan olmaması durumunda ise 100 celde olduğu belirtilmektedir. Zina suçunda kabul edilen muhsanlık ise, sahih bir nikahla zifafa girmek olarak tanımlanmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de recm cezası ile ilgili bir hüküm bulunmamaktadır. Kur’an’da evli olup olmadığı şeklinde herhangi bir ayrım yapılmaksızın zina eden kişinin cezasının 100 sopa olduğu belirtilmektedir (Nur 24/2). Fıkıh kitaplarındaki recm, bazı hadis ve tefsir kitaplarında yer alan Hz. Peygamber’in uygulamasına dayandırılmaktadırlar.

Bu uygulama Medine’de olmakla birlikte zina cezasının belirtildiği ayetten önce mi, yoksa sonra mı olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Diğer taraftan, Hz. Peygamber’in Yahûdîlerden zinâ edenlere de recm ile hükmettiği ve bunun gerekçesi olarak da Tevrat’ta böyle yazıldığını söylediği rivayet edilmektedir. Buna karşılık Kur’an-ı Kerim’de, “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.” buyurulmaktadır (Nisa 4/15).

Kısasta olduğu gibi, daha önceki peygamberlerin şeriatleri İslâm dininide de geçerli olacağı ve Hz. Peygamber’in Tevrat’taki hüküme binaen Yahûdîye recm ile hükmetmesi, Hz. Peygamber döneminde yapılan uygulamanın ayetten önce olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber’in uygulama sonunda, recimden kurtulmak kaçmak istediğinde “keşke bıraksaydınız” demesi ile Nisâ suresinin 15. ayeti birlikte değerlendirildiğinde, bu ayet ile recm hükmünün kaldırıldığı ve daha sonra da Nur suresinin 2. ayeti ile de 100 celde ceza getirildiği anlaşılmaktadır.

Reddiye

İslâm miras hukukunda, ashab-ı ferâiz diye adlandırılan hisse sahiplerinin mirastan paylarını aldıktan sonra, terikenin artıp da kalanı alacak asabe bulunmaması halinde, artan kısmın eşler dışındaki aynı mirasçılar arasında hisselerine göre taksim edilmesine reddiye denir.

Rehin

Sözlükte hapsetmek, alıkoymak, devamlı olmak, sabit olmak gibi anlamlara gelen rehin, bir fıkıh kavramı olarak, bir hak karşılığında teminat olarak bir malı tutmak, bir alacağı güvence altına almak için teslim alınan mal demektir. Rehin verene râhin, rehin alana mürtehin, teslim alınan mala da merhûn veya rehin denir. Kur’an-ı Kerim’de, “Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir.” buyurulmaktadır (Bakara 2/283).

Rehin akdi, icap ve kabul ile kurulur ve rehnedilen şeyin teslim edilmesiyle kesinleşir. Rehin olarak verilecek şeyin muayyen, teslime ve satılmaya elverişli olması ve sözleşme esnasında mevcut alması gerekir. Zira borç ödenmediği takdirde, alacaklı bunu sattırarak alacağını bedelinden alabilir.

Rehin hakkı alacaklıya, rehin olarak verilen malı hakkını alıncaya kadar elinde tutma yetkisi verir. Bunun yanında, borçlunun iflas etmesi veya ölmesi halinde öncelik sağlar. Rehin olarak verilen mal üzerinde alacaklılar veya mirasçılar hak iddia edemezler. Rehin satılıp alacaklı bundan hakkını aldıktan sonra kalan olursa mirasçılara veya diğer alacaklılara verilir.

Rehin alan kişi, rehin veren borçlunun izni olmadan rehin almış olduğu malı kullanamaz, ondan yararlanamaz; sadece alacağını vadesinde ödememesi halinde, sattırarak alacağını bunun bedelinden alabilir. Rehin olarak verilen malın helak olması halinde değeri alacağından düşürülür. Rehin verilen malın değerinin borçdan daha fazla olması halinde, rehin alan, borçtan fazla olan kısmı tazmîn etmez; ne alacak ne de borç kalmaz. Ancak rehin verilen mal, mürtehinin kusuru ile helak olursa, borçtan fazla kısmını tazmîn eder.

Rekat

Sözlükte bir defa rukû etmek, beli bükülüp yüz üstü kapanmak anlamına gelen rekat, dinî bir kavram olarak, namazın bölümlerinden her birini ifade etmektedir. İslâm’ın beş temel esasından biri olan namazın, kıyam, rükû ve iki secdeden oluşan kısımlarından her birine bir rekat denir.

Remel

Sözlükte süratli gitmek, koşmak, bir şeyde ziyadelik, ilave gibi anlamlara gelen remel, dinî bir kavram olarak tavafta kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı bir şekilde yürümek demektir. Ardından sa’y yapılacak tavafların ilk üç şavtında erkeklerin remel yapması tavafın sünnetlerindendir. Remel müşriklere Mü’minlerin kuvvet, azim ve sabırlarını göstermek için sünnet kılınmıştır. Müşrikler, Medine hummasının Müslümanları zayıflattığını söylemeleri üzerine Hz. Peygamber, Müslümanlara tavafın ilk üç şavtında remel yapmalarını emretmiştir (Buharî, Hacc 55; Müslim, Hacc, 240; Tirmizî, Hacc, 39). Gerekçe ortadan kalkmakla birlikte, sünnet olarak günümüze kadar devam etmiştir.

Remel sadece sonunda sa’y yapılacak tavaflarda yapılır. Kadınlar remel yapmazlar. Tavafın sünneti olduğu için terk edilmesi durumunda bir cezâ gerekmez; ancak mazeretsiz olarak terk edilmesi mekruhtur. (bk. Sa’y)

Remy-i Cimar

Sözlükte remy atmak, ayıplamak ve yönelmek; cimar ise, çakıl taşları, kor parçaları gibi anlamlara gelmektedir. Kelima anlamı itibariyle remy-i cimâr, taş atmak demektir. Dinî bir kavram olarak, haccedenlerin kurban bayramı günleri Mina’da, halk arasında şeytan diye isimlendirilen yerlere, usulüne uygun olarak, küçük küçük taşlar atılmasını ifade etmektedir. Atılan taşlara ve bu taşların atıldığı üç ayrı yere de cemre denmektedir. Cemrelerden Mekke yönündeki ilkine küçük veya birinci cemre, ikincisine orta cemre ve üçüncüsüne de büyük cemre veya Akabe cemresi adı verilir. Bu yerlere taş atmaya da remy-i cimar denir. Halk arasında şeytan taşlama olarak da isimlendirilen bu fiil, haccın vaciplerindendir.

Revâtib Sünnetler

Revâtib sözlükte, aylık maaş, rütbe, menzile, derece, makam gibi anlamlarına gelen râtib kelimesinin çoğuludur. Dînî bir kavram olarak revâtib sünnet ise, belirli vakitleri bulunan ve düzenli bir şekilde kılınan sünnet namazları ifade eder. Bunlar günde beş vakit kılınan farz namazlarla birlikte kılınan sünnetler olup, bazıları müekked, bazıları da gayr-i müekkeddirler.

Farzlara tâbî olarak kılınan revâtib sünnetler, sabah namazının farzından önce kılınan iki; öğle namazının farzından önce dört, sonra iki; ikindi namazının farzından önce dört, akşam namazının farzından sonra iki; yatsı namazının farzından önce dört, sonra iki olmak üzer toplam 20 rek’attır. Bunlardan ikindi ve yatsı namazından önce kılınan dörder rekat namaz gayri müekked, diğerleri ise müekkeddir. Hz. Peygamber müekked sünnetler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Sünnette gelen oniki rek’ate kim devam ederse Allah ona cennette bir ev bina eder: Bu oniki rek’atin, dördü öğleden önce, ikisi öğleden sonra, ikisi akşamdan sonra, ikisi yatsıdan sonra, ikisi de sabahtan öncedir” (Tirmizî, Salât, 206; Nesâî, Kıyamu’l-Leyl, 66; İbnu Mâce; İkâmet, 100). Cuma namazının farzından önce ve sonra kılınan dörder rek’atlık sünnetlerde, farzlara tâbi nâfileler kapsamında yer alır. Ayrıca Ramazan ayında yatsı namazından sonra kılınan terâvih namazı da, sünnet-i müekkede olup, Ramazan ayına mahsus revâtibdendir.

Re’y

Sözlükte görmek, görüş anlamına gelen re’y, bir fıkıh terimi olarak, müçtehitlerin, Kur’an ve hadiste açıkça bildirilmeyen bir mesele hakkında dînî delillerden çıkarmış oldukları hükümleri ifade etmektedir. Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel’i Yemen’e kadı olarak gönderirken, önüne gelen problemin çözümü konusunda Kitap ve sünnette bir hüküm bulamadığında neye göre hüküm vereceğini sorması üzerine, Muaz “kendi reyimle içtihat ederim” şeklinde cevap vermiş, Hz. Peygamber de bunu memnuniyetle karşılamıştır (Tirmizî, Ahkam, 3; ed-Daremi, Mukaddime, 19). Bu manada re’y, içtihat ve kıyas karşılığı olarak kullanılmaktadır. (bk. İçtihat, Kıyas)

Rıtl

Rıtl, eskiden kullanılan bir tür ölçeğin ve ağırlık biriminin ismidir. Ülkelere göre miktarı değişmektedir. Ülkelere göre ve anlayışlara göre, yaklaşık 0,45 litreden, 1 litreye; 436 gramdan 1.350 grama kadar farklı miktarlar kabul edilmiştir.

Ric’î Talâk

Boşama türlerinden birisi olup, erkeğe, yeni bir nikâha ihtiyaç olmadan tek taraflı irade beyanı ile boşadığı eşine dönebilme imkanı veren talâktır. Bir boşanmanın ric’î talâk olabilmesi için, boşanmanın zifaftan sonra meydana gelmesi, şiddet veya mübalağa ifade etmeyen bir tarzda yapılmış olması, ayrıca bu talâkın üçüncü boşanma olmaması gerekir.

Koca, açık bir beyanla karısına geri döndüğünü söylemek suretiyle boşadığı eşine dönebileceği gibi, bir beyanda bulunmaksızın fiilen evlilik hayatına da dönebilir. Bu dönüşün, kadının iddeti içerisinde olması gerekir.

Ric’î talâkta evliliğin iddetin sona ermesine kadar devam ettiği kabul edildiğinden, bu süre içinde eşlerden birisinin ölmesi halinde diğerine mirasçı olur, ayrıca müeccel (vadeli) mehirde iddetinin sonunda mehrin vadesi dolmuş olur.

Rics

Rics, murdar, necis, pislik, günah, çirkin ve murdar iş, azabı gerektiren iş, haram, lânet, küfür, Şeytan’ın vesvesesi gibi anlamlara gelmektedir. Rics kelimesi Kur’an-ı Kerim’de de, şirk (Hacc 22/30); günah (Ahzab 33/33); öfke, azab (En’âm 6/125; A’râf 7/71; Yunus 10/100); şekk (Tevbe 9/125); çirkin iş (Tevbe 9/95); murdar ve necis (Maide 5/90; En’am 6/145) anlamlarında kullanılmıştır. Yüce Allâh “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide, 5/90); “De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış birşey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir.” (En’am 6/145) buyurmaktadır. (bk. Necis, Necaset)

Rikaz

Maden, define ve hazine gibi kendiliğinden yer altında bulunan veya insanlar tarafından yer altına gömülüp gizlenen her türlü kıymetli maden ve eşyaya rikaz denilmektedir. (bk. Define).

Rikk

Rikk, kölelik anlamına gelmekte olup, köleye de rakîk denir. (bk. Köle)

Ruhsat

Sözlükte izin, kolaylık, hisse, pay, permi, lisans gibi anlamlara gelen ruhsat, bir fıkıh terimi olarak, meşakkat, zaruret, ihtiyaç gibi özürler göz önünde bulundurularak, yalnız bu geçici durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş ve geçici hükmü ifade eder. Meselâ, namazlarda ayakta durmaya güç yetiremeyenin oturduğu yerde namaz kılmasına izin verilmesi; hasta ve yolcunun Ramazan’da oruç tutmayıp daha sonra kaza etmelerine müsaade edilmesi birer ruhsattır.

Buna göre azîmet, asıl ve genel olan hükümdür; herkesi ilgilendirir ve her mükellef buna uymak zorundadır. Ruhsat ise, asıl hüküm değildir; bu asıl hükmün yerine getirilmesi imkansız veya meşakkatli olduğu için ikinci derecede gelen bir hükümdür.

Ruhsat genel olarak, yapma ruhsatı ve terk etme ruhsatı olmak üzere ikiye ayrılır. Yapma ruhsatı, asıl hükmün bir şeyi haram kıldığı yerlerde söz konusudur. Zaruret ve zaruret derecesine varan ihtiyaç hallerinde haram olan şeyleri yapmak mubah hatta bazen vacip olur. Yapma ruhsatında, bazen mükellef asıl hükme uymakla, ruhsattan yararlanmak arasında serbest bırakılır. Kişinin küfrü gerektiren söz söylemesi konusunda ölüm tehdidi altında bulunması böyledir. Bu durumdaki kimsenin imanını gizleyip küfrü gerektiren sözleri söylemesinde ruhsat bulunmakla birlikte, söylememekte direnmesi de caizdir; küfrü gerektiren sözü söylemediği için öldürülürse şehit olur. Bazı durumlarda ise, mükellefin aslî hükmü terkedip ruhsattan yararlanması vacip olur. Açlıktan ölüm tehlikesiyle karşılaşan kimsenin domuz veya ölü eti yemesi böyledir. Böyle kimsenin yemeyip de ölmesi halinde dinen sorumlu olur. Terketme ruhsatı, asıl hükmün bir şeyi yapmayı gerektirdiği durumlarda verilen ruhsatlardır. Farz veya vacip olan bir fiilin yerine getirilmesinde ek bir meşakkat bulunduğunda, bu farz veya vacibi terk etme ruhsatı tanınır. Meselâ hasta veya yolcunun Ramazan orucunu günlerinde tutmayıp daha sonra kaza etmeleri böyledir.

Bunun dışında bazı fıkıh usulcüleri, genel kurallara aykırı olmasına rağmen insanların ihtiyaç duydukları bazı akitlerin meşru kabul edilmesini ve önceki ümmetlere yüklenilen bazı zorlukların Hz. Muhammed’in ümmetinden kaldırılmasını da ruhsat içerisinde değerlendirmişlerdir. Ancak bunların geçici olmaması ve arızî bir mazerete dayanmaması sebebiyle, bunlara gerçek manada ruhsat denmeyip, kolaylık anlamında mecaz bakımından ruhsat denilebilir

Rü’yeti-i Hilal

Kelime anlamı bakımında hilalin görülmesi anlamına gelen rü’yet-i hilal, dinî bir kavram olarak, kamerî ayların tespitinde ayın gözetlenmesi ve görülmesi anlamına gelmektedir.

Namaz vakitlerinin belirlenmesinde güneşin hareketleri; oruç, hac, zekat, fıtır sadakası, kurban gibi ibadetlerle bayramın zamanlarının tespitinde ise ayın hareketleri esas alınmaktadır. Bu ibadetlerin zamanlarının doğru olarak belirlenmesi, Kameri aybaşlarını, özellikle Ramazan, Şevval ve Zilhicce aylarının ilk günlerinin doğru tespitine bağlıdır.

Kameri ayların tespitinde hilalin gözlenmesi önemli bir yer tutmakta idi. Ancak günümüzde, atmosfer olayları ve gezegenlerin durumlarının çok ince bir şekilde hesaplanabildiğinden, ayların başlangıcı da tam olarak hesaplanabilmektedir. Dinin özüne uygun olan da budur. Zira Yüce Allâh; “… yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için aya konak yerleri düzenleyen O’dur” (Yunus 10/5); “güneş ve ayın hareketleri bir hesaba göredir” (Rahman 55/5) buyurmak suretiyle ayların hesapla tespit edilebileceğine işaret etmiştir.

Hz. Peygamber’in, hilal görülünce oruç tutulması ve hilal görülünce bayram yapılması konusundaki tavsiyeleri (Buhari, Savm, 5; Müslim, Sıyam, 3-4), “Biz ümmî bir toplumuz;hesabı ve okuma yazmayı bilmeyiz. Ay kah şöyledir, kah böyledir. Yani bazen 29 çeker, bazen 30.” (Buhari, Savm, 11, 13; Müslim, Sıyam, 15) hadisi ile birlikte değerlendirildiğinde, hesap ile ayın başlangıcının tespitinin yasak olmadığı, o zamanki toplumun hesap bilmemesi ve o günün teknik imkanlarının yetersiz olmaması sebebiyle bu tavsiyede bulunduğu anlaşılacaktır.

Günümüzde ayın bütün hareket ve menzillerinin en ince teferruatına kadar bilinip kolaylıkla hesap edilip, dinî ölçülere uygun olarak, hilalin ilk görüleceği yer ve zaman kesin olarak bilinebildiğinden, kamerî ayların tespit ve ilanında astronomik verilere itibar edilmelidir.

Rücû’

Sözlükte dönmek anlamına gelen rücû’, Kur’an-ı Kerîm’de, yüzden fazla yerde sözlük manasına uygun olarak kullanılmaktadır. Bir fıkıh kavramı olarak ise, ricî talâkla boşanan erkeğin, yeni bir nikâha ihtiyaç olmadan boşadığı eşine dönmesi; şahitlikten dönmek ve hakkını veya alacağını almak üzere ilk borçluya dönmek gibi anlamlara gelmektedir. (bk. Ricî Talâk)

Rükn

Sözlükte bir şeyin kuvvetli, sağlam olan yanı, köşesi; büyük iş; mal, mülk gibi medârı kuvvet olan şey, direk, destek, bir şeyin aslını oluşturan parçalardan her biri; cüz, unsur gibi anlamlara gelen rükn, dini bir kavram olarak, ibâdetlerin ve akitlerin aslî unsurlarını ifade etmektedir.

Halk arasında namazın içinden olan farzları diye adlandırılan ve namazı oluşturan kıyam, kıraat, rükû, secde, ka’de gibi fiil ve davranışlar, namazın rükünleridir. Hacda Arafat vakfesi ve ziyaret tavafı, oruçta imsak bu ibadetlerin rükünleridir. Genel olarak icap ve kabul de akitlerin rüknünü oluşturur. İbadet ve hukukî işlemlerde rüknün bulunmaması, onun bâtıl olmasını doğurur. (bk. Bâtıl, Butlân, Fesât)

Ayrıca sözlük manasına uygun olarak, Kabe’nin her bir köşesine de rükn denilmektedir. Hacerü’l-esvedin bulunduğu köşeye Rüknü Haceri’l-Esved denir. Diğerlerine de o yöndeki ülkelere nispetle Rüknü Irakî, Rüknü Şâmî ve Rüknü Yemânî isimleri verilmiştir.

Rükû

Sözlükte eğilmek, beli bükülmek, yüz üstü kapanmak, boyun eğmek gibi anlamlara gelen rükû, dini bir kavram olarak, namazın rükünlerinden birisi olup kıraatten sonra elleri dizlere koyacak şekilde eğilmek demektir. Rükû edene de râki’ denir. Bu kelime türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de rükû manasına kullanıldığı gibi (Bakara 2/43, 125; Tevbe 9/112; Hacc 22/26, 77), eğilmek (Âl-i İmrân 3/43; Mürselât 77/48), emre boyun eğmek (Maide 5/55) ve yere kapanmak (Sad 38/24) anlamlarında da geçmektedir.

Hz. Peygamber’in uygulamalarına göre rükuda, eller dizler üzerine konur, sırt ve baş düz bir şekilde tutulur; sırt kamburlaştırılmaz, baş yukarı doğru dikilmez. Vücut sükunete erişinceye kadar rükûda kalır. Bunun süresi “sübhanallahi’l-azîm” diyecek kadar beklemektir. Rükûda üç defa “sübhane rabbiye’l-azîm” demek sünnettir. Rükû’u tamamlayınca “semi’allahu limen hamideh” diyerek doğrulur. Bu doğruluş vaciptir.

Rüşd

Sözlükte erginlik, reşitlik, olgunluk gibi anlamlara gelen rüşd, bir fıkıh terimi olarak, dinî vazifeleri yerine getirme ve malını kontrol edebilme çağını ifade etmektedir.

Kişinin dinî vazifelerini yerine getirmekle sorumlu tutulacağı yaş, buluğ çağına erişmesidir. Akıllı olarak buluğ çağına ulaşan kişi, dinî görevleri açısından reşîttir; bunları yerine getirmesi gerekir. (bk. Bulûğ)

Malını kontrol edebilme, mallarının kendisine teslim edilmesi anlamındaki rüşd konusunda da, bulûğ çağı ölçü olarak alınmıştır. Ancak bunda ayrıca, karını ve zararını hesap edip akıllıca tasarrufta bulunacak şekilde olgunluğa erişmesi de aranır. Bu anlamdaki rüşd, fakihlere ve hukuk anlayışlarına göre değişmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, “Allah’ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı zayıf olup da saçıp savuranlara (reşit olmayanlara) vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin. Evlilik çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin, eğer onlarda akılca bir rüşd görürseniz hemen mallarını kendilerine verin.” buyurulmaktadır (Nisâ 4/5-6).

Fakihlerin tamamı rüşdün alt sınırını bulûğ olarak kabul etmekle birlekte üst sınırı konusunda ihtilafa düşmüşlerder. Bazı fakihler rüşdün üst sınırı için bir yaş belirlemezlerken, İmam-ı Azam, 25 yaşını en üst sınır olarak kabul etmiştir. Bu yaşa ulaştığında, tasarruflarında normal davranmasa da, rüşd çağına ulaştığı için malı kendisine teslim edilir ve tasarrufuna hacr konulmaz demiştir. Kanunlarda da rüşd yaşı, ülkelere göre 17 – 21 arasında farklı yaşlar belirlenmiştir.

– S –

Sâ’

Sâ’, eskiden kullanılan bin dirhemlik bir ölçeğin ismidir. Genellikle buğday, arpa gibi hububâtın ölçüldüğü sâ’, günümüzde kabul edilen ondalık sisteme dayalı gram, kilogram gibi ölçülere göre, bir sâ’ ise 2,917 gr. gelmektedir.

Sadaka

Allâh Teâlâ’nın rızasını kazanmak niyetiyle, karşılıksız olarak fakir ve muhtaçlara yardım etme, iyilik ve ihsanda bulunma demektir. Farz, vacip ve mendub şeklinde taksim edilebilir. Zekât ve zaruret derecesinde ihtiyaç içerisinde bulunan kimseye yardım etmek farz, sadaka-i fıtır vacip ve diğerleri ise menduptur. (bk. Zekât, Sadaka-i Fıtır)

Hz. Peygamber sadaka ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Güneşin doğduğu her yeni günde kişiye, her bir mafsalı için bir sadaka vermesi gerekir. İki kişi arasında adâlet yapman bir sadakadır. Kişiye hayvanını yüklerken yardım etmen bir sadakadır. Güzel söz sadakadır, namaza gitmek üzere attığın her adım sadakadır. Yoldan rahatsız edici bir şeyi kaldırıp atman sadakadır.” (Buhârî, Cihâd, 72, 128; Müslim, Müsâfirûn, 84). Başka bir hadislerinde de, “Kardeşine karşı izhar edeceğin tebessümün bir sadakadır. Emr-i bi’l-mâ’rufun ve nehy-i ani’l-münkerin sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü sakat kimse için görüvermen sadakadır; yoldan taş, diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır; kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır.” buyurmuştur (Tirmizî, Birr, 36).

Sadaka-i Fıtır

Halk arasında fitre de denilen sadaka-i fıtır, sadaka ve iftar etme, Ramazan Bayramı, yaratılış anlamına gelen fıtır kelimelerinin bileşiminden meydana gelmiştir. Sadaka-i fıtır, dinen zengin olarak Ramazan ayının sonuna yetişen Müslümanın belirli kimselere vermesi vacip olan bir sadakadır.

Sadaka-i fıtır, borcundan ve aslî ihtiyaçlarının dışında, 80,18 gr. altın veya onun değerinde paraya sahip her Müslümana vaciptir. Bunda, zekatta olduğu gibi, malın nâmî olması ve üzerinden bir yıl geçmesi gibi bir şart söz konusu değildir. Dinen zengin olan çocuk ve delinin malından velî veya vasîsi verir. Bu sadakanın vacip olma zamanı Ramazan Bayramının birinci günü olmakla birlikte, Bayramdan önce de verilebilir. Bayramdan önce verilmesi daha iyidir. Bununla birlikte, Bayram günü veya daha sonra da verilebilir.

Sadaka-i fıtır, Hz. Peygamber devrinde 1/2 sa’ (1460 gr.) buğday veya 1 sa’ (2917 gr.) arpa, kuru üzüm ya da hurma olarak verilmekteydi. Bunlar o dönemde, toplumun temel tüketim maddeleri olup, miktarlar arasında da denklik bulunmaktaydı. Diğer taraftan fitrenin hedefi, bir fakirin içinde yaşadığı toplumun hayat standardına göre bir günlük yiyeceğinin karşılanması, böylece bayram sevincine iştirak etmesidir. Bu sebeplerle, günümüzde sadaka-i fıtırın sayılan maddelerde ve o ölçülerde verilmesi, sadakanın gayesini gerçekleştireceği söylenemez. Bu nedenle, herkesin çevre, statü ve bölge ihtiyaçlarına göre, bir şahsın bir günlük yiyeceğini sağlayacak miktarı ölçü alması isabetli olacaktır. Yüce Allâh yemin keffaretiyle ilgili olarak, “Ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden” (Maide 5/89) buyurmak suretiyle ölçüyü göstermiştir. Buna göre herkes ortalama olarak tükettiği yiyecek maddelerinden fitresini hesaplamalıdır.

Dinen zengin sayılanlara, usul (anne, baba, dedeler ve nineler), furua (oğul, kız ve torunlar) ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere sadaka-i fıtır verilmez. Bir kimse, fitresini bir fakire verebileceği gibi, birkaç fakire de dağıtabilir.

Saf

Saf, cemaatle kılınan namazlarda, cemaatin aynı hizada durmalarını ifade etmektedir. Cemaatle namaz kılınırken, imama uyan sadece bir erkek ise, topuğu imamınkinden birez geride olacak şekilde imamın sağında durur. Bir özür bulunmaksızın solunda veya arkasında durması mekruhtur. Kadın ise imamın arkasına durur. Bir erkek ve bir kadın olması halinde, erkek imamın sağına, kadın ise arkasına dururlar. İmama uyanlar birden fazla ise, imamın arkasına aynı hizada dururlar. Cemaatin çak sayıda erkek ve kadınlardan oluşması halinde, önce erkekler, daha sonra erkek çocuklar ve daha sonra da kadınlar saf tutarlar. Kadınların erkeklerle aynı hizada durmaları caiz değildir. (bk. Muhâzât-ı Nisâ)

Safların arasında boşluk bırakılmaması ve düzgün olması gerekir. Hz. Peygamber, “Safları düzeltin! Çünkü saffı düzeltmek namazın tamamındandır” buyurmuşlardır (Müslim, Salât, 124). Erkekler için safların en faziletlisi birinci saftır; daha sonra ikinci, ondan sonra üçüncü ve böylece devam eder.

Safâ ve Merve

Kâbe’nin doğusunda bulunan iki küçü tepeciğin isimleridir. Bugün Mescid-i Haramın duvarı ile bitişik haldedir. Kur’an-ı Kerim’de Safa ve Merve ile ilgili olarak; “Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah’ın koyduğu nişanlardandır. Her kim Beytullah’ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir.” buyurulmaktadır (Bakara 2/158). İki tepe arasındaki mesafe 350 m. olup, hac menasikinden olan sa’y, bu iki tepe arasında yapılır. (bk. Sa’y)

Sahib-i Tertîb

Tertîb sözlükte düzenli, sıralı anlamına gelmektedir. Sahib-i tertîb ise, sıra, düzen sahibi demektir. Dinî bir kavram olarak ise, üzerinde kazaya kalmış namaz borcu bulunmadığından veya kazaya kalan namazlarının toplam sıyısı beş vakti geçmediğinden, namazda sıra gözetmesi gereken kimse demektir.

Tertib sahibi olan kimsenin günlük namazlarını kılarken veya kaza ederken namazın tertibini bozmaması, vakitleri sırasına göre kılması gerekir. Ayrıca bir farz namazını vaktinde kılmamış olması halinde, daha sonraki vakit namazını kılmadan önce bunu kaza etmesi lazımdır.

Kazaya kalan namazların sayısının altı vakit veya daha fazla olması, kaza namazı kılınması halinde vaktin namazını kılacak kadar vakit bulunmaması veya kılınmayan namaz olduğunun hatırlanmaması halinde tertibe riayet etmek zorunlu değildir.

Sahur

Oruç tutacak kişilerin imsak vaktinden önce gece yedikleri yemeğe sahur denir. Sahur oruca dayanma gücü verdiğinden, sahura kalkmak müstehaptır. Hz. Peygamber, “Sahur yeyiniz; çünkü sahurda bereket vardır” buyurmuştur (Buhârî, Savm, 20; Müslim, Sıyam, 9). İftarda acele etmek, sahuru geciktirmek sünnettir. Ayrıca sahur vakti, duaların makbul olduğu vakitlerden biridir.

Sâî

Sözlükte tahsildar, müvezzi, koğucu gibi anlamlara gelen sâî, dinî bir kavram olarak, zekat toplayıcısı anlamına gelir. Sâî, emvâl-i zahire denilen, hayvan ve toprak mahsullerinin zekatını toplamak üzere görevlendirilen vergi tahsildarıdır. Söz konusu malların orta hallilerinden zekatını toplayarak, zekat sarf yerlerine harcanmak üzere hazineye irat kaydeder. Sâînin ücreti, toplanan zekattan verilebilir. Kur’an-ı Kerimde, “Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, zekât toplayan memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.” buyurulmaktadır (Tevbe 9/60).

Sâime

Sözlükte kendi başına olup istediği yere giden, serbest, otamaya bırakılan gibi anlamlara gelen sâime, dini bir kavram olarak, senenin çoğunu meralarda otlayarak geçiren hayvanları ifade etmektedir. Bunun karşıtı olarak, yemle beslenen hayvanlara ma’lûfe; ziraat, nakliyat gibi işlerde kullanılan hayvanlara da âmile denir.

Üretmek, süt veya yün almak amacıyla beslenen sâime, nisap miktarına ulaştıkları takdirde zekâta tabidirler. Hz. Peygamber, hangi hayvanlardan ne kadar zekat alınacağı ve nisaplaranı yazmış olduğu uzun hadislerinde, zekatın sâimeden alınacağına işaret etmektedir (Buhâri, Zekât, 33, 34, 35, 37, 38, 39, 40; Ebû Dâvûd, Zekât 4; Nesâi, Zekât, 5). Buna göre senenin çoğunu meralarda otlayarak geçiren koyun, keçi, sığır, manda ve develer nisap miktarına ulaşınca zekatları verilmesi gerekir. Devenin nisabı 5 deve, sığırın nisabı 30 sığır ve koyunun nisabı da 40 koyundur.

Yılın çoğunu yemle beslenen ma’lûfe, başka bir ifadeyle besi hayvanları ile ziraat, nakliyat gibi işlerde kullanılan âmile hayvanlar için zekat gerekmez. Ancak besi hayvanı ticaret için yapılıyor ve üzerinden de bir sene geçmiş ise, diğer ticaret mallarında olduğu gibi harcamaları düşürülerek zekatı verilir.

Salâ

Salâ, Cuma ve cenaze namazlarını ilan etmek amacıyla minarelerden, Hz. Muhammed ve diğer peygamberler için okunan salavâta denir. Bu uygulama Hz. Peygamber ve ilk dönemlerde bulunmadığı halde, daha sonra ortaya çıkmıştır.

Salât

bk. Namaz.

Sanayi Şirketi (Şirket-i A’mal)

İslâm hukukunda, iki veya daha fazla şahsın belli bir işi yapmak üzere kurdukları emeğe dayalı iş gücü ortaklığıdır. (bk. Şirket)

Sarf

Sözlükte çevirmek, döndürmek, halis yapmak, harcamak, para bozdurmak gibi anlamlara gelen sarf, bir fıkıh kavramı olarak, altın, gümüş veya nakit paraların kendi cinsleriyle veya diğer para cinsleriyle değişimini ifade eder.

Sarf akdinde, faiz amaçlı kullanılması ihtimalinden hareketle, iki bedelin de peşin olarak ödenmesi şart koşulmuştur. Hz. Peygamber, altının gümüş mukabilinde veresiye satılmasını yasaklamış (Buhârî, Büyû, 80, 8; Müslim, Müsakât, 87; Nesâî, Büyû 49); “Altın altınla peşin olmazsa ribâdır.” buyurmuşlardır (Müslim, Musâkât, 79; Ebu Dâvud, Büyû, 12).

Bunun yanında altının altınla, gümüşün gümüşle veya aynı cins paranın kendi cinsleriyle değişiminde, miktarların eşit olması da şarttır. Hz. Peygamber, “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurma ile, tuz tuzla başbaşa misliyle, peşin olarak satılır. Kim artırır veya artırılmasını taleb ederse ribâya girmiştir. Bu işte alan da veren de birdir.”  buyurmuştur (Müslim, Müsâkât, 82). Ancak bu şart, altının altınla, Türk Lirasının Türk Lirasıyla veya Doların Dolarla değişiminde olduğu gibi aynı cinslerin birbirleriyle değişiminde söz konusudur. Farklı cinslerin değişiminde, peşin olarak değiştirilmesi gerekmekle birlikte, miktarlarının eşit olması şart değildir.

Sarih

Sözlükte açık, vâzıh, zâhir, halis gibi anlamlara gelen sarîh, bir fıkıh usulü terimi olarak,1 kendisinden kastedilen manâ açıkça anlaşılan lafızları ifade eder. Fıkıh usulünde lafızlar, delâlet bakımından, apaçık lafızlar ve bu şekilde açıklığa sahip olmayan lafızlar şeklinde ikiye ayrılır. Açık lafızlar, hükme apaçık bir şekilde delâlet ettiğinden, bunların gereğine göre teklif mümkündür. Lafızlar, açıklığına ve delâletlerinin kuvvetlerine göre dörde ayrılır; zâhir, nass, müfesser ve muhkem. Delalet bakımından en kuvvetlisi muhkem, en aşağı mertebede olanı da zâhirdir. (bk. Zâhir, Nass, Müfesser, Muhkem)

Sârik

Sârik hırsızlık yapan demektir. Hırsızlık yapmaya ise sirkat denir. (bk. Sirkat)

Savm

bk. Oruç.

Sa’y

Sözlükte çalışmak, çalışıp kazanmak, gayret etmek, kastetmek, koşmak, yürümek gibi anlamlara gelen sa’y, dinî bir terim olarak, hac ve umre esnasında Kâbe’nin doğusundaki Safâ ve Merve denilen iki tepenin arasında, Safâ’dan başlayıp Merve’de tamamlanmak üzere yedi defa gidip gelmeyi ifade eder. Safâ ile Merve arasındaki mesafeye, sa’y edilen yer anmalına mes’â denir.

Sa’y hac ve umrenin vaciplerinden olup, geçerli olması için, hac veya umre için; ihramlı olarak yapılan muteber bir tavaftan sonra yapılması, Safâ’dan başlayıp Merve’de son bulması gerekir. Sa’y hac için yapılıyorsa, hac ayları başladıktan sonra yapılmalıdır.

Sa’yi yedi şavta tamamlamak ve bir mazeret bulunmadıkça yürüyerek yapmak sa’yin vaciplerini oluşturur. Sünnetine uygun olarak sa’yin yapılışı şöyledir: Tavaftan sonra ara vermeden Hacerü’l-Esved istilâm edilerek Safâ tepesine çıkılır, sa’y yapmaya niyet edip, tekbir, tehlil, zikir ve dua okuyarak Merve’ye doğru yürür. Erkekler yeşil ışıklı sütunların arasında hervele yapar. Merve’ye varınca Kâbe’ye yönelinerek tekbir, tehlil getirir. Böylece sa’yin ilk şavtı yapılmış olur. Aynı şekilde, Safâ’dan Merve’ye dört gidiş, Merve’den Safâ’ya üç dönüş olmak üzere yedi şavt bitince sa’y tamamlanmış olur. Sa’yin abdestli olarak yapılması, elbise ve bedende namaza mani pisliğin bulunmaması da, sa’yin sünnetlerindendir.

Sayd

Sayd avlanma anlamına gelmekte olup, tabiatı itibariyle yabanî, insandan kaçan ve normal yollarla elde edilemeyen hayvanların yakalanmasını ifade eder. Eti yenen hayvanların eti ve diğer cüzleri için, eti yenmeyen hayvanların ise deri, kıl, diş gibi cüzlerinden yararlanmak ya da zararlarından kurtulmak için avlanmaları caizdir. Ancak bununla birlikte, avlanmanın çevre ve ekolojik dengeye zarar vermemesi, hayvan neslini yok etmemesine özen gösterilmelidir. Bu konuda yetkili mercilerin almış oldukları tedbirler ve kısıtlamalar hukuken ve dinen de bağlayıcıdırlar.

Avlanan hayvanın etinin yenebilmesi için; av yapan kişinin, dinen hayvan kesmeye ehil olması gerekir, müşriklerin avladıkları ve temyiz gücüne sahip olmayan çocuk ve delilerin avladıkları helal olmaz. Ayrıca, avcının ihramlı olmaması, ava niyet etmiş veya avın üzerine avcı hayvanını salmış olması, silahı kullanırken veya hayvanı salarken besmele çekmesi gerekir. Avcı hayvanın kendisinin yakalaması halinde ve avlananın kasten besmeleyi terk etmesi halinde avın eti yenmez. Avcının, silahını attıktan veya avcı hayvanını saldıktan sonra oyalanmadan av hayvanının peşine gitmesi gerekir; ölmeden yetişmesi halinde dinî usule göre boğazlanmalıdır.

Avlanan hayvanın yenebilmesi için, eti yenen hayvanlardan olması, yaratılış bakımından vahşi olması, avlanan hayvan yaralı olarak ele geçirilir ve kesme imkanı bulunursa, dinî usule göre kesilmesi, avlanılan hayvanın kesimden önce ölmesi halinde, ölümünün bu avlanmadan olması gerekir.

Sebep

Bir fıkıh terimi olarak sebep, Allâh Teâlâ’nın, hükmün varlığı için bir emare olarak belirttiği mazbut ve açık bir şeydir. Sebepler, teklîfî hükümlerin varlığına etkili değildir; sadece onların ortaya çıkması için birer emaredir. Sebep bulunduğunda veya teşekkül ettiğinde hüküm mevcut olur; bulunmadığında ise mevcut olmaz. Meselâ, nisap miktarı mala sahip olmak, zekatın farz olmasının sebebidir. Nisap miktarı malın mevcut olması halinde zekat farz olur; böyle mal yok ise zekat farz olmaz.

Sebep mükellefin fiili olup olmaması açısından ikiye ayrılır: a) mükellefin fiili olmayan sebep, b) mükellefin fiili olan ve onun gücü dahilinde bulunan sebep. Namazın farz olması için vakitler, miras için akrabalık mükellefin fiili olmayan sebeplerdendir. Bir malın mülkiyetinin kazınılması için alışveriş akdi ise mükellefin fiili olan sebeplerdendir.

Sebep, Allâh Teâlâ’nın hükmü ve iradesi ile olması sebebiyle, kişiler sonucu arzu etmemiş olsalar, kastetmeseler de, sonuç sebebe bağlanır. Meselâ, kişi mülkiyetin kendisine geçmesini kastetmemiş olsa da, alışveriş akdinde mülkiyet kendine intikal eder. Aynı şekilde, nikah akdi, karı koca ilişkisinin helal olmasının sebebidir. Bunu kastetmeden, hatta istemeden nikahlanmış olsalar da sonuç sebebe bağlanır; yani birbirlerine helal olurlar.

Secde

Sözlükte itaat ve tevâzu içinde eğilmek, boyun eğmek, yere kapanmak, yüzü yere sürmek gibi anlamlara gelen secde, dinî bir kavram olarak, Allâh’ın emirlerine boyun eğmek, Allâh’a kulluk etmek maksadıyla ayaklar, dizler ve ellerle beraber alnın yere konması demektir.

Kur’an-ı Kerim’de secde kelimesi, hem ıstılah anlamında, hem de sözlük manasına uygun olarak itaat etmek, boyun eğmek anlamında kullanılmıştır. Yüce Allâh, “Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor; birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa, artık onu değerli kılacak bir kimse yoktur. Şüphesiz Allah dilediğini yapar.” (Hacc 22/18); “Göklerde ve yerde bulunanların hepsi, ister istemez Allah’a secde ederler.” (Ra’d 13/15) buyurmuştur.

Istılah manasında, Allâh’a ibadet etmek maksadıyla alnı yere koymak namaz içerisinde ve müstakil olmak üzere ikiye ayrılır. Namaz içerisinde secde yapmak namazın rükunlarından olup farzdır. Tilâvet secdesi, sehiv secdesi ise, müstakil olarak yapılan secdeler olup, genel olarak vaciptir. Ayrıca, bir nimete nail olmaktan veya bir felâket ve musibetten kurtulmaktan dolayı yapılan şükür secdesi de müstakil bir secde olup, müstehaptır. (bk. Sücût, Sehiv Secdesi, Tilâvet Secdesi)

Sedd-i Zerîa (Sedd-i Zerâyi’)

Sedd kelimesi, kapatmak, engellemek; zerîa kelimesi ise, sebep, vesîle anlamlarına gelmektedir. Bir fıkıh terimi olarak sedd-i zerîa ise, harama vesîle olan şeylerin de yasak olmasını ifade eder. (bk. Zerâyi’)

Sefâhet

Sözlükte câhil olmak, malı saçıp savurmak anlamına gelen sefâhet, fıkıh usulünde, semâvî olmayan ehliyet ârızalarından olup, aklî melekeleri yerinde olmakla beraber, kişiyi aklın ve dînî esasların gereğine aykırı tarzda davranmaya sevk eden tedbirsizlik halidir. Fakihler arasında daha çok, aklı selimin normal saymayacağı şekilde malı saçıp savurma anlamında kullanılmıştır. Bu şekilde malını saçıp savuran kimseye de sefîh denir.

Sefihin aklî melekeleri yerinde olduğundan, ehliyeti ortadan kalkmaz. Bu nedenle, namaz, oruç, zekat gibi ibadetlerle yükümlüdür; işlemiş olduğu suçlardan dolayı cezâî sorumluluğu tamdır; malî olmayan tasarrufları muteberdir. Ancak sefîh, malının korunması ve kendisinin bir süre sonra başkalarına muhtaç hale gelmemesi için, malî akit ve tasarrufları bakımından hacir altına alınır. Fakihlerin çoğunluğu ister sefih olarak buluğ çağına ulaşsın, isterse reşid olarak buluğa erdiği halde daha sonra sefih olsun, hacir konulacağını kabul etmişlerdir. Ancak Ebû Hanîfe ve talebesi Züfer’e göre, daha sonradan sefih olan kimseye hacir konulamaz. Fakat sefih olarak ergenlik çağına ulaşan kimsenin, yirmibeş yaşına kadar malı kendine teslim edilmez.

Sefîhe hacir konması halinde, malî tasarrufları açısından mümeyyiz çocuk gibidir; tamamen menfaatine olan tasarrufları geçerlidir, tamamen zararına olan tasarrufları ise geçersizdir. Buna karşılık hem zarara, hem de yarara ihtimali olan alışveriş gibi tasarrufları ise kanûnî temsilcisinin iznine bağlıdır.

Sefih

Sözlükte ahmak, cahil, malını israf edip savuran anlamına gelen sefîh, bir fıkıh usulü terimi olarak, malını yerli yersiz saçıp savuran kimse demektir. Bu duruma sefâhet denir. (bk. Sefâhet)

Sehiv Secdesi

Sehiv sözlükte yanılma, gaflet gibi anlamlara gelmektedir. Dinî bir kavram olarak sehiv secdesi ise, namazda yapılan yanılmadan dolayı, namazın sonunda secde etmek demektir.

Namazda, unutarak bir rüknün geciktirilmesi, bulunduğu yerden öne alınması, tekrarlanması, bir vacibin terk edilmesi, geciktirilmesi veya değiştirilmesi halinde, noksanlığın telafi edilmesi için sehiv secdesi yapılması vacip olur. Farzlardan birinin unutularak veya bilerek yapılmaması veya vaciplerden birinin bilerek terk edilmesi durumunda sehiv secdesi yapılmaz, namazın tekrar kılınması gerekir.

Namazda sehiv secdesi gerektiren bir hata yapılırsa, namazın son oturuşunda yalnız “Ettehiyyatü” okunarak sağ tarafa selam verdikten sonra; “Allahu Ekber” diyerek secdeye varılır. İki defa secde yapıldıktan sonra oturulur ve Ettehiyyatü, Allahümme Salli, Barik ve Rabbenâ duaları okunarak selam verilir.

Cemaatle namaz kılınırken, imam sehiv secdesi gerektiren bir şey yaparsa, hem imamın, hem de kendisine uyan cemaatin sehiv secdesi yapması vacip olur. Fakat, imama uyan  bir kimsenin sehiv secdesi gerektiren bir hatasından dolayı, ne kendisinin ne de imamın sehiv secdesi yapması gerekmez.

Sehiv secdesi yapması gereken kişi, selam verip namazdan çıktıktan sonra aklına gelirse, göğsünü kıbleden çevirmediği ve konuşmadığı sürece bu secdeyi yapması gerekir.

Sekr

Sekr sarhoşluk demek olup, sıvı veya katı alkollü içki ya da keyif verici bir madde kullanılmasıyla aklın örtülmesi anlamına gelmektedir.

İslâm dîni, sarhoşluk veren şeylerin kullanılmasını kesin bir şekilde haram kılınarak şeytan işi pislikler olduğu bildirilmiştir (Maide 5/90). Hz. Peygamber de, “çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır” (Tirmizî, Eşribe, 3); “içkiden sakının, çünkü bütün pisliklerin anasıdır” (Camiu’l-Usul fî Ehadîsi’r-Rasûl, V/103) buyurmuştur. Sarhoşluğun toplum hayatı ve sağlığa verdiği zararların yanında insanın aklını örtüp, ne dediğini bilmez bir hale getirdiğinden, Hulefâ-i Raşidîn döneminden itibaren sarhoşa had cezası tatbik edileceği kabul edilmiştir.

Sarhoşun ne yaptığını bilmemesi sebebiyle, ayrıca sarhoşluğun kişinin ehliyetine tesir edip etmeyeceği de fıkıhçılar arasında tartışılmıştır. Bu bakımdan sarhoşluk, haram olan ve haram olmayan yoldan meydana gelen sarhoşluk olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Haram olan yoldan meydana gelen sarhoşluğun ehliyete bir etkisi yoktur. Böyle sarhoş olan kimse, sarhoşluk veren şeyi kullanmanın günahı yanında sorumlu olduğu ibadetleri zamanında yerine getirmemenin de günahını üstlenir. Ayrıca bu kişinin yapmış olduğu tasarrufları geçerli, işlemiş olduğu suçlardan dolayı da cezâi sorumluluğu bulunmaktadır.

Haram olmayan yoldan sarhoşluk, bir ilacın kullanılması, susuzluktan ölecek kimsenin alkollü içki içmesi veya tehdit altında zorla alkollü madde kullanılması şeklinde olabilir. Bu şekilde sarhoş olan kimse, alkollü maddeyi kullanmaktan dolayı sorumlu, günahkar olmaz. Bunun yanında kavlî tasarrufları geçersiz ve cezaî sorumluluğu yoktur. Ancak, başkasına vermiş olduğu zararları tazmîn etmekle mükelleftir.

Selem

Sözlükte boyun eğme, harpsiz esir alma, palamut ağacı gibi anlamlara gelen selem, bir fıkıh kavramı olarak, peşin para ile veresiye mal almak demektir. Selem akdi, vadeli alışverişin tersidir; vadeli alışverişte bedel veresiye, selemde ise, mal veresiyedir.

Selem akdi, tasarruf ehliyetine sahip taraflar arasında, karşılıklı irade beyanı ile kurulur. Selem akdinin sahih olması için, konusu olan malın sıfatı ve miktarı tam olarak belirlenebilen bir mal olması, başka bir deyişle mislî olması gerekir. Sıfat veya miktarı belirlenemeyen bir malda selem akdi caiz değildir. Buna göre sıfat ve miktarı belirlenebilen buğday, pirinçte selem akdi kurulabilirken, birbirinden farklı olan hayvanda, mücevherde selem caiz değildir.

Akit esnasında, malın cinsinin, çeşidinin, sıfatının, miktarının, teslim zamanının ve yerinin belirlenmesi, ayrıca bedelin akit meclisinde teslim edilmesi gerekir. Hz. Peygamber, “Kim selem akdi yapmak isterse satın aldığı malın ölçü ve tartısı ile teslim zamanını belirleyerek yapsın” buyurmuşlardır (Buhârî, Selem, 1). Günümüzde, fabrikasyon malül olan buzdolabı, çamaşır makinası gibi mallar da sıfatları tam olarak belirlenebildiğinden, bunlarda da selem akdi caizdir. Ön ödemeli satış şekilleri selem içerisinde mütalaa edilebilir.

Semen

Semen, alışverişte mala karşı verilen para veya para yerini tutan mislî mal demektir. Semenin ekonomik değerinin bulunması ve alışveriş esnasında miktarının belirlenmesi gerekir. Mal ile semenin peşin olarak değişimi bey’; malın peşin semenin veresiye olmak üzere değişimi vadeli satış; semenin peşin malın veresiye olarak değişimi ise selem akdidir. (bk. Bey’, Buyu’, Selem)

Setr-i Avret

Namazın şartlarından birisi olah setr-i avret, avret mahallinin örtülmesi anlamına gelmektedir. (bk. Avret)

Sev’eteyn

Kadın ve erkeğin galîz yani, kaba avret mahalline sev’eteyn denilir. İnsanın ferc ve dübürünü ifade etmektedir.

Sevm-i Nazar

Kelime anlamı bakımından sevm pazarlık etmek; nazar da bakmak demektir. Bir fıkıh terimi olarak sevm-i nazar ise, bir malı görmek veya göstermek üzere almak anlamına gelir. Bakmak veya birine göstermek amacıyla alınan mal, alınan kişinin elinde emanettir. Bu mal için bir bedel belirlenmiş olsun veya olmasın, teslim alan kişinin herhangi bir kusuru olmaksızın helak olması halinde tazmîn etmesi gerekmez.

Sevm-i Şirâ

Sözlükte sevm pazarlık etmek; şirâ da alış-veriş demektir. Sevm-i şirâ ise, fıkıhta, bir malın değeri belirlenerek satın almak üzere müşteri tarafından teslim alınıp götürülmesini ifade eder. Meselâ satıcı şu arabanın fiyatı beş milyar liradır; götür beğenirsen al diyerek müşteriye teslim etmesi, müşterinin de bu şartla arabayı kabzetmesi sevm-i şirâ yoluyla kabzetmektir. Bu şekilde fiyata belirlenerek alınan malın müşterinin elinde helak olması halinde, mal mislî ise mislini, kıyemî ise kıymetini müşteri satıcıya öder.

Sıyam

bk. Oruç.

Sinn-i Buluğ

Buluğ çağına erme yaşına sinn-i bulûğ denir. (bk. Bulûğ)

Si’r

Si’r, fiyat, kıymet, yetkili makamlarca belirlenen fiyat, narh anlamına gelmektedir. Narh koymaya da tes’îr denir. (bk. Narh)

Sirkat

Sirkat Arapça bir kelime olup Türkçe karşılığı hırsızlık demektir. Mülkiyet hakkına karşı işlenen temel suçlardan biri olan sirkat; başkasına ait bir malı, korunduğu yerden sahibinin bilgisi dışında gizlice almaktır. İslâm’a göre insanın hayatı, ırz ve namusu gibi malı da muhteremdir. Bu nedenle hırsızlık, hem hukuk düzeni açısından suç kabul edilerek cezalandırılmış, hem de dinen ve ahlâken büyük günah ve ayıp sayılmıştır. Yüce Allâh; “Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allâh’tan bir cezâ olarak ellerini kesin” buyurmaktadır (Maide 5/38).

İslâm hukukunda hırsızlık had suçları arasında yer almakta olup, hırsızlık yapanların cezası da had cezaları arasında yer almaktadır. Ancak hırsızlık suçunun tam olarak oluşması ve had cezası uygulanması için, suçun bilerek ve istenerek işlenmesi, hırsızlık yapan kimsenin cezâî ehliyetinin bulunması, çalınan malın koruma altında olması ve bir dinardan (4,009 gr. altın) fazla olması gerekir. Ayrıca açlık, zarûret, zorlama gibi hırsızlık suçunu işlemeyi kısmen veya tamamen mazur gösterecek bir gerekçe bulunmamalıdır.

Suç

Suç, dinen ve hukuken yasaklanmış mal veya cana karşı işlenen eylemlere denir. Bir suçtan söz edilebilmesi için, din ve hukuk tarafından yasaklanması, kanun ile belirlenmiş bir ceza karşılığının bulunması gerekir. Ayrıca suçun oluşması için, eylemi yapan kişi mükellef olmalıdır.

Bir fiilin suç olabilmesi için, suçun kanunla belirlenmiş olması ve bunun hukuka aykırı olması gerekir. Ayrıca suçun bir fiil veya söz ile işlenmesi şarttır. İslâm hukukunda suçlar; kısas veya diyet gerektiren cinayetler, had cezası gerektiren suçlar ve ta’zîr gerektiren suçlar şeklinde tasnif edilebilir. (bk. Cezâ)

Sulh

Sulh kelimesi sözlükte barış, anlaşma manasına gelmektedir. İki ülke arasında yapılan barış anlaşması da bu çerçevede mütalâa edilmelidir. (bk. Muahede, Dâru’s-Sulh)

Bir fıkıh terimi olarak sulh ise, davalı tarafların aralarında anlaşmalarını ifade etmektedir. Sulh karşılıksız olarak yapılabileceği gibi, bir bedel karşılığında da yapılabilir. Bu takdirde alınan bedele, sulh bedeli denir.

Sulh ikrar veya sükut ya da inkar ile birlikte olabilir. Yani taraflardan biri, haksızlığını kabul etmek suretiyle sulh yapabileceği gibi, haklılığını savunduğu, karşı tarafın iddiasını inkar ettiği halde mahkemeyle uğraşmamak için sulhü kabul edebilir. Ya da, herhangi bir açıklamada bulunmadan, sadece sulh yapabilir.

Hukuk davalarında karşılıksız veya bir bedel karşılığında sulh caizdir. Amden veya hata ile işlenen cinayetlerde, sulh yapmak caizdir; bu durumda kısas düşer ve yerine sulh bedeli ödenir. Kur’an-ı Kerim’de, “Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa,  artık kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyeti ödemek gerekir.” buyurulmaktadır (Bakara 2/178). Fakat had cezalarında sulh caiz değildir.

Sücûd

Sözlükte itaat ve tevazu ile eğilmek, boyun eğmek, yere kapanmak, alnını yere koymak gibi anlamlara gelen sücûd, dinî bir kavram olarak, secde etmek, yani ibâdet kastıyla ayaklar, dizler ve ellerle birlikte alnın yere konması demektir.

Sücûn namazın rükünlerinden birisi olup, her rek’atında rükûdan sonra iki defa secde etmek farzdır. İki secde arasında bir miktar oturmak vaciptir. Sadece alın üzerine secde edilip, burun yere konulmazsa secde geçerli olur. Ancak bir özür olmaksızın bu şekilde secde etmek mekruhtur. Fakat bir özür bulunmaksızın sadece burnun yere konulup, alın yere konulmadan secde yapılması caiz değildir. Bununla birlikte bir özür sebebiyle yapılırsa sakıncası yoktur.

Bir zaruret bulunmadan, ayakların bulunduğu seviyeden 32 cm.’den daha yüksek yere secde edilmesi caiz değildir. Secde edilecek yerin katı olması gerekir. Yün, pamuk gibi şeylerin üzerine secde edildiğinde, alnın yerin katılığını hissedip yerleşmesi halinde caiz olur; bunların içinde kaybolup yerin katılığını hissetmez ise caiz olmaz.

Secdeye gidilirken önce dizleri sonra elleri ve daha sonra da alın ve burnu yere koymak ve secdede üç defa “sübhane rabbiyel a’lâ” demek sünnettir.

Süftece

Sözlükte poliçe, tahvil, kambiyo senedi anlamına gelen süftece, bir fıkıh terimi olarak, başka bir şehir veya ülkede kendisine ya da vekiline geri verilmek üzere birisine borç verip karşılığında senet alınmasını ifade eder.

Hanefîler, paranın naklinde, kaybolması veya çalınmasına karşı güvence altına almak maksadıyla süftece usulünün yapıldığı, bunun borç olarak kabul edilmesi halinde, alacaklıya menfaat sağlayan bir şart bulunduğu için süftecenin tahrimen mekruh olduğunu kabul etmişlerdir.

Ancak Hanbelîlerin de dedikleri gibi, bu hem borç verenin hem de alanın menfaatine olup, ayrıca iki tarafın da buna ihtiyacı bulunmaktadır. Şöyle ki, borç alanın bulunduğu yerde bu paraya ihtiyacı vardır; borcu ödeyeceği yerde de bunu ödeyecek malı bulunmaktadır. Borç veren de hem borç alanın ihtiyacını karşılamakta hem de, malını güvence altına almaktadır. Bununla birlikte, süftecede, ayrıca ücret veya bir menfaatin şart koşulması caiz değildir.

Süknâ

Süknâ, sözlükte mesken, menzil; ücretsiz, kirasız iskân etme gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamda süknâ fıkıh kitaplarında nafaka bahsinde geçmekte olup, mükellefin bakma yükümlü olduğu şahsın ikamet edeceği yeri temin sorumluluğunu ifade etmektedir.

Bir fıkıh kavramı olarak ise, bir kimsenin, mülkiyeti kendinde kalmak kaydıyla, yaşadığı sürece ücretsiz olarak ikamet etmek üzere bir meskeni diğerine vermesidir. Sadaka, ihsan kabilinden olan bu işlem, bir nevi ariyet akdi olup, temlik ifade etmez. İkâmet edenin vefat etmesi üzerine ev, sahibine veya mirasçılarına geri döner.

Süt Akrabalığı

İslâm aile hukukunda yer alan devamlı evlenme engellerinden birisi de süt akrabalığıdır. Bu fıkıh kitaplarından radâ’ başlığı altında incelenmektedir. Emziren süt anaya murdi’, süt emene de radî’ denir.

Süt akrabalığının meydana gelmesi için, çocuğun ilk iki yaş içerisinde süt anneyi emmesi gerekir. Hanefîlere göre, çocuğun emdiği sütün miktarının önemi yoktur; az veya çok olsun akrabalık meydana gelir. Süt akrabalığı, miras hakkı doğurmamakla birlikte, evlenme engeli teşkil eder. Süt akrabalığı gerçekleşmesi halinde süt emen, süt anne veya babasıyla; bunların nesep veya sütten olan çocuk ve torunlarıyla, anne ve babaları ile dede ve nineleriyle; ayrıca bunların nesep veya süt kardeşleri ile evlenemez. Bu evlenme engeli sürekli olup, hiçbir zaman birbirleriyle evlenmeleri mümkün değildir.

Sütre

Sözlükte perde, örtü, ceket gibi anlamlara gelen sütre, dînî bir kavram olarak, önünden insan veya hayvanların geçmesi muhtemel olan açık bir yerde namaz kılan kişinin, önüne değnek veya başka bir şey dikmesini ifade eder.

Namaz kılan kişinin önünden geçmek doğru değildir; ancak iki saf kadar önünden geçilebilir. Bu nedenle, önünden insan veya hayvan geçmesi muhtemel olan açık yerlerde namaz kılan kişinin önüne sütre dikmesi gerekir. Hz. Peygamber’in uygulaması ve tavsiyeleri bu yöndedir. Sütre, namaz kılanın önüne dikilmeyip, uzatılmak suretiyle de yapılabilir. Önüne koyacak bir şey bulunmadığında çizgi çekmek de sütre yerine geçer. Cemaatle kılınan namazlarda, sadece imamın sütre edinmesi yeterlidir; diğerlerinin sütre koyması gerekmez. Sütreye karşı namaz kılarken, biraz sağ veya soluna doğru namaza durmak daha uygundur. Namaz kılarken önünde sütre bulunan kişinin önünden geçmekte bir sakınca yoktur.

– Ş –

Şafiî Mezhebi

Dört büyük fıkıh mezhebinden birisi olan Şafiî mezhebi, büyük fakih Ebû Abdullah Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî’nin görüşleri etrafında oluşmuştur. Mezhep İmamının yaşadığı dönem ve mezhepleşme süreci bakımından Hanefî ve Malikî mezhebinden sonra ortaya çıkmış üçüncü büyük Sünnî mezhebidir. Bu mezhebe mensup olan fakihlere ve bu mezhebin görüşüyle amel eden kişilere Şâfiî denir. Şâfiî mezhebi halen, Mısır, Güney Arabistan, Doğu Afrika, Doğu Anadolu’da yayılmıştır. Kısmen Hindistan, Endonezya’da bulunmaktadır.

Şâfiî mezhebinin hüküm çıkarmada kullandığı kaynak ve deliller Kitap, sünnet, kıyas ve icma’dır. Sünnetin her çeşidini delil olarak kabul eder. Mürsel hadisleri ise bazı şartlarla delil olarak alır. Şâfiîler, istihsan ve mesâlih-i mürseleyi delil olarak almazlar. Sahabe kavlini de delil olarak kabul etmezler.

Şakîk(a)

Şakîk(a) tabiri, fıkıh kitaplarının miras bölümlerinde geçmekte olup, anne baba bir erkek kardeşe şakîk; anne baba bir kız kardeşe ise şakîka denir.

Şarap

Şarap üzümden yapılan bir nevi alkollü içecektir. İslâm’da bütün alkollü içkiler ve uyuşturucu maddeler haram kılınmıştır. Yüce Allâh, Kur’an’da alkollü içkileri ve uyuşturucu maddeleri şiddetle yasaklanmış, şeytan işi pislik olarak nitelendirilmiştir (Maide 5/90). Hz. Peygamber de, “Her sarhoş edici hamrdır. Ve her sarhoş edici haramdır. Kim dünyada hamr içer ve tevbe etmeden, onun tiryakisi olduğu halde ölürse, ahirette şarab içemez.” buyurmuşlardır (Buhârî, Eşribe 1; Müslim, Eşribe, 73). Şarap ve diğer alkollü içkileri ve uyuşturucuları kullanmak, büyük günahlardan olup, içene de had cezasının  tatbik edileceği Hulefâ-i Raşidîn döneminden itibaren kabul edilmiştir.

Şart

Sözlükte yerine getirilmesi gerekli olan şey anlamına gelen şart, bir fıkıh usulü kavramı olarak, hükmün varlığı kendisine dayanan şeydir; şart bulunmazsa hüküm de bulunmaz, ancak şartın bulunması hükmün bulunmasını gerektirmez. Meselâ abdest namazın şartlarındandır; abdest bulunmazsa namaz olmaz, ancak abdestli olmak namazın vacip olmasını gerektirmez.

Şartlar bağlandığı şeye göre, sebebin şartı ve hükmün şartı olmak üzere ikiye ayrılır. Bazen şarta, vaz’î bir hüküm olan sebep bağlanabilir; bu durumda şart, sebebin şartı olur. Meselâ, mirasçı olmanın sebebi akrabalık veya evliliktir. Fakat akrabanın veya eşlerin mirasçı olabilmesi için ölen ile mirasçının aynı din mensubu olması gerekir. Bu şart gerçekleşmemişse, sebep de yok sayılır ve akraba olduğu halde mirasçı olamaz. Bazen de şarta bağlanan, bir hüküm olabilir. Meselâ, abdest namazın şartıdır. Burada teklîfî bir hüküm olan namaz, abdest şartına bağlanmıştır.

Şartlar belirleyen tarafından, şer’î şart ve ca’lî şart kısımlarına ayrılır. Şer’î şart, sebep veya hükmün gerçekleşmesi için Şâri’ tarafından belirlenen şartlardır. Evlenme akdinde şahitlik, zekatta nisap miktarına ulaşan malın üzerinden bir yıl geçmesi, namaz için abdest şer’î şartlardandır.  Ca’lî şart ise, insanlar tarafından kendi hukukî muameleleri ile ilgili olarak ileri sürülen kayıtlardır. Meselâ bir kimsenin, “Şu işim olursa fakirlere 100.000.000 TL sadaka dağıtacağım” demesi, ya da sadece odun taşımak üzere kamyonun kiralanması böyle şartlardandır.

Şavt

Sözlükte tur, bir turluk koşu, işin bir kısmı, gaye, mesafe gibi anlamlara gelen şavt, dinî bir kavram olarak, tavafta Hacer-i Esved’den başlayıp Hatîmin dışından Kabe’nin etrafında bir defa dolaşmayı; sa’yde de, Sâfâ ile Merve arasındaki her bir gidiş ve gelişi ifade eder. Bir tavaf yedi şavttan oluşmaktadır. Hâcer-i Esved’den başlayıp yedi defa Kâbe’nin etrafında dönmek bir tavaf, her bir dönüş de bir şavttır. Sa’yde Safâ ile Merve arasındaki her bir gidiş ve geliş birer şavttır. Sa’y yedi şavttan oluşmaktadır.

Şecce

Şecce baş ve yüzdeki yaralara ve yaralamalara denir. Yaralamakla sonuçlanan müessir fiilin kasten olması ve kısas mümkün olması halinde, dinî sorumluluğunun yanında kısas ile cezalandırılması, hata ile olması veya kısas imkanı bulunmaması halinde diyet ile tazmîn (erş) edilmesi öngörülmüştür. (bk. Kısas; Diyet)

Şefî’

Şefî’, şefaat eden ve şuf’a hakkı ile gayrimenkul veya gayrimenkul hükmündeki yeri cebren alma hakkına sahip olan kişi demektir. (bk. Şefâat, Şuf’a)

Şer’î

Şeriate uygun, dinî, hukuka uygun anlamlarına gelmektedir. (bk. Şeriat)

Şeyhayn

Sözlükte iki hoca, iki yaşlı adam anlamlarına gelen şeyhayn, bir kavram olarak hadiste, en makbul iki hadis kitabının yazarı olan İmam Buhârî ve Müslim’e; Hanefî fıkıh literatüründe ise, İmâm-i Azam Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’a verilen unvandır. Ayrıca dört halifeden Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’e de Şeyhayn denir.

Şirâ

Sözlükte satın almak ve satmak anlamına gelen şirâ, bir fıkıh terimi olarak alışveriş akdini ifade etmektedir. (bk. Bey’, Büyû’)

Şirket

Ortaklık anlamına gelen şirket klasik İslâm hukukunda genel olarak, mülk şirketi ve akit şirketi olmak üzere ikiye ayrılır. Mülk şirketi, satın alma, hibe, vasiyeti kabul, mirasçılık gibi sebeplerle bir mal veya hak üzerinde iki veya daha fazla kişinin ortaklığını ifade eder. Buna emlâk şirketi de denir. (bk. Mülk Şirketi.)

Akid şirketi ise, iki veya daha fazla kimsenin, sermaye, emek veya kredi imkanlarını belirli ölçüler içinde birleştirmelerini ve elde edecekleri kârı aralarında paylaşmak üzere yaptıkları akiddir. Akid şirketi, diğer akitlerde olduğu gibi, ehliyet sahibi kişilerce, icap ve kabul ile kurulur. Şirkette kârdan hisse alabilmesi için ortağın ya çalışması, ya sermayeye katkıda bulunması, yahut da tazmîn sorumluluğu taşıması gerekir. Ortaklar birbirlerinin emînidirler; bu nedenle elinde bulunan sermâyenin kusursuz olarak tamamen veya kısman helak olması halinde tazmîn sorumluluğu yoktur.

Akid şirketi, sermaye ve kârın paylaşımı konusunda eşit olup olmaması ve ortakların yetki ve sorumlulukları bakımından mufâvada ve inân şirketi kısımlarına ayrılır. Mufâvada şirketi; eşitlik üzerine kurulan bir tür ortaklıktır. Tarafların şirkete sermaye olabilecek bütün mallarını ortaklığa dahil ederek sermaye ve hisselerinin eşit olması ve kârın da aralarında eşit olarak paylaşılması şartıyla kurulan şirkettir. Bu şekilde kurulan şirkette ortaklar  birbirlerin vekili ve kefili olurlar. Ancak, bu şekilde bir şirketin kurulabilmesi ve devam ettirilebilmesi imkansız denecek kadar zordur. Belki babalarından miras kalan mal dışında malları bulunmayan ve bunu şirketlerine sermaye yapan kardeşlerin kurabileceği bir şirkettir. İnân şirketi ise, sermaye ve kârda eşitlik şartı bulunmayan ortaklıktır. İnan şirketinde ortaklar birbirlerin vekili olmakla birlikte, aralarında kefalet bulunmaz. Kâr payları taraflarca tespit edilen oranda taksim edilir. İçlerinden birine oranın dışında, kârdan muayyen bir miktar verilmesi caiz değildir.

Akit şirketi, ortaya konan sermaye bakımından emvâl, a’mâl ve vücûh şirketi şeklinde üçe ayrılır. Emvâl şirketi; ortaklardan her birinin, sermaye olmak üzere bir miktar mal ortaya koyup, bununla yapacakları ticaretten doğacak kârı paylaşmak üzere kurdukları şirkettir. Sermaye ve kârda eşitlik üzerine kurulan mufavada şirketi şeklinde kurulabileceği gibi farklı sermaye ve farklı kâr oranları tespit etmek suretiyle inan şirketi şeklinde de kurulabilir. Emvâl şirketinde sermayenin nakit olması gerekir. Nakit değil de bir mal ile ortaklık kurulmak istenirse, bunlar satılır ve sermaye olarak konur. A’mal şirketi (sanayi şirketi), iki veya daha fazla şahsın belli bir işi yapmak üzere kurdukları emeğe dayalı iş gücü ortaklığıdır. Bu şirkette ortaklar işlerini sermaye eder ve başkalarından iş alarak elde edecekleri kazancı aralarında paylaşırlar. Vücûh şirketi (itibar şirketi), ortakların sermayesiz, sadece kredileriyle kurdukları kredi ve itibar ortaklığıdır. Bu şirkette, ortakların sermayeleri bulunmamakla birlikte, kendi itibarlarını kullanarak veresiye mal alıp satmak suretiyle ticaret yaparlar ve bundan elde ettikleri karı aralarında paylaşırlar. Vücûh şirketide veresi olarak alınan malda ortakların hisselerinin eşit olması şart değildir; tazmîn sorumluluğu ve kârdan alacakları hisseler de hisse nispetine göre olur.

Şuf’a

Bir fıkıh kavramı olan şüf’a, satılan bir mülkü, satın alana kaça mal oldu ise, o miktar karşılığında mülkiyetine geçirme yetkisi veren bir haktır. Buna göre bir şahıs bir akarını, şuf’a hakkı bulunmayan birisine satsa, şuf’a hakkına sahip üçüncü şahıs, satım bedelini ve diğer masrafları ödeyerek akarı cebren satın alabilir. Hak sahibine şefî’, satılan mala da meşfû’ denir. Şuf’a hakkı şefî’e mülkiyeti zorla alma hakkı vermenin yanında, akarın maliki ya da müşterisine, bu akarı bedeli karşılığında şuf’a hakkı sahibine teslim etme mükellefiyeti de yükler.

Şuf’a hakkı yalnızca akarlarda söz konusudur; mülk akar dışındaki mallar şüf’a hakkına konu olmaz. Bir akarda şuf’a hakkının doğmasının sebepleri, malda ortaklık, irtifak haklarında ortaklık, bitişik komşuluk şeklinde sıralanabilir. Farklı gruplardan şuf’a hakkına sahip kişiler bir arada bulunması halinde, öncelikle ortak olanın hakkıdır. Bundan sonra irtifak haklarında ortak olanlar, daha sonra da bitişik komşular hak sahibidirler. Şuf’a hakkının doğması için, akarın bir bedel karşılığında sahibinin mülkiyetinden çıkmış olması, şuf’a hakkı sahibi kişinin satışa rıza göstermiş olmaması gerekir.

– T –

Ta’dîl-i Erkân

Kelime anlamı itibariyle rükünlerin düzeltilmesi, düzgün, yerli yerinde ve doğru yapılması anlamına gelen ta’dîl-i erkân, dinî bir kavram olarak, namazın rükünlerinin düzgün ve kıvamında yerine getirilmesini ifade etmekte olup, namazın vaciplerindendir. Bu anlamda ta’dîl-i erkân, ayakta iken dosdoğru durmak, rükûda dümdüz olmak ve uzuvlar sakinleşinceye kadar rükûda beklemek, rükûdan kalkınca iyice doğrulmak, secdede uzuvlar sakinleşinceye kadar beklemek, iki secde arasında tam olarak oturmayı ifade etmektedir.

Taharet

Taharet temizlenme, temizlik anlamına gelmektedir. Dinî literatürde taharet, maddî ve manevî pisliklerden temizlenmek demektir. Fıkık kitaplarında, maddî pisliklerden temizlik, necasetten taharet; manevî pisliklerden temizlik ise, günah kirinden kurtulmak manasında tevbe ve abdestsizlik kirinden kurtulmak anlamında hadesten taharet başlıkları altında işlenmiştir. Temiz olan şeye tâhir, temizleyici olan şeye tahûr ve mutahhir, temizlemeye de tathîr denir. (bk. Hadesten Taharet, Necasetten Taharet, İstincâ, Tevbe)

Tâhir

Temiz, temiz ve pâk olan, ayıplardan ârî demektir.

Tahiyyetü’l-Mescid

Kelime anlamı bakımından mescidin selamlanması, saygı gösterilmesi demektir. Dinî bir kavram olarak, camiye giren kimsenin, mescidlerin sahibi olan Allâh’a saygı ve ta’zîm amacıyla iki rek’at namaz kılmak anlamına gelir. Hz. Peygamber, “Biriniz mescide girdiğinde, oturmadan önce iki rek’at namaz kılsın” buyurmuştur (Müslim, Salatü’l-Müsâfirîn, 11).

Namaz kılınması mekruh olan bir vakitlerin dışında mescitlere giren kimsenin, oturmadan önce tahiyyetü’l-mescid kılması menduptur. Normal vakitlerde mescide girdiği halde tahiyyetü’l-mescid kılamayan kimsenin, bunun yerine dört defa “sübhanallahi ve’l-hamdü lillahi velâ ilâhe illallahu vallahu ekber” demesi menduptur.

Camiye herhangi bir namazı kılmak için veya farz kılmak ve imama uymak niyetiyle girmek ve oturmadan o namaza başlamak da tahiyyetü’l-mescid yerine geçer.

Tahlil

bk. Hülle.

Tahrîm

Sözlükte haram kılmak, yasaklamak, men etmek anlamına gelen tahrim, dinî bir kavram olarak, bir fiilin kesin bir delille, açık bir şekilde yapılmamasının istenmesi demektir. Yapılmaması istenen fiile ise haram denir. (bk. Haram)

Tahrime

Namaza başlama tekbirine (iftitah tekbiri), tahrîme denir. Bu tekbirle namaza girilip, namazı bozan şeyler yasaklanmış olduğundan bu isim verilmiştir. (bk. İftitah Tekbîri)

Tahrimen Mekruh

bk. Mekruh.

Tahsîs

Sözlükte bir kimseyi diğerlerinden üstün tutup tercih etmek, husûsîleştirme, özelleştirme anlamlarına gelen tahsîs, fıkıh usulünde, umum ifade eden bir lafzın, bu genel anlamından çıkarılıp kapsamına giren bazı fertlerine hasredilmesini ifade eder. Tahsis eden delile muhassıs denir. Meselâ “İman edenler! Mümin kadınları nikahlayıp da, kendilerine dokunmadan boşarsanız, artık sizin için onları bekleteceğiniz bir iddet yoktur” ayeti (Ahzab 33/49), “boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız süresi iddet beklerler” ayetindeki (Bakara 2/228) “boşanmış kadınlar” lafzını umum manasından çıkararak sadece zifafa giren kadınlara has kılmıştır; yani tahsis etmiştir.

Fakihlerin çoğunluğu, umum ifade eden lafzı tahsis eden delil için bir şart koşmamıştır. Hanefîlere göre ise, muhassısın müstakil olması, zaman bakımından umum ifade eden lafızla aynı olması, kat’îlik ve zannîlik bakımından âmm ile aynı derecede veya daha kuvvetli olması gerekir. Buna göre, müstakil olmayıp da aynı söz içerisindeki sınırlandırma, tahsis değil hasrdır. Zaman bakımından muhassısın âmmdan sonra olması halinde, tahsis değil, nesh söz konusudur. Ayrıca Hanefîlere göre umum ifade eden lafız, delâlet bakımından bütün fertlerine kat’î olarak delâlet ettiği için, ilk defa tahsis eden muhassısın da kat’î delil olması gerekir. Ancak bir defa tahsis edildikten sonra delâleti zannî olduğu için, zannî delil ile de tahsis edilebilir.

Muhassıs akıl, örf – âdet ve zaman bakımından âmm ile aynı olan müstakil nass olabilir. Akıl ve örfün, nassları tahsis eden birer delil olarak kabul edilmesi, İslâm’da akla verilen önemi göstermesinin yanısıra, dinî hükümlerin zamanın şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun şekilde yorumlanmasına imkan sağlar.

Taklîd

Taklîd, lügatte bir şeyi (gerdanlığı) boynuna takmak, (kılıcı) omzuna asmak anlamına gelmektedir. Fıkıh Usulünde ise, “hüccetsiz ve delilsiz olarak başkasının sözünü kabul etmek.”, “sözü hüccet olmayanın sözüne göre, delilsiz olarak amel etmek” demektir. Taklîd edene mukallid denir.

Buna göre, Kitap, sünnet, icmâ’dan dayandığı delili bilinmeksizin, bir müçtehit veya mukallidin sözünü alıp onunla amel etmekle taklit meydana gelmiş olur. Mukallit, delile değil, hükmü çıkaran alime itimat etmektedir. Buna karşılık, görüşünü aldığı müçtehidin deliline bakarak içtihadına iştirak etmek suretiyle reyini benimsemeye ise, ittiba’ denir.

İslâm dininde asıl olan, taklidin yerilmesidir. Çünkü taklit, delilsiz olarak başkasına uymak ve tâbi olmaktır. Her mükelleften istenen Allâh ve Rasûlü’ne itaat etmesidir. Bu da, Kur’an ve sünnette belirtilen hükümlere uymakla olur. Bir meseleyle ilgili Kur’an ve sünnete müracaat edilip de orada açık hüküm bulunduğunda onunla amel edilir. Mükellef bu naslarda sarih olarak hükmü bulamazsa, usulünce içtihatta bulunur. Eğer mükellef içtihat yoluyla hükümleri anlamaktan âciz kalırsa, hükmünü bilmek ve anlamak istediği meseleyi, ilim ehlinden, alimlerden sorar ve delillerine bakarak aldığı cevaba göre amel eder.

Önceki devirlerde halk, dini problemlerini istediği müçtehide sorar ve aldığı cevaba göre amel ederdi; devamlı olarak bir müçtehide bağlanmazdı. Alimler de, mezhep hükümlerine, imamın görüşlerine göre değil, Kitap ve sünnet delillerine göre hüküm verirlerdi. Mezheplerin teşekkülünden bir müddet sonra, içtihat terbiye ve kültürünün değişip zayıflaması, hazır hükümlerin çoğalması, siyasî baskı gibi çeşitli nedenlerle mezhep taassubu meydana gelmiştir. (bk. Mezhep)

Talak

bk. Boşanma.

Tarafeyn

Sözlükte iki taraf anlamına gelen tarafeyn, bir fıkıh kavramı olarak, Hanefî mezhebinın kurucusu İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe ile talebelerinden İmam Muhammed’e verilen unvandır. Herhangi bir meselede bu ikisinin görüşlerinin ittifak etmesi halinde, ikisinin görüşünü ifade etmek için tarafeyn tabiri kullanılmıştır.

Tasadduk

Tasadduk sadaka vermek anlamına gelmektedir. Allâh Teâlâ’nın rızasını kazanmak amacıyla ihtiyacı olana para, mal veya duruma göre herhangi bir şeyi vermek, yardımda bulunmak demektir. Tasadduk kavram olarak sadakanın her çeşidini kapsamakla birlikte, daha çok nafile sadakalar için kullanılmaktadır. (bk. Sadaka)

Tasarruf

Sözlükte bir işin içine girip idare etmek, halden hale sokmak, çalışıp kazanmak manalarına gelen tasarruf, bir fıkıh kavramı olarak, kişiden iradesiyle sadır olan ve üzerine hukuki netice baðlanan her şeyi ifade etmektedir. Buna göre tasarruf, hukuki  netice baðlanması ve iradeyle ortaya çıkması kaydıyla, hukuka uygun ve hukuka aykırı her türlü fiil ve sözleri kapsamaktadır.

İslam Hukukunda tasarruf, genel olarak, kavli tasarruf ve fi’li tasarruf olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Fiilî tasarruf; kişiden sadır olan,  sözlü  olmayan  maddi fiiller şeklinde tarif edilebilir. Fiilî  tasarruflara misal olarak; mubah malları ihraz etmek, başkasının malını telef etmek, satın alınan malı teslim almak, alacaðı kabzetmek gibi fiiller zikredilebilir. Kavlî tasarruf ise, akitler, tek taraflı irade beyanları ve kendisine hukuki neticeler baðlanmış sözlerden oluşan tasarruflardır.

Kavlî tasarruflar da kendi arasında, akdi tasarruflar ve akdi olmayan tasarruflar şeklinde ikiye ayrılır. Akdi tasarruflar, alışveriş, kira sözleşmesi gibi iki tarafın iradesinin uyuşmasıyla meydana gelen tasarruflardır. Akdi olmayan tasarruflar ise; bir hak doðuran veya mevcut bir hakkı düşüren tek taraflı irade beyanları ile dava, ikrar, inkar gibi sözlerden oluşmaktadır.

Ayrıca kavli tasarruflar baðlayıcı  olması  bakımından,  baðlayıcı tasarruflar, baðlayıcı olmayan tasarruflar; tasarrufu yapan taraflar bakımından, tek taraflı tasarruflar, çok taraflı tasarruflar; ivazlı olmaları bakımından, başlangıç ve netice itibarıyla ivazlı tasarruflar, başlangıç itibarıyla teberru, netice itibarıyle ivazlı tasarruflar, başlangıç ve netice itibarıyle teberru tasarrufları şeklinde deðişik tasniflere tabi tutulabilir.

Tatavvu’

Sözlükte teberru anlamına gelen tatavvu’, dinî bir kavram olarak, farz ve vacip olmayan ibadetleri ifade etmektedir. Hanefîlere göre tatavvu’, farz ve vaciplerin dışında meşru kılınan ibadet ve taatlardır. Nafile, mendûb, müstehab tatavvu’un kapsamına girmektedir.

Tatlîk

Sözlükte serbest bırakmak, terk etmek anlamına gelen tatlîk, bir fıkıh kavramı olarak, boşamak demektir. (bk. Boşanma)

Tavaf

Sözlükte dolaşmak, bir şeyin çevresini dolaşmak, dönmek gibi anlamlara gelen tavaf, dinî bir kavram olarak, Hacer-i Esved’in hizasından başlayarak Kabe’yi sola almak suretiyle, yedi defa Kâbe etrafında dönmek demektir. Her dönüşe “şavt” denir. Tavaf, yedi şavttan oluşur. Tavafın Hatimin dışından dolaşılarak yapılması gerekir. Hatîmin içinden yapılması halinde iadesi gerekir. Hacer-i Esved’in hizasına her gelişte, istilam edilir.

Hacla ilgili olarak “kudüm tavafı”, “ziyaret tavafı” ve “veda tavafı” olmak üzere 3 tavaf vardır: Kudüm Tavafı, Mekke’nin dışından gelenlerin yaptığı ilk tavaf olup, yapılması sünnettir. Ziyaret Tavafı, haccın iki rüknünden biri olup, yapılması farzdır. Arafat vakfesinden sonra yapılan bu tavafa, ifada tavafı da denir. Zamanı Kurban Bayramının ilk günü başlar. Bayramın ilk üç günü içerisinde yapılması daha iyidir. Veda Tavafı, Mekkeli olmayan ve Mekkeli hükmünde sayılmayan, uzak bölgelerden gelmiş hacıların, Mekke’den ayrılmadan yapmaları gereken en son tavaftır. Yapılması vaciptir.

Umrede yapılan tavafa, umre tavafı denir.

Hac ve umre ile ilgili olmayan diğer tavaflar ise;

Nezir Tavafı, tavaf etmeyi adayan kişinin, nezrini yerine getirmesi vaciptir. Tavaf için, zaman belirlenmişse, bu zamanda, belirlenmemişse, uygun bir zamanda adanan tavaf yerine getirilir.

Nafile olarak yapılan tavafa tatavvu tavafı denir. Mekke dışından gelenlerin, nafile namaz kılmak yerine tavaf yapması daha iyidir. Mescide girildiğinde kılınması sünnet olan tahiyyetü’l-mescid yerine Mescid-i Haram’a girince yapılan nafile tavafa da tahiyyetü’l-mescid tavafı,denir.

Tavaf Namazı

Tavafın hangi çeşidi olursa olsun, tavaftan sonra iki rekat tavaf namazı kılmak vaciptir. Tavaf namazı vacip olmakla birlikte, haccın veya tavafın vacibi sayılmadığından, terk edilmesi hac cinayeti sayılmaz ve bir ceza gerekmez. Bununla birlikte, arada tavaf namazı kılmadan peş peşe tavaf yapmak mekruhtur.

Tavaf namazının ilk rekatında Kafirûn, ikinci rekatında da İhlas surelerinin okunması müstehaptır.

Tavaf için kerahet vakti olmadığı halde, tavaf namazı mekruh olan vakitlerde kılınmaz. Kerahet vakti değilse, tavafın hemen peşinden bu namazı kılmak müstehaptır. Ancak, çeşitli sebeplerle tavafın hemen arkasından kılmayıp da, daha sonra kılınsa yerine getirilmiş olur.

Tavaf namazının Makam-ı İbrahim’in arkasında kılınması müstehaptır. Burada yer bulunmaması halinde, Mescidin içinde uygun olan başka bir yerde kılınır. Özellikle dünyanın çeşitli bölgelerinden kalabalık toplulukların hac etmek üzere toplandığı günümüzde, tavaf alanının kalabalık olması sebebiyle, burada namaz kılmak için ısrar edip de, tavafa mani olmamak daha uygundur. Bu namazın Harem bölgesinin dışında kılması ise mekruhtur.

Tavaddu

bk. Abdest.

Ta’zîr

Sözlükte azarlamak, kınamak, terbiye etmek, birine yardım etmek gibi anlamlara gelen ta’zîr, bir fıkıh kavramı olarak, kısas-diyet ve had cezaları dışında kalan cezaların genel adıdır.

İslâm hukukunda bazı suçlar ve bunlara tatbik edilecek cezalar nasslarla belirlenmiştir. Bunlara had cezaları denir. Adam öldürme ve müessir fiillerde ise, fiilin şekline veya mağdurun ya da velisinin tavrına göre kısas veya diyet ceza olarak kabul edilmiştir. Bunların dışında kalan suçların ve bunlara uygulanacak cezaların belirlenmesi, kanun koyucunun takdirine bırakılmıştır. Daha kapsamlı ve çeşitli ta’zîr suçları ve cezaları, zamana ve şartlara göre değişebilen bir karakter arz ederler.

Cezaî müeyyide olan ta’zîrlerin nitelik ve ilkeleri, kanûnî ve şahsî olması; genel ve sürekli olması; yetkili kişiler tarafından uygulanması; caydırıcı olması ve uygulanabilir olması; suç-ceza dengesinin gözetilmesi ve cezalandırmada adalet ve hakkaniyet ölçülerine riayet edilmesi şeklinde sıralanabilir.

Tazmînât

Sözlükte ödetmek, tazmîn ettirmek, boynuna yükletmek anlamlarına gelen tazmînat, bir fıkıh terimi olarak, hukuka veya akde aykırı davranışıyla başkasına zarar veren kimseye meydana getirmiş olduğu zararı ödetmeyi ifade eder. Mesela, gerekli özeni göstermemesi sebebiyle emanetin helak olmasına sebebiyet veren emanetçiye, helak olan mal tazmîn ettirilir.

Hadis-i Şerifte de belirtildiği gibi, haksız olarak ve doğrudan doğruya zarar yasak olduğu gibi, zarara zararla mukabele etmek de yasaktır (Muvatta’, Kitabu’l-Akdiye, No: 1426, s.529). Zarara misli ile  veya başka bir şekilde zarar vererek mukabele etmek, intikam almak caiz değildir; ancak zarara uğrayan hakime başvurarak tazmînat talep ederek, zarar giderilebilir, telafi edilebilir.

Verilen zararla, eşyanın tam olarak itlaf edilmesi halinde, eşya misli mallardan ise, bunun mislini vermek gerekir. tazmîni gereken mal kıyemî, yani çarşıda, pazarda emsali bulunman bir malsa veya misli olduğu halde emsali bulunamamış ise değeri nakit olarak ödenir. Fukahanın çoğuna göre, bazı hallerde zarar verilen eşyanın tamir edilerek eski haline getirilmesi de tazmîn mahiyetinde kabul edilmiştir.

Zarar verilen eşya tamamen işe yaramaz kullanılmaz hale gelmeyip de, sakatlanmış veya değeri azalmış ise verilen zararın miktarı önem kazanmaktadır. Şayet, verilen zarar az ise, meydana gelen eksik ödenir. Buna göre; mal bir kere sağlam durumda, bir kere de zarar gördükten sonra değerlendirilir ve zarar veren aradaki farkı tazmîn eder. Fakat zarar fazla veya önemli ise, bu takdirde tercih edilen içtihada göre, zarara uğrayan, eksilen değeri tazmîn ettirmek ile malı olduğu gibi zarar verene bırakıp bedelini almak arasında muhayyerdir. Verilen zararın önemi, eşyanın yapılma ve edinilme maksadına göre tespit edilir.

Teaddüd-i Zevcât

Teaddüd-i zevcât, Arapça sayısı çoğalmak anlamına gelen teaddüd ile eşler anlamına gelen zevcât kelimeleriyle yapılan bir terkip olup, birden fazla hanımı nikahı altında bulundurma, çok eşlilik, poligami manasına gelmektedir.

İslâm’dan önce Arap Yarımadasında sınırsız olarak çok kadınla evlilik kabul edilmekteydi. İslâm’ın indiği dönemlerden çok önceleri mevcut ve yaygın olan bu olgu hakkında, Hicretten bir müddet sonra nazil olan Nisa suresinde bazı düzenlemeler getirilmiştir. Bu surenin 3. ayetinde Yüce Allah; “Eğer yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.” buyurmaktadır. Bu ayetle daha önce sınırsız olan çok eşle evlilik, adalet şartına bağlı olarak dört sayısıyla sınırlandırılmış; ayrıca tek evlilik teşvik edilmiştir. Çok evlilik İslâm’ın emrettiği bir husus değil, bilakis zorunlu hallerde adalet şartına bağlı olarak müsaade ettiği bir husustur. Asıl olan ve dinen tavsiye edilen tek evliliktir.

Diğer yönden, evlenen taraflar nikah esnasında tek evliliği şart koşabilecekleri gibi idareciler de sınırlandırma getirebilirler. Zira İslâm hukukunda, caiz ve mubah kapsamına giren hükümlerde idarecilerin belli gerekçelerle sınırlandırma yapabileceği kabul edilmektedir. Hz. Peygamber’in, kızı Fatıma’yı Hz. Ali’ye nikahlarken üzerine evlenmemesini şart koşması ve Hz. Ömer’in ehl-i kitapla evlenmeyi yasaklaması bu konuda açık bir örnektir. Öte yandan evlilik kişiyi haramdan koruması ve nesli muhafaza bakımından ibadet manası olmakla birlikte, hukukî sonuçlar doğuran bir akittir. Bu nedenle, çok evliliğin meşru sayılmadığı hukuk düzenlerinde, çocuklarının nesebi, miras gibi konularda haksızlıklar söz konusu olduğunda ikinci evlilik caiz değildir.

Teammüden

bk. Amden.

Teâmül

Sözlükte birbiriyle iş, alışveriş gibi hukukî işlemler yapmak anlamına gelen teâmül, bir fıkıh kavramı olarak insanların alışkanlık haline getirdiği işleri, amelî örfü ifade etmektedir. (bk. Örf)

Teâtî

Sözlükte bir şeyi almak, bağış hususunda yarışmak anlamlarına gelen teâtî, bir fıkıh kavramı olarak, alışverişte sözlü icap ve kabul bulunmaksızın malın alınıp bedelin verilmesini ifade etmektedir. Teâtî yoluyla alışveriş dinen caizdir. Çünkü icap ve kabûlün meşru kılınmasının gerekçesi, tarafların rızalarını ortaya koymaları, açıklamalardır. Teâtî de, fiilî olarak alışverişe rızanın olduğunu göstermektedir. Günümüzdeki mağaza ve marketlerde yapılan alışverişlerin çoğunlu teâtî şeklinde yapılmaktadır. Şöyle ki, satılan eşyanın fiyatları üzerlerine yazılmakta, alıcı da istediği şeyi alarak bedelini kasaya ödemektedir. Bu esnada herhangi bir sözlü icap veya kabul olmamaktadır.

Teberru’

Sözlükte istemeden gönülden koparak vermek, karşılıksız vermek anlamlarına gelen teberru’, bir fıkıh kavramı olarak, iyilik ve ibadet maksadıyla kişinin karşılıksız olarak bir mal veya menfaati peşin veya ileriye dönük başkasına vermesini ifade eder. Bu manada, vasıyet, hibe, vakıf, âriyet birer teberru’ akdidir. (bk. Vasıyet, hibe, vakıf, âriyet)

Techîz

Sözlükte hazırlamak, donatmak, geline çeyiz hazırlamak anlamlarına gelen techîz, bir dinî kavram olarak, vefat eden kişinin yıkanmasından kabre defnedilinceye kadar yapılması gereken şeylerin tamamını ifade etmektedir. Bu çerçeveden olmak üzere, ölünün yıkanması (gasil), kefenlenmesi (tekfîn), tabuta konulup musallâya ve cenaze namazından sonra da kabristana taşınması (teşyî’) ve kabre konması (defin) techîz içerisinde yer almaktadır.

Teheccüd Namazı

Arapça bir kelime olan teheccüd, hem uyumak, hem de uyanmak manalarına gelmektedir. Dinî bir kavram olarak teheccüd namazı ise, gece kılınan namaz anlamına gelmektedir. Yatsı namazından sonra, terâvîh ve vitir namazının dışında, uyumadan veya bir süre uyuduktan sonra kalkılıp kılınan gece namazlarının tamamı için teheccüd ifadesi kullanılmaktadır.

Hz. Peygamber’in sürekli olarak devam ettiği teheccüd namazı, sevabı çok bir ibadet olup müminler için menduptur. Kur’an-ı Kerim’de, “Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin.” buyurulmaktadır (İsrâ 17/79). Hz. Peygamber de, “kim gece uyanır, hanımını da uyandırır ve iki rek’at namaz kılarsa, Allâh’ı çok zikreden erkekler ve kadınlardan yazılır” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Salât, 307).

Teheccüd namazı dört veya sekiz rekat kılınabileceği gibi, iki rek’at da kılınır. İki rek’atta bir selam verileler kılınması daha faziletlidir.

Tekfîn

Cenâzeye karşı yapılan görevlerden birisi olan tekfîn, ölünün kefenlenmesi anlamına gelmektedir. Savaşta düşman tarafından şehit edilen kimseler yıkanmaz, kanlı elbiseleri ile defnedilirler. Bunun dışında ölen erkek veya kadınların bedenleri örtülecek şekilde kefenlenmesi farz-ı kifâyedir. Kefen cenazenin yıkanıp kurulanmasından sonra sarıldığı bez demektir. Sünnet olan kefen, erkek için üç, kadın için beş parça bezden meydana gelir. (bk. Kefen)

Cenaze kefenlenmeden önce, kefen birkaç defa güzel kokularla tütsülenir. Tabut içine veya cenazenen kefenleneceği hasır, kilim gibi bir şey üzerine önce lifâfe yayılır, onun üzerine izâr serilir, ölü kamîs denilen parçanın içerisinde buraya konur. Şayet ölü erkek ise, izâr önce soluna, sonra sağına getirerek sarılır, sonra lifâfe de aynı şekilde sarılır. Kefenin açılmaması için kefen bir kuşak ile ve iki ucundan bağlanır. Bu bağlar kabre konulduğunda çıkarılır. Cenaze kadın ise, saçları ikiye ayrılarak kamîs üzerinden göğsü üzerine konur, bunun üzerine başını yüzüyle beraber örten başörtüsü konur, daha sonra da izâr sarılır. Îzârın üzerinden göğüs örtüsü bağlanır, daha sonra da lifâfe sarılır. Göğüs örtüsü lifâfeden sonra da bağlanabilir.

Teklîfî Hüküm

Teklîfî hüküm, fıkıh usulü kitaplarında, Şâri’in iktizâ ve tahyir bakımından mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabıdır şeklinde tanımlanmaktadır. Buna göre bir işin yapılmasını veya yapılmamasının talep edilmesi ya da yapılıp yapılmama arasında serbest bırakılması teklîfî hüküm içinde mütalaa edilmektedir. Namaz ve oruç yapılması istenen, içki içmek yapılmaması istenen, yeyip içmek de serbest bırakılan teklîfî hükümlerdendir.

Teklîfî hükümler, Farz, Vacip, Mendub, Mubah, Tenzihen Mekruh, Tahrimen Mekruh ve Haram olmak üzere yediye ayrılır. Farz, açık ve katî bir delille yapılması istenen fiiller olup, Müslümanların öncelikli olarak yerine getirmekle mükellef oldukları, terk edilmesinin dünyevi ve uhrevi kınanmayı gerektirdiği emirlerdir. (bk. Farz). Vacip, amel bakımından farz gibi olan, fakat katî ve açık delillere dayanmayan emirlerdir. (bk. Vacip). Mendûb ise, kesin olmayan bir tarzla yapılması istenen davranışlardır. (bk. Mendûb). Tenzîhen mekruh, kesin olmayan bir tarzla yapılmaması istenen davranışlardır. Tahrîmen mekruh, delil yönünden kat’î olmamakla birlikte, kesin olarak yapılmaması istenen şeylerdir. Bunlar amel bakımından haram gibi olan, fakat kat’î ve açık delillere dayanmayan yasaklardır. (bk. Mekruh). Haram ise, açık ve katî bir delille yapılmaması istenen fiile denir. (bk. Haram)

Telbiye

Sözlükte birine, buyur, emrine amadeyim diye cevap vermek anlamına gelen telbiye, dinî bir kavram olarak, ihramın iki rüknünden biri olup, ihrama girerken “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk lâ şerîke lek (Allâh’ım, davetine isteyerek uydum, emrine amadeyim. Senin eşin ve ortağın yoktur. Sana yöneldim, hamd senin, nimet senin, mülk de senindir. Eşin ve ortağın yoktur)” demektir. İhrama girerken bir defa telbiye söylemek farzdır. Bunun dışında erkeklerin ihramda bulunduğu müddetçe yüksek sesle telbiye okumaları sünnettir. Kadınlar ise telbiyede seslerini fazla yükseltmezler.

Telfîk

Sözlükte bir işi talep edip ulaşamamak, kumaşın iki yanını yan yana getirip dikmek, sözü batılla karşıtırıp süsleyip püslemek gibi anlamlara gelen telfîk, bir fıkıh kavramı olarak, bir mesele veya amelde birkaç müçtehidin görüşlerini birleştirerek taklid etmek demektir.

Telfîk en geniş anlamıyla, değişik mezheplerin görüşlerinden yararlanmayı ifade eder. Dar anlamda ise, bir meselede birden fazla mezhep veya müçtehidin görüşünü birleştirerek, bu görüş sahiplerinin hiçbirinin benimsemeyeceği mürekkep bir durum meydana getirmeyi ifade etmektedir. Mesela namaz kılacak bir kimsenin, abdest aldıktan sonra bir yeri kanayınca Şafiîlere göre abdest bozulmaz demesi, sonra kadına dokunup Hanefîlere göre abdest bozulmaz diyerek bu abdestle namaz kılması böyle bir telfîktir. Her iki mezhebe göre abdesti olmadığı halde namaz kılmış olur. Telfîk denildiğinde daha çok bu anlam akla gelmektedir.

ِrdüncü asra kadar bir kimsenin, dinî hayatında bir mezhebe bağlanmasının gerekli olduğu söylenmemiştir. Tatbikatta, müçtehit olmayanlar, herhangi bir müçtehitten karşılaştığı problemini sorar, aldığı fetvaya uyabilirdi; fakat artık bütün meselelerini aynı müçtehide sormaya mecbur olduğunu aklına bile getirmezdi. Ancak mezhep taassubu başladıktan sonra, bir mezhebe bağlılığın gerekliliği de gündeme gelmiştir.

Müteahhirûndan olan mutaassıp mezhep mukallitleri, her mükellefin dört mezhepten birine bağlanmasının vâcip olduğunu ve mezhebini terk edene ta’zir tatbik edilmesi gerektiğini iddia etmişlerdir. Buna mukabil çoğunluk diyebileceğimiz başka bir grup usulcüler ise, belirli bir mezhebe bağlanmanın şart olmadığını; kişilerin dilediği müçtehidi taklit edebileceğini söylemişlerdir. Hatta bu konuda icma’ meydana geldiği söylenebilir.

Halkın bir mezhebi iltizam etmesinin ilmî ve dinî hiçbir değeri yoktur. Delillerine bakarak tercihte bulunan alim için bir mezhep veya görüşe ittiba etmenin belki bir anlamı olabilir. Bu sebeple, “avamın mezhebi yoktur; onun mezhebi kendisine fetva veren müftinin mezhebidir.” denilmiştir.

Mezheplerin ancak üçüncü asırdan sonra teşekkül etmesi, müçtehit imamların taklitle ilgili görüşleri ve sahabe ve tabiûn devri uygulamaları göstermektedir ki, bir imam veya mezhebe bağlanmak, onun görüşlerinden ayrılmamak gerektiği iddiası yerinde değildir.

Diğer yandan herhangi bir mezhebe bağlılığın gerekliliğini savunmak ne kadar hatalı ve yanlış ise, “içtihat edemeyen kişinin karşılaştığı bütün meselelerde belirli bir imamı taklit etmesi vacip değildir; dilediği müçtehidi taklit edebilir. Zira ümmetin ihtilafı rahmettir.” demek de doğru değildir.

Zira bir mesele hakkında doğru olan hüküm sadece bir tanedir. Birbirine zıt iki görüşün çatışması halinde her ikisinin de belki yanlış olması muhtemel olmakla birlikte, her ikisinin de doğru olduğunu söylemek mümkün değildir. Bütün müçtehitler bu doğruya ulaşmak, onu bulmak için gayret sarf etmişlerdir. Eğer doğruya ulaşabilmişlerse iki ecir, hata etmişlerse bir ecir kazanmışlardır. Müçtehitlerin doğruyu bulmaya çalıştıkları gibi, fetvâ soran kişinin de, doğruya ulaşmak için gayret sarf etmeleri gerekir. Hz. Peygamber, “Pek çok  müftü fetva verse de, kalbine danış.” derken (Süyûtî, Câmi’u’s-Sağîr, c.1, s.40.) buna işaret etmektedir. Bu nedenle vicdanen doğru olduğuna inanmadan bir fetvaya uymak veya telfîk caiz değildir.

Telkîn

Sözlükte birine bir sözü söyleyip anlatmak, öğretmek, dikte ettirmek gibi anlamlara gelen telkîn, dinî bir kavram olarak, son nefesine yaklaşmış, ölmek üzere olan kişinin yanında kelime-i tevhîd ve kelime-i şehâdet okumayı ifade etmektedir. Bunun yanında cenâze defnedildikten sonra, kabirde sorulması muhtemel soruları ve cevapları ölüye hatırlatma konuşmasına da telkîn denir.

Ölmek üzere olan kişinin, sağ tarafına çevrilerek yüzünü kıbleye gelecek şekilde yatırmak müstehaptır. Bu durumda olan kişinin yanında, hatırlatmak amacıyla kelime-i tevhîd ve kelime-i şehâdet okunur. Hz. Peygamber, “ölülerinize (ölüme yaklaşanlara) lâ ilâhe illallah demeyi telkin ediniz” buyurmuştur (Müslim, Cenâiz 1, 2; Tirmizî, Cenâiz 7). Telkin yapılırken, “lâ ilâhe illallah” de, kelime-i şahedet, kelime-i tevhîd getir şeklinde bir yaklaşımda bulunulmamalı, yanında bunları söylemekle yetinilmelidir. Bunun yanında ölmek üzere olan kişinin yanında Kur’an-ı Kerim, özellikle Yâ-sîn suresi okunur.

Cenâze kabre konduktan ve başında Kur’an okuma tamamlandıktan sonra, kalabalık orayı terkedince, orada kalan bir kimsenin kabrin başında yüksek sesle ve ölüye hitaben iman esaslarının hatırlatılmasına da telkîn denir. Hanefîlerden bazı alimlere göre, defnedildikten sonra telkînin meşrû olmadığını söylemişlerdir. Buna mukabil bir kısmı ise, tavsiye edilmediği gibi yasaklanmadığını, bu nedenle mükellef olduktan sonra vefat eden kimsenin mezarının başında telkin verilebileceğini söylemişlerdir.

Temettû’ Haccı

Temettu’ kelimesi, yararlanmak, istifade etmek anlamına gelmektedir. Temettu’ haccı ise, bir hac mevsimi içerisinde ayrı niyet ve ihramlarla umre ile hac yapılmasına denir. Hanefîlere göre temettu’ haccı ifrat haccından; kıran ise her ikisinden daha faziletlidir.

Temettu’ haccı yapmak isteyen kişi hac mevsimi içinde umre yapmaya niyet ederek ihrama girer. Kabe’yi tavaf eder, sa’y yapar ve traş olarak ihramdan çıkar. Daha sonra aynı hac mevsimi içinde, terviye günü hac için ihrama girer. Bundan önce ihrama girmesi daha faziletlidir. Zilhiccenin 8. günü Arafat’a gider ve daha sonra hac vazifelerini yerine getirir. Arafat ve Müzdelife vakfesinden sonra, bayram günü Akabe cemresini taşlar, kurban keser ve tıraş olarak ihramdan çıkar.

Temkin Vakti

Temkin vakti, güneşin doğuş, batış vakti ile namaz vakitlerinin hesaplanmasında, vakitlere eklenen veya çıkarılan zamanı ifade etmektedir. Bu vakitlerin hesaplanmasında bulunulan yerin dağlık veya tepelerle kaplı olması, düz ova veya deniz seviyesi olması etkili olmaktadır. Bunun yanında yerleşim yerinin en doğusu ile batısı arasındakı zaman farkı, saatlerin yanlış olma ihtimali de göz önünde bulundurularak, imsak ve güneşte bir miktar zaman çıkarılır; öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde de bir miktar eklenir.

Temlik

Sözlükte bir şeyi birine mülk olarak vermek, birini kral, melik yapmak anlamlarına gelen temlîk, fıkıhta sözlük anlamına uygun olarak, malın birine mülk olarak verilmesini ifade etmektedir. Bu anlamdaki temlik, zekat olarak verilecek malda şart koşulmuştur. Bu nedenle alacağın ıskatı bir temlik olmadığı için zekat vermek olarak kabul edilmemiştir.

Temlik ıvazlı ve ıvazsız olmak üzere ikiye ayrılır. Ivazlı temlik, alışverişte olduğu gibi bir bedel karşılığı verilen maldır. Ivazsız temlik ise, zekat, sadaka, hibe gibi tasarruflardır. Bunun dışında, temlik kavramı mecaz olarak, erkeğin boşama hakkını eşine vermesi için de kullanılmaktadır.

Temyiz

Sözlükte ayırmak, bir kimseyi diğerlerinden üstün tutmak, hükmü temyiz mahkemesine göndermek, aralarındaki farkı anlayıp idrak etmek gibi anlamlara gelen temyîz, bir fıkıh kavramı olarak, kişinin derinliğine olmasa da, iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı ayırt ve idrak edebilmesini ifade eder. Bu idrak ve ayırt etme gücüne sahip olan kimseye mümeyyiz denir. (bk. Ehliyet, Mümeyyiz)

Teneşir

Teneşir, cenâzenin yıkandığı masa şeklindeki uzun serîre denir.

Tenzihen Mekruh

bk. Mekruh.

Terâvih

Sözlükte rahatlatmak, dinlendirmek anlamlarına gelen tervîha kelimesinin çoğulu olan terâvih, dinî bir kavram olarak, Ramazan ayında, yatsı namazı ile vitir namazı arasında kılınan nafile namaza verilen isimdir. Namazın her dört rek’atinin sonunda bir miktar oturulup dinlenmek müstehap olup buna tervîha denilmiştir. Sonra bu kelimenin çoğulu olan terâvih kılınan bu namaza isim olmuştur.

Terâvih namazı yirmi rek’at olup, erkek ve kadınlar için sünnet-i müekkededir. Hz. Peygamber, “Kim inanarak ve sevabını Allâh’tan bekleyerek Ramazan namazını kılarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır” buyurmuştur (Buhârî, Salâtü’t-Terâvih, 1; Müslim, Müsâfirîn, 174). Nafile namazların münferid olarak kılınması daha faziletli olduğu halde, terâvih namazının cemaatle kılınması sünnettir. Hz. Peygamber terâvih namazını iki defa cemaatle ashaba kıldırmış, ancak daha sonra farz olur düşüncesiyle cemaatle kıldırmamıştır (Buhârî, Salâtü’t-Terâvih, 1; Müslim, Müsâfirîn, 177). Terâvih namazını iki rek’atte bir selam vererek ve dört rek’atin sonunda biraz dinlenerek kılınması müstehabdır. Bu dinlenmelerde tehlîl (lâ ilâhe illallâh demek) ve salavât ile meşgul olunur.

Terâvih namazını kıldıran imamın, okuyuşu uzatarak cemaati bıktırıp dağıtmamalı; çabuk kıldırarak namaza noksanlık getirmemelidir. Namazda kıraatin gereği gibi yapılmasına ve ta’dil-i erkana riayet edilmesine özen gösterilmelidir.

Tercih Ehli

Tercih ehli, fıkıh usulcülerinin, müçtehitlerin tabakalarıyla ilgili yapmış oldukları tasnifte, dördüncü tabakayı oluşturan müçtehitlere verilen addır. Dördüncü tabakayı teşkil eden bu müçtehitler, üçüncü tabakada bulunan müçtehitlerin (mezhepte müçtehit) tespit etmiş olduğu tercih esaslarına dayanarak mezhep imamlarından rivayet edilen görüşler arasında tercihte bulunurlar. Bunlar, kendileri yeni bir görüş beyan etmeyip, rivayet edilen bazı görüşleri, dayandığı delil kuvvetli olduğundan ya da tatbik edilmesi mevcut şartlara daha uygun olduğu için tercih etmişlerdir. (bk. Müçtehit)

Terike

Terike, ölünün geride bırakmış olduğu ve hak sahipleri arasında taksime konu olan maddî değere denir. Ölenin geride bıraktığı mal ve haklardan, techiz ve tekfîn masrafları çıktıktan, borçları ödendikten ve vasiyeti de terikenin 1/3’ini geçmemek kaydıyla yerine getirildikten sonra geriye kalan mirasçılarına intikal eder. (bk. Ferâiz)

Terviye Günü

Terviye kelimesi sözlükte bir işi aceleye getirmeyip enine boyuna düşünmek, sulamak, suya kandırmak, rivayet ettirmek gibi anlamlara gelmektedir. Terviye günü ise, Zilhicce ayının 8. günü, yani Kurban Bayramı arafesinden bir önceki gündür.

Terviye gününde hacı adaylarının Arafat’a gitmek üzere Mekke’den Mina’ya doğru hareket ederler. Hacı adayları sıcak bir iklimde susuz bir sahayı katedeceklerinden, genelde hazırlık olmak üzere hayvanlarını iyice sulayıp kandırdıkları için bu isim verilmiştir

Tesbîh Namazı

Tesbîh namazı, her rek’atinde yetmiş beş olmak üzere toplam üçyüz defa tesbîh okunan dört rek’atli ve ömürde bir defa da olsa kılınması tavsiye edilen mendûb bir namazdır. Hz. Peygamber, tesbîh namazı kılınmasını tavsiye etmiş, bu namazın pek çok günahın affına sebep olacağını haber vermiş; her gün kılınmasının zorluğu sebebiyle, haftada bir, ayda bir, yılda bir veya ömürde bir defa kılınmasının yeterli olacağını belirtmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 303; Tirmizî, Salât, 350)

Tesbîn namazının kılınışı şöyledir: Namaz kılmaya niyet edilerek iftitah tekbîri ile namaza başlanır. Sübhâneke duasını okuduktan sonra 15 defa “Sübhanallâhi ve’l-hamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber” denir. Sonra eûzu besmele çekilerek Fâtiha ve zammu sure okunduktan sonra 10 defa daha bu tesbîh okunur. Daha sonra rukûa eğilip ve üç defa sübhâne rabbiye’l-azîm dedikten sonra 10 defa aynı tesbîh okunur. Rükudan doğrulunca 10 defa, secdede 10, iki secde arasında 10 ve ikinci secde de 10 defa aynı şekilde tesbih okunur. Böylece bir rek’atte 75 defa tesbîh tamamlanmış olur. İkinci rek’ate kalkınca 15 defa tesbîhle başlar ve kalanını birinci rek’atte olduğu gibi kılar. Bu şekilde 4 rek’at namaz kılınır. Tesbîh namazı nafile bir namaz olduğundan, terâvih dışındaki diğer nafilelerde olduğu gibi tek başına kılınması gerekir.

Tesettür

Sözlükte bir şeyin içinde veya arkasında gizlenmek anlamına gelen tesettür, dinî bir kavram olarak, kişinin bir zarûret olmaksızın açılması ve bakılması helal olmayan uzuvlarını örtmesi demektir. Bu kavramdan daha çok kadınların, yabancı erkeklere karşı, eli ve yüzü dışındaki uzuvlarının örtünmesi anlaşılmaktadır.

Kur’an-ı Kerîm’de kadınların örtünmeleri ile ilgili olarak Ahzâb suresinde, “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mümin kadınlara (dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salmalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” buyurulmuştur (Ahzâb 33/59). Bu ayetten daha sonra inen Nûr suresinin 31. ayetinde ise; “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar; ırzlarını korusunlar. Kendiliğinden görünen kısmı hariç, zinetlerini açmasınlar. Baş örtülerini, yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları, babaları, kayınpederleri, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, mümin kadınlar, ellerinin altında bulunan köleleri, erkekliği kalmamış hizmetçiler yahut henüz kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” buyurulmuştur. Kur’an’daki bu hükümlerin yanında Hz. Peygamber de, vücut hatlarını belli edecek tarzda giyinmeyi, karşı cinsi tahrik edecek şekilde, dar ve şeffaf giyinmeyi yasaklamıştır. Bu ayetler ve Hz. Peygamber’in hadislerinden, avret mahallinin namazda olduğu gibi namaz dışında örtülmesinin de farz olduğu, bu uzuvların açılmasının yasaklandığı anlaşılmaktadır. Bir kısım kimseler, bu ayetlerde geçenin emir ifade etmediğini, tavsiye olduğunu iddia etmektedirler. Halbuki ayetlere bakan ve başka bilgisi olmayan herkes bunun emir ifade ettiğini anlar. Şöyle ki, açılması yasaklanan uzuvların örtülmesi emredilmeyip sadece tavsiye edildikten sonra, şu sayılan kimselerin yanında zinetlerinizi açabilirsiniz şeklinde ruhsat verilmesi hiçbir mantık ve dil kuralına sığmaz. Bundan da açıkça anlaşılmaktadır ki, bu ayetler kesin emir ifade etmektedir.

İslâm dini tesettüre böyle önem vermekle birlikte, örtünmenin şekli konusunda ayrıntıya girmemiş, bunu örf ve adete bırakmıştır. Böylece her çağda ve her bölgede bu emrin yerine getirilmesine imkan verilmiştir. Sonuç olarak tesettür evrensel, sürekli bir hüküm; örtünmenin şekli ise yereldir.

Teşehhüd

Sözlükte şehâdet kelimesini söylemek, şehâdet talep etmek anlamlarına gelen teşehhüd, dinî bir kavram olarak, namazın her oturuşunda ettahiyyâtü duâsını okumak veya bunu okuyacak kadar oturmak demektir.

Namazın son oturuşunda teşehhüd miktarı oturmak farz, teşehhüd vaciptir; üç ve dört rek’atli namazların ikinci rek’atında ise, teşehhüd miktarı oturmak vaciptir.

Teşmît

Teşmît, aksıran kimseye “yerhamuke’llâh” (Allâh rahmet etsin) demektir. Hz. Peygamber, “Müslümanın, müslüman üzerinde altı hakkı vardır; karşılaştığında selâm vermek, davetine icâbet etmek, nasîhat istediğinde nasihat vermek, aksırıp da hamdettiğinde teşmitte bulunmak, hastalığında ziyaret etmek ve cenâzesinde bulunmaktır.” buyurmuştur (Tâc, V/16).

Aksıran kişinin el-hamdü lillah demesi üzerine, teşmitte bulunulur. Zirâ Rasulullah, hamdetmeyene teşmitte bulunmamıştır. (Buhari, Edeb, 127; Müslim, Zühd, 53)

Teşrî’

Teşrî’ kanun koymak, din – şeriat koymak anlamlarına gelir. (bk. Şeriat)

Teşyî’

Cenâzeye karşı yapılan görevlerden birisi olan teşyî’, cenâzenin yıkanıp kefenlenmesinden sonra, tabuta konulup musallâya ve cenaze namazından sonra da kabristana taşınmasına denir.

Cenâzenin yıkanıp kefenlenmesi ve cenaze namazının kılınması farz-ı kifâye olduğu gibi, bundan sonra kabre kadar taşıyarak defn edilmesi de farz-ı kifayedir. Hz. Peygamber müslümanın müslüman üzerindeki haklarını sayarken, bu haklar arasında ittibâu’l-cenâizi (cenazede hazır bulunmak ve kabre kadar takip etmek) de saymıştır (Tâc, V/16). Cenazenin dört tarafından kırk adım taşınması sünnettir. Önce sağ ön tarafından, sonra sağ arkasından, daha sonra da sol ön ve arkasından taşınır. Cenâzenin koşar adımla olmaksızın, hızlı bir şekilde defnedileceği yere taşınması uygundur. Cenâzeyi kabre götürenlerin bu esnada ölümü, âhireti düşünüp, Allah’ı zikretmeleri, dünya ile alakalı şeyler konuşmamaları İslâm adâbındandır.

Cenâze merasimlerinin ölen bir Müslüman’a yapılması gereken son bir vazife olması yanında, yaşayanlara yönelik ölümü hatırlatmak, âhireti düşünerek ibret almak gibi amaçları vardır. Bu nedenle cenâze törenlerinde bağırıp, çağırmak, yüksek sesle ağlamak, ölen kişileri alkışlamak, slogan atmak, ıslık, zılgıt, tezahürat yapmak caiz değildir. Bunlar dinimizin aslında bulunmayan bid’atlar; özden sapma tezahürleridir. İslâm alimleri, değil bu gibi taşkınlıkları, cenâze merasimlerinde yüksek sesle tekbir getirmeyi bile hoş karşılamamış, mekruh kabul etmişlerdir. Bu itibarla cenâze merasiminde hazır bulunanların sükûnet ve vakarla cenazeyi takip etmeleri gereklidir. Bu ölen kimseye gösterilecek saygının da bir gereğidir.

Tevâ

Sözlükte helâk olmak, mal helâk olmak, malın bir daha geri dönmesinden ümit kesmek anlamlarına gelen tevâ, bir fıkıh kavramı olarak, havâle akdinde, havâle edilen alacaklının (muhtâl), havâle eden asıl borçludan (muhîl) alacağını isteme hakkı doğuran sebepleri ifade etmektedir.

Havâle akdinde, borç eski borçlunun zimmetinden yeni borçlunun zimmetine geçer. Bu nedenle havâle edilen alacaklı, hakkını yeni borçludan ister; birinci borçludan alacağını talep etme yetkisine sahip değildir. Ancak tevâ durumunda alacaklı, hakkını havâleyi yapan eski borçludan talep edebilir. Tevâ hali ise, havâle edilen yeni borçlunun havâle işlemini inkar ederek yemin etmesi ve alacaklının da elinde bu konuda bir delilinin bulunmaması; yeni borçlunun iflas etmiş olarak vefat etmesi ya da sağ olduğu halde iflasına hükmedilmesi durumlarıdır.

Tevkîl

Tevkîl birini bir işte yerine vekil kılmak demektir. Vekil kılana müvekkil, bu işleme de vekâlet denir. (bk. Vekâlet)

Tevliye

Sözlükte birini bir işe idâreci kılmak, bir şeyden yüz çevirip uzaklaşmak gibi anlamlara gelen tevliye, bir fıkıh kavramı olarak, bir kimsenin almış olduğu malı, kendisine kaça mal olduğunu söyleyerek, kendisine mal oluş fiyatına satmasına denir.

Tevliye yoluyla satışta, satanın müşteriyi aldatmaması gerekir. Satıcının aldattığı, yani akit esnasında kendisine mal olan fiyattan daha yüksek bir fiyata mal olduğunu belirttiyse, bu miktar malın bedelinden düşürülür.

Teyemmüm

Sözlükte kastetmek, yönelmek anlamına gelen teyemmüm, dinî bir kavram olarak, su kullanma imkanı bulunmadığında, abdestsizlik, cünüplük gibi hükmî kirliliği gidermek maksadıyla temiz toprağa sürülen ellerle yüz ve iki kolun meshedilmesi şeklinde yapılan hükmî temizliği ifade etmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de, “eğer hasta iseniz, yolculukta bulunuyorsanız, tuvaletten gelmişseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız ve de su bulamamışsanız, temiz bir toprağa yönelip, onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin (teyemmüm edin)” buyurulmaktadır (Nisa 4/43; Maide 5/6).

Teyemmüm belirli mazeretlerin bulunması halinde, abdest ve guslün yerine geçen bir bedeldir. Bu mazeretler  suyu temin etme veya kullanma imkanının bulunmaması şeklinde özetlenebilir. Abdest veya gusle yetecek miktarda su bulunmaması, suyu kullanmanın sağlık açısından tehlikeli oluşu, suyu elde etme araç ve gerecinin bulunmaması, su ile arasında yırtıcı hayvan, düşman bulunması, vücudunun yarısından fazlasının yaralı olması bu tür mazeretlerdendir. Abdest alacak kimsenin abdest uzuvlarının, gusül edecek kimsenin ise vücudunun çoğunluğunun yaralı olması halinde teyemmüm eder. Uzuvlarının yarısından azında yara olması halinde sağlam olan organlarını yıkar, yaralı olanları ise mesheder. Abdest ile teyemmüm bir arada yapılmaz.

Teyemmümün farzları; niyet etmek ve temiz bir toprağa veya toprak cinsinden bir şeye eller vurularak yüzü ve kolları dirseklerle birlikte meshetmektir. Teyemmüm edecek kimse, ne için teyemmüm edeceğine niyet eder. Parmakları açık olarak ellerini temiz bir toprağa veya toprak cinsinden bir şeye elini vurur, ileri ve geri hareket ettirerek kaldırır, hafifçe birbirine vurarar ellerini silkeler. Ellerinin içiyle yüzünün tamamını bir kere mesheder. Sonra ikinci defa ellerini aynı şekilde vurur ve sol elin içi ile sağ kolunu dirseği ile birlikte mesheder; daha sonra da sağ elinin içiyle sol kolunu aynı şekilde mesheder.

Teyemmüme başlarken besmele çekmek, sıraya riayet etmek, eller toprağa vurulduğunda ileri geri hareket ettirmek, eller kaldırıldığında parmaktaki toz ve toprakları silkelemek teyemmümün sünnet ve âdabındandır.

Abdesti bozan şeyler teyemmümü de bozar. Bunun dışında, abdest veya gusle yetecek suyun bulunması, hastalığın iyileşmesi, suyu kullanma imkanının elde edilmesi gibi teyemmüm etmeyi mubah kılan mazeretlerin ortadan kalkması da teyemmümü bozar.

Tezvîc

Tezvîc evlendirme, nikahlama anlamına gelmektedir. (bk. Nikah)

Tilâvet Secdesi

Tilâvet Kur’an-ı Kerîm’i usulüne uygun olarak okumak demektir. Tilâvet secdesi ise, Kur’an’da on dört yerde geçen secde ayetlerinin okunması veya işitilmesi halinde yapılan secdeye denir.

Tilâvet secdesinin yapılması vâciptir. Namaz dışında secde ayetini okuyan veya secde ayetini işiten kişi, tilâvet secdesine niyet ederek tekbir alır ve secdeye gider. Üç defa sübhâne rabbiye’l-a’lâ dedikten sonra tekbir alarak secdeden kalkar ve semi’nâ ve ata’nâ gufrâneke rabbenâ ve ileyke’l-masîr der.

Namazda secde ayeti okunması halinde, kıraat eden kişi en çok üç ayet daha okuyup rükû’a eğilecekse, tilâvet secdesine niyet ederek rükû’a gider. Yapmış olduğu bu rükû aynı zamanda tilâvet secdesi yerine de geçer. Şayet rükû’a eğilmeyip de kıraata devam edecekse, tilâvet secdesine niyet ederek direkt olarak secdeye gider ve secdeyi tamamladıktan sonra doğrudan ayağa kalkar ve kaldığı yerden kıraata devam eder. Namaz içerisinde tilavet etmeye niyet etmek aklından tilâvet secdesi yapacağını geçirmekle yapılır; dil ile söylenmez.

Namazda okunan secde ayetini namazda olmayan bir kimse işitirse tilâvet secdesi yapar. Namazda olan kimse, namaz dışından bir kimsenin okuduğu secde ayetini işitirse, namazını tamamladıktan sonra secde yapar.

Tuma’nîn

Tuma’nîn kelimesi sözlükte, kalbin kanaat getirmesi, huzur bulmak anlamına gelmektedir. Dinî bir kavram olarak ta’dîl-i erkân kavramına yakın bir manada kullanılan tuma’nîn, yapılmakta olan rükne hakkının verildiğine kanaat getirilmesi ve yapılan işin içe sinmesi halini ifade eder. Hz. Peygamber namazın kılınışını anlatırken, “… rükû’a eğil ve uzuvların yerleşip rükne hakkını verince (tuma’nîn) dur, sonra da doğrul, daha sonra secdeye var ve hakkını verinceye kadar (tuma’nîn)  dur…” buyurmuşlardır (Tâc, I/175-176). Bu mânada tuma’nîn ta’dîl-i erkân içerisinde olup, riayet edilmesi vâciptir.

– U –

Udhiye

Udhiye, Allâh’a yakınlaşmak amacıyla, usulüne uygun olarak kurban edilen, belirli şartları taşıyan hayvan demektir. (bk. Kurban)

Ukûbât

Ukûbât cezâlar anlamına gelmektedir. Genel olarak furû-ı fıkıh, ibadet, muâmelât ve ukûbât şeklinde üç ana bölüme ayrılmış olup, ukûbât bölümünde cezâ hukuku işlenmiştir. (bk. Cezâ)

Umrâ

Umrâ, bir kimsenin, mülkiyeti kendinde kalmak kaydıyla, yaşadığı sürece ücretsiz olarak kullanmak üzere bir akarı diğerine vermesidir. Malikîlere göre sadaka, ihsan kabilinden olan bu işlem, bir nevi ariyet akdi olup, temlik ifade etmez. İkâmet edenin vefat etmesi üzerine ev, sahibine veya mirasçılarına geri döner. Ancak içerisinde Hanefîlerin de bulunduğu fakihlerin çoğunluğuna göre, “evimi sana umrâ yaptım” şeklinde sadece umrâ lafzının kullanılması halinde, bu bir hibedir, dolayısıyla ölümden sonra hibe edene geri gelmesi söz konusu değildir. Ancak, umrâ lafzını açıklayan bir kayıt getirilirse, sadece kullanımını veya evin ikametini verdiğini belirtirse geçerli olur ve ölümünden sonra geri döner.

Umre

Sözlükte ziyaret etmek anlamına gelen umre, dinî bir kavram olarak, özel bir şekilde Kabe’nin ziyaret edilmesini ifade etmektedir. Arafe, nahr ve teşrik günleri dışında senenin her zamanında yapılabilen bu ibadetin ömürde bir defa yapılması sünnet-i müekkededir. Ömürde bir defa yapılması sünnet-i müekkede olmakla birlikte daha fazla da yapılabilir. Hz. Peygamber, “Umre, kendisiyle diğer umre arasında işlenilen (küçük) günahlara kefarettir. Hacc-ı Mebrûr’un karşılığı ise ancak cennettir.” buyurmuştur (Buharî, Umre, 1; Müslim, Hacc, 437).

Umre için dışarıdan gelenlerin mîkât mahallerinde, Mekke’de bulunanların ise hill bölgesinde ihrama girmesi gerekir. İhram umrenin şartlarındandır. Umre yapmak isteyen kişi, umre yapmaya niyet eder ve telbiye okuyarak ihrama girer. Bundan sonra Kâbe’yi tavaf edip Safâ ile Merve arasında sa’y ettikten sonra tıraş olarak ihramdan çıkar. Umre’nin tek rüknü, Kabe’yi tavaf etmektir.  Sa’y ve tıraş olmak ise umrenin vaciplerindendir.

Umûmu Belvâ

Belvâ kelimesi musîbet, tecrübe anlamına gelmektedir. Umûmu belvâ ise, bir musîbet veya sıkıntının herkesi kapsayacak şekilde yaygın hale gelmesi demektir.

İslâm dini, kolaylık ve rahmet dinidir. Bu nedenle zarûret ve ihtiyaç hallerinde zarûretin derecesine göre hükümlerde esneklik sağlanarak bazı istisnalar getirilmiştir. Zarûret ve ihtiyaç durumlarında olduğu gibi, umumu belvâ, yani bir sıkıntının herkesi kapsayacak hale gelip neredeyse kaçınılması imkansız olması durumunda da kolaylıklar tanınmıştır. Meselâ, at ve kümes hayvanları dışındaki eti yenen ehlî hayvanların dışkı ve idrarları ile kuşların pisliklerinin, beden veya elbiseye bulaşması halinde, 1/4’ine kadar müsamaha ile karşılanması; kedi, fare, serbest dolaşan tavuk gibi evlerin çevresinde insanlarla yaşayan hayvanların artıklarının mekruh olmakla birlikte temiz kabul edilmesi bundan dolayıdır.

Urbûn

Urbûn kaporolu alışveriş ve cezâî şart anlamına gelmektedir. Aynı zamanda pişmanlık akçesi için de kullanılmaktadır. Urbûn, akdi kuvvetlendirmek maksadıyla, satıcının müşteriden bir meblağ alması ve müşterinin akdi yerine getirmesi halinde, alınan bu meblağın malın fiyatından düşülmesi; şayet müşteri infaz etmezse, alınan bu paranın satıcıya kalmasını ifade etmektedir. Urbun olarak isimlendirilen bu tür kaporalı satış, Hanbeli mezhebinde caiz görülmektedir. Tabiinden, Mücahid, İbn Sirin, Nafi’ b. Hars ve Zeyd bn Eslem de bu uygulamayı caiz görmüşlerdir. Hanbelîlerin caiz görmüş olduğu bu şart, Hz. Ömer’in tasvip ettiği bir uygulamaya dayanmaktadır.

Hanbelilerin caiz gördüğü urbun uygulaması, hem pişmanlık akçesine, hem de cezaî şarta uygun düşmektedir. Alacaklı, borçlunun edimi hiç veya gereği gibi ifa etmemesi ihtimaline karşı alacağını kuvvetlendirme yolları arayabilir. Bu amaçla alacaklı rehin ve kefalet gibi teminatlara başvurabileceği gibi akdin hiç veya gereği gibi ifa edilmemesi halinde borçluya belirli miktar para ödeme taahhüdünü de kabul ettirebilir.  Bu son halde cezaî şart söz konusu olur. Günümüz ticarî işlemlerinde bir teminat olarak kullanılan bu uygulama, modern hukukta da kabul edilmektedir. Bu bir manada, kişinin diğerine bekletmek ve işinden alıkoymak sebebiyle vereceği zararı tazmîn etme taahhüdüdür.

Urûz

Uruz altın ve para dışındaki mal, ticâret malı anlamına gelmektedir. Mecellede, para, hayvan, ölçek ve tartı ile alınıp satılan şeylerin dışında kalan eşya şeklinde tanımlanmıştır. Buna göre, kumaş, halı gibi şeyler urûzdur.

Usûl-i Fıkıh

Usûl metod, yöntem, kâide, asıllar ve kökler gibi anlamlara gelmektedir. Usûl-i fıkıh ise, özel bir ilmin adı olup, müçtehidin dînî amelî hükümleri tafsîlî delillerden çıkarabilmesine yarayan kuralların tümünü ifade eder. Türkçe’de buna fıkıh usulü de denilmektedir.

Fıkıh usulü ilmi, Hicrî ikinsi asrın sonlarında ortaya çıkmış olup, delillerden hüküm çıkarma metodunu, delillerin hüccet olma bakımından derece ve durumlarını inceler. Delilleri tertib edip, kimlerin şer’î hükümlere muhatap olduğunu, kimlerin hüküm çıkarma ehliyetine sahip olduğunu açıklar. Kısaca fakihin doğru yoldan sapmaması için hüküm çıkarırken bağlı kalması gereken metodla ilgili bütün hususlar fıkıh usulünün konusuna dahildir.

Fıkıh usulü eserlerinin kaleme alınışı konusunda, mütekellimîn metodu ve Hanefiyye metodu olmak üzere iki ayrı metod ortaya çıkmıştır. Mütekellimîn metoduna göre yapılan çalışmalar tamamen nazarîdir. Bu metodu benimseyen usulcüler, bir mezhebi dikkate almaksızın kaideleri ortaya koymaya çalışırlar. Bu kaideleri belirlerken, çıkacak neticenin kendi mezheplerinin görüşüne uyup uymadığına bakmazlar. Bu metoda Şafiiyye metodu adı da verilmektedir. Hanefiyye metodu ise, usulcüler, mezhep imamlarından nakledilen fıkhî çözümlere dayanarak, mezhep imamlarının içtihat ederken ve fıkhî meselelerin hükmünü verirken takip ettikleri usul kurallarını tespit etmeye çalışmışlardır. Hanefî mezhebi imamları fıkıh usulünü tedvin etmedikleri için, daha sonra gelenler bu metodla imamlarının usulünü belirlemeye çalışmışlardır. Her iki metodla eserler yazıldıktan sonra, bu iki metodu birleştiren eserler de yazılmıştır. Bu kitaplarda önce usul mücerret olarak ele alınmakta, sonra onun tatbikine geçilerek Hanefîlerin yolundan gidilmektedir.

Uşr

Arapça onda bir mansına gelen ‘uşr kelimesi, Türkçemizde, ziraat mahsulünden alınan zekat ile gümrük vergisini birbirinden ayırmak amacıyla farklı olarak okunmuştur. Ziraat mahsülünden alınan zekat için öşür denilirken, gümrük vergisi için ise uşr şeklinde okunmuştur. Buna göre bir fıkıh kavramı olarak uşr, gümrükten geçen ticârî mallardan alınan vergiye denir. Bu vergiyi toplayana ise âşir adı verilir. (Ziraat mahsülünün vergisi hakkında bk. Öşür)

Klasik fıkıh kitaplarında, gümrükten mal geçiren kişinin statüsüne göre, uygulanacak vergi oranları farklı olarak belirlenmiştir. Buna göre, gümrükten mal geçiren kimsenin Müslüman olaması halinde, ticaret malından kırkta bir oranında vergi alınır. Bu vergi aynı zamanda, ticaret malının zekatı yerine de geçmektedir. Bu verginin alınabilmesi için, zekatta olduğu gibi ticaret malının nisap miktarına ulaşması ve üzerinden bir yıl geçmesi şartı aranır. Gümrükten geçen şahsın zimmî olması halinde, yirmide bir oranında vergi alınır; harbî olması halinde ise, o ülkenin İslâm devleti vatandaşlarından aldığı oranda vergi alınır. Meselâ harbî olan (A) ülkesi Müslümanlardan 1/20 oranında vergi alıyor ise, İslâm devleti de o ülkenin vatandaşlarından 1/20 oranında gümrük vergisi alır. Ancak, söz konusu ülkenin ne kadar vergi aldığı bilinmiyor ise, onda bir oranında gümrük vergisi alınır. Bu, Hz. Ömer’in yapmış olduğu uygulamaya dayandırılmaktadır.

Günümüzde de uluslar arası ilişkilerde mütekâbiliyet esastır ve gümrük oranları karşılıklı anlaşmalarla belirlenmektedir. Hz. Ömer’in yapmış olduğu bu uygulama da göstermektedir ki, gümrük vergilerindeki oran, ülke menfaatleri ve günün şartlarına göre düzenlenebilir.

– Ü –

Ücret

İcâre akdinde menfaatin karşılığı olarak ödenen şeye ücret denir. (bk. İcâre)

Ülke

Bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların tümü, diyar, memleket anlamlarına gelmektedir. (bk. Dâr Kavramı)

Ümmü Veled

Kelime anlamı bakımından çocuk annesi demek olan ümmü veled, bir fıkıh kavramı olarak, efendisinden çocuk doğuran cariyeyi ifade etmektedir. Ümmü veled olması, câriyeye tanınan özel bir statü olup, bundan sonra satılması veya başkasına temlik edilmesi caiz değildir ve efendisinin ölümünden sonra hürriyetine kavuşur. Bununla birlikte efendisi sağ iken, ümmü veled olan cariyesini başkasıyla evlendirebilir, çalıştırabilir, hatta başkasının yanında işe gönderebilir. (bk. Câriye)

– V –

Vâcib

Sözlükte lazım, gerekli, lüzumlu anlamına gelen vâcib, bir fıkıh kavramı olarak, yapılması kesin ve bağlayıcı bir şekilde istenen fiildir. Talebin kesin ve bağlayıcı oluşu, talep sigasının kendisinden anlaşılabileceği gibi, bir fiilin terk edilmesi halinde ağır ceza terettüp edeceğinin bildirilmesinden de anlaşılabilir.

Fakihlerin çoğunluğuna göre farz ile vacip arasında bir fark yoktur. Hanefîlere göre ise, farz ve vâcibin her ikisi de, bağlayıcı ve kesin olarak yapılması istenen şeydir. Ancak farz, delâlet ve sabit olması bakımından kesin delille sabit olmuştur; vâcip ise, böyle kesin olmayan, zannî bir delille sabit olmuştur.

Farzda olduğu gibi vâcibin de, kesin olarak yapılması gerekir, yerine getiren sevabı, özürsüz olarak terk eden ise cezâyı haketmiş olur. Yerine getirilmesinin gerekliliği bakımdan ikisi arasında bir fark bulunmadığından Hanefîler buna amelî farz da demişlerdir. Ancak, farzı inkar eden kâfir olmakla birlikte, vâcibi inkar eden, zannî delille sabit olduğu için kâfir olmaz. Ayrıca dînî bir işte farzın terk edilmesi o ameli bâtıl yapmasına rağmen, vâcibin terk edilmesi ameli ibtal etmez, bir kefaret veya ceza ile telâfi edilebilir. Meselâ, haccın farzı olan Arafat vakfesinin terk edilmesi halinde hac batıl olur. Ancak vacip olan sa’yin terk edilmesi haccı batıl etmez; dem, yani bir koyun veya keçi kurban edilmesi gerekir.

Vadeli Alışveriş

Vadeli alışveriş, veresiye usulü satım, başka bir ifadeyle bedelin belirlenen bir süre sonunda ödenmesi şeklinde yapılan alışveriş şeklidir. Ticarî işlemlerin en yaygını olan bey’, mülkiyeti nakleden, bağlayıcı, iki taraflı, tam bir akittir. Satılan malın bedeli peşin olarak ödenebileceği gibi, vadeli veya taksitli de olabilir. Özellikle günümüz ekonomik şartlarında, alıcıya kolaylık sağlamak, sürümü artırmak, malı elinden çıkarmak amacıyla sıkça başvurulan bu alışveriş usulünde, taksit şekillerinin ve vadenin taraflarca bilinmesi gerekir.

Bu tür alışverişlerde vade farkı alınıp alınamayacağı bir problem olarak önümüze çıkmaktadır. Bazı alimler bunun bir akit içinde iki alışveriş olduğunu ve bunun da Hz. Peygamber tarafından yasaklandığını ileri sürerek caiz olmadığını söylemekte (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/394); bunda faiz ihtimali olduğunu belirtmektedirler. Buna karşılık çoğunluk ise, vadeli satışlarda, vade farkının alınabileceği görüşündedir. Günümüzün karmaşık ekonomik sistemi içerisinde ve enflasyonun hızla yükseldiği ticari ortamda, paranın değeri devamlı olarak düşmekte, eşyanın fiyatı ise artmaktadır. Satıcıların vadeli veya taksitli satışlarında, bunu göz önünde bulundurmamaları halinde, sattığı malının yerine yenisini alamayıp zarara girmesine sebep olacaktır.

Günümüzde benimsenen kağıt para rejiminde, paranın üzerinde yazılı rakam değil, her birinin temsil ettiği değer esas alınmaktadır. Dolayısıyla, borçların ödenmesinde de, alınan değer ile verilen değer arasında denklik sağlanması gerekir. Buna göre, paranın değer kaybetmesi halinde yapılacak ödemelerde, rakam olarak fazla ödemek suretiyle değer olarak eşitlik sağlanmış olacaktır. Bu şekilde bir anlayışla, paradaki değer kaybının ödettirilmesi, İslâm hukukunun kabul ettiği prensiplere ters düşmez. Zira, paranın satın alma gücü düştüğü halde, alacaklıya eski değer üzerinden ödemede bulunmak ona zarar vermek demektir. Halbuki, zarar vermek de, zarara karşılık zarar vermek de yasaklanmıştır (İmâm Mâlik, Muvatta’, Kitabu’l-Akdiye, H. No: 1426). Diğer taraftan Hz. Peygamber’in bir akit içinde iki satış yasağı, akit içerisinde iki fiyatın belirlenmesinde söz konusu olur. Halbuki vadeli alışverişlerde, akit kurulmadan önce peşin ve vadeli fiyatı belirtilmekte ve daha sonra akit bunlardan birisi üzerinde tahakkuk etmektedir. Akdin bu şekilde kurulması ve akit kesinleştikten sonra fiyatlarda bir belirsizlik söz konusu olmaması durumunda vade farkında bir sakınca bulunmamaktadır.

Vakfe

Sözlükte durmak, ayakta durmak, şüphe, yaya sarılan sinir gibi anlamlara gelen vakfe, dinî bir kavram olarak, hac yapan kimselerin, belirli vakitte Arafat ve Müzdelife’de durmasını ifade eder.

Arafat vakfesi,  hac yapan kişinin Zilhicce ayının 9. arafe günü, zeval vaktinden bayramın ilk günü tan yeri ağarıncaya kadar, Arafat’ın Urane vâdisi hariç herhangi bir yerinde bulunmasıdır. Arafat vakfesi, haccın iki rüknünden biri olup, farzdır. Hz. Peygamber, “Hac Arafat’tan ibarettir” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Menâsik, 57). Arefe günü zevalden bayramın birinci günü tan yeri ağarıncaya kadar, kısa bir süre de olsa Arafat’ta bulunmayan kimse hacca yetişmemiş olur. Daha sonraki yıllarda yeniden hac yapması gerekir. Vakfe zamanı içerisinde çok kısa bir an da olsa Arafat’ta bulunması yeterlidir. Vakfe yapan kimsenini, vakfeye niyet etmiş olup olmaması, bilerek veya bilmeden, uyanık veya uyku, baygınlık halinde de olsa vakfe yapılmış olur. Hatta yürüyerek veya bir vasıtayla geçmek bile vakfe yerine geçer. Ancak güneş batıncaya kadar Arafat’ta beklemek, Hanefîlere göre vacib, Şafiîlere göre ise sünnettir.

Zeval vaktinden önce Arafat bölgesinde bulunmak, mümkünse vakfe için gusletmek, öğle ile ikindi namazlarını cem’-i takdim yaparak öğle namazının vakti içinde birlikte kılmak, vakfe esnasında abdestli bulunmak, mümkün ise vakfeyi Cebel-i Rahme denilen tepenin yakınında yapmak, Arafat’ta bulunduğu sürece ibadetle meşgul olmak, telbiye, tekbir, tehlil, salavât getirip, istiğfarda bulunmak, kendisi, anne-babası ve bütün müminler için dua etmek, vakfeyi namazın peşinden yapmak, vakfeyi kıbleye dönerek yapmak vakfenin sünnetlerindendir. Ayrıca imamın öğle namazından önce hutbe okuması da sünnettir.

Müzdelife vakfesi, haccedenlerin arefe gününü, bayrama bağlayan, Zilhicce ayının 9’unu 10’una bağlayan gece, Minâ ile Arafat arasında, Harem sınırları içindeki Müzdelife denilen mekanda vakfe durmaları vaciptir. O geceyi burada geçirmek ise sünnettir.

Hacılar Arefe günü güneş battıktan sonra Arafat’tan Müzdelife’ye gelirler ve burada akşam ile yatsı namazını cem ederek, yatsı namazının vaktinde kılarlar. Sabaha kadar burada kalıp dua ederler. Bayram günü sabah namazını burada kıldıktan sonra Mina’ya hareket ederler. Müzdelife vakfesinin sahih olması için; vakfe yapanın hac için ihrama girmiş olması, Arafat vakfesini yapmış olması, Müzdelife sınırları içinde yapılması ve Zilhicce’nin 9’unu, 10’una bağlayan gece yapılması gerekir.

Vakıf

Sözlükte durmak, ayakta dikilmek, ayağa kalkmak, birini bir işe muttali kılmak, şüphe etmek, incelemek, alıkoymak gibi anlamlara gelen vakıf, bir fıkıh kavramı olarak, çıplak mülkiyeti kamuya, menfaati ise lehine vakıf tesis edilmiş bulunan hak sahiplerine ait olmak üzere bir malı bağışlamak veya bırakmak demektir. Vakfedilen mala mevkûf, vakfedene ise vâkıf denir.

Bir vakfın caiz olması için, vakıfta bulunan kişinin akıllı ve buluğ çağına erişmiş olması ve vakfın ebedî olması gerekir. Devamlı olmaksızın belirli bir süre için vakıf caiz değildir. Bunun dışında vakfedilen malın gayrimenkul  ve değişikliğe uğramayan mal olması gerekir. Ancak menkul olan mal, gayrimenkule bağlı olarak vakfedilebilir veya bunun vakfedilmesinde örf bulunması gerekir. Meselâ, arazi ile birlikte ekip biçmeye yarayan alet ve gereçler vakfedilebilir. Aynı şekilde, vakfedilmesinde örf bulunan, savaş silahı ve eğitim gereçleri ile nakil vasıtaları ve otomobil vakfedilebilir.

Tarih boyunca vakıflar toplum hayatında önemli roller üstlenmiştir. Müslüman toplumlarda vakıflar, devletin yetişemediği alanlarda, kamu hizmet ve yatırımlarını tamamlayıcı sivil inisiyatif ve örgütlenmeler olarak faaliyet göstermişlerdir. İslam medeniyetinin adetâ simgelerinden biri olan vakıflar, ilk dönemlerden beri, ordunun donatımına yardımcı olma, fakir ve kimsesizlere yiyecek ve barınak sağlama, hastaları tedavi ettirme, ilmin yayılmasını sağlayıcı araçları temin etme, öğrencileri destekleme, hayvanları koruma, ibadethane ve diğer kamu tesislerinin inşa, bakım ve onarımı gibi kamu hizmetleri kapsamına giren alanlarda faaliyet göstermişlerdir.

Vâkıf

Vâkıf, malını vakfeden kişi demektir. (bk. Vakıf)

Vâris

Vâris, vefat eden kimsenin geride bıraktığı mallarda hak sahibi olanlara denir. (bk. Ferâiz)

Vasî

Vasî, bir kimsenin, vasiyetini yerine getirmek veya mallarında ya da çocuklarının işlerinde tasarruf etmek üzere tayin ettiği kişiye denir.

Bir kimse sağlığında borçlarını ödemek, vasıyetini yerine getirmek üzere veya küçük çocuğuna bırakacağı malı muhafaza etmek ve çocuğunun ihtiyaçlarına sarf etmek üzere bir vasî tayin edebilir. Vasî olarak belirlediği kimse, vasiyette bulunan şahsa huzurunda vasîliği kabul etmediğini belirtmesi halinde vasiyet reddedilmiş olur gerçekleşmez. Ancak böyle bir red bulunmadığı takdirde vasî olarak belirlenmiş olur.

Vasî olarak tayin edilen kişi, güvenilir ve kendisine vasıyet edilen hususlarda tasarruf gücüne sahipse, bu vesâyet tasdik edilir. Zira vefat eden kimse güvenerek malını ona emanet etmiştir. Vasî güvenilir, fakat tasarruf gücüne sahip değilse hakim bunun yanında tasarruflarında yardımcı olacak ikinci bir kişi belirler. Ancak vasî fâsık, kâfir ya da köle ise onu azlederek yerine başkasını vasî olarak atar.

Vasî, yetimin malında, onun menfaatine tasarrufta bulunmalı, haklarını korumalıdır. Bu nedenle vasînin, hibe ve vasiyyetin kabulü gibi sırf yetimin menfaatine olan tasarrufları geçerlidir. Buna karşılık tamamen yetimin zararına tasarrufta bulunamaz. Bu çerçeveden olarak çocuğun malından borç veremez, hibe yapamaz. Fayda ve zarara muhtemel olan alışveriş gibi tasarrufları ise, çocuğun yararına olmak kaydıyla geçerlidir. Vasînin muhtâç olması halinde, aşırıya kaçmamak kaydıyla yetimin malından yiyebilir. Ancak ihtiyacı bulunmaması halinde, çocuğun malından yemesi caiz değildir.

Vasiyyet

Vasiyyet bir kimsenin vefatından sonraya bağlı olmak üzere bir malı veya menfaatini bir veya birkaç kişiye ya da bir hayır işine bırakmasına vasiyet denir. Ayrıca bir kimsenin kendisinin ölümünden sonra veya yokluğunda yapılmasını istediği şeye de vasiyyet denir. Vasiyyette bulunana mûsî, kendisine vasiyyet yapılan şahsa mûsâ leh, vasiyyet edilen mala da mûsâ bih denir.

Mirastan payları belirlenen kişiler dışındaki kişilere vasiyette bulunmak mendûb olup, kişinin malının üçte birinde geçerlidir. Malının üçte birinden azını vasıyet etmek müstehaptır. Hz. Peygamber, malının tamamını, üçte ikisini, yarısını ve üçte birini vasiyyet etmek isteyip de kendisine soran kimseye “Üçte birini ver. Hatta üçte biri de çok. Senin vârislerini zenginler olarak bırakman, halka ihtiyaçlarını açan fakirler olarak bırakmandan daha hayırlıdır.” buyurmuşlardır (Buhâri, Vesâyâ, 2, 3, Ferâiz, 6; Müslim, Vesâyâ, 5).

Bununla birlikte bir kimse malının üçte birinden fazlasını vasiyet ederse, bu vasiyyetin geçerli olması mirasçılarının iznine bağlıdır. Vârislerin, vasiyette bulunan kişinin sağlığında vasiyeti kabul etmeleri geçerli değildir; vefatından sonra kabul etmesi gerekir. Aynı şekilde, küçük yaştaki çocuğun icazeti de muteber değildir. Vasiyyet ancak teberruu sahih olan mallarda geçerlidir.

Vaz’u’l-Haml

Va’z’ul-haml, doğum yapmak anlamına gelir. İslâm hukukunda, kadının doğum yapmasına bazı hükümler bağlanmıştır. Bunlardan en önemlisi iddet konusundadır. Hamile kadının iddeti doğum yapmasıyla sona erer. Ancak eşinin vefat etmesinden dolayı iddet bekleyen kadın doğum ile dört ay on günden hangisi daha çok ise onu bekler. (bk. İddet)

Vedîa

bk. Emânet.

Vedy

Vedy, idrardan sonra gelen ve prostatın salgılarından olan yapışkan, beyaz ve bulanık sıvının ismidir. Bazen ağır yük taşımaktan da gelebilir. Vedy abdesti bozmakla birlikte, guslü gerektirmez. Hanefî mezhebine göre vedy necaset-i galiza, yani kaba pislik olduğundan, bir dirhemden çok çamaşıra bulaşması halinde namaza manidir; yıkanması gerekir.

Vekâlet

Sözlükte muhafaza etme, koruma anlamına gelen vekâlet, bir fıkıh terimi olarak, hakkında niyabet geçerli olan konularda, bir kimsenin bizzat kendisinin de yapabileceği bir hukukî işlem için başkasını yetkili kılmasını ifade etmektedir. Vekâlet verene müvekkil, hukukî temsilciye vekîl, vekaletin konusuna ise müvekkel bih veya müvekkel bih denir.

Vekâlet akdi, diğer akitler gibi îcâb ve kabul ile kurulur. Vekâlet veren kişinin ve vekîlinin ehliyetli olmaları gerekir. Ayrıca müvekkilin vekâletin konusunda yetkili olmalı; vekilin de bunu yerine getirmeye gücü yeter olmalıdır. Vekâlet akdinin sahih olması için, vekâletin konusunun dinen caiz olması ve hakkında niyabet geçerli olan bir husus olması gerekir. Bu nedenle, şarap satışı konusunda vekâlet caiz olmadığı gibi, hakkında niyabet geçerli olmayan namaz kılmak, oruç tutmak gibi ibadetlerde de vekâlet söz konusu değildir.

Vekâlet konusu bakımından umumî vekâlet ve hususî vekâlet kısımlarına ayrılır. Umûmî vekâlet, genel olarak verilen bir vekâlet olup, vekîl alışveriş, kira, hibe, borç gibi bütün hukukî işlemlerde ve mahkemede temsil konusunda yetkilidir. Boşaması veya malını vakfetmesi konusunda ise ihtilaf bulunmaktadır. Aksi ispat edilmedikçe geçerlidir görüşünde bulunanlar olduğu gibi bu konularda yetkili olmadığını söyleyenler de vardır. Hakkın zayi olmaması ve telâfisi güç hatalara yol açmaması için, bu konularda sarih vekâletin aranması ve müvekkilin sözünün itibara alınması daha uygun olacaktır. Husûsî vekâlet ise, belirli bir konuda müvekkili temsil etmektir. Sadece arabanın satışına vekâlet vermek, mahkemede temsil yetkisi vermek böyledir.

Vekâlet bir kayıtla sınırlandırılması bakımından da mutlak ve mukayyed şeklinde ikiye ayrılır. Mutlak vekâlet, herhangi bir zaman, mekan veya benzeri şeyle sınırlandırılmayan bir vekâlettir. Meselâ bir araba alması konusunda birine vekâlet verme böyledir. Mukayyed vekâlet ise, zaman, mekan, fiyat, marka veya benzeri kayıtlarla sınırlandırılan vekâlet şeklidir. Meselâ, Ankara oto pazarından bir araba alması veya belirli bir marka ya da renkte bir otomobil alması konusunda verilen vekâlet böyledir.

Vekîl, kendisine vekâlet veren kimsenin belirlemiş olduğu kayıtlara uymakla mükelleftir. Bunun dışında, alışveriş, kira gibi muavazalı işlemler dışındaki hukuki işlemlerde vekil, tasarrufu müvekkili adına yaptığını belirtmesi gerekir. Bu şartlara uymadığı takdirde, vekilin tasarrufu müvekkili bağlamaz. Bunun dışında vekilin şartlarını taşıyan tasarruflarının hakları müvekkile ait olur.

Vekîl

Sözlükte temsilci, koruyucu, kendisine dayanılıp işleri havale edilen anlamlarına gelmektedir. Bu manada Kur’an-ı Kerim’de vekil kelimesi Yüce Allah’ın ismi olarak koruyucu, muhafız, murakıp, şahit, kendine güvenilip dayanılan ve işler havale edilen anlamında geçmiştir (Al-i İmrân 3/173; Hûd 11/12; Müzzemmil 73/9; Kasas 28/28). Bunun dışında, insanların sıfatı olarak da, muhafız, koruyucu anlamında kullanılmıştır (Şurâ 42/6; Yunus 10/108). Bir fıkıh terimi olarak vekîl ise, sözlük anlamına uygun olarak, kanûnî temsilci, birisi adına iş yürüten kişi demektir. (bk. Vekâlet)

Velâyet

Sözlükte idâre etmek, düzenlemek, yaklaşmak, işini üzerine almak, yardım etmek, sevmek, salâhiyet gibi anlamlara gelen velâyet, dinî bir kavram olarak, velîlik, ermişlik, Allâh dostu olmak, dostluk sadakat, başkası üzerinde söz ve tasarruf hakkı manalarını ifade etmektedir.

Fıkıh alanında velâyet ise, başkası üzerindeki tasarruf ve söz hakkını ifade etmekte olup, başkaları adına onların rızaları aranmaksızın hukukî işlemde bulunma yetkisi anlamına gelmektedir. Bu yetkiye sahip kimseye velî denir. Bu manada velâyet genel olarak velâyet-i âmme ve velâyet-i hâssa olarak ikiye ayrılır. Ayrıca bu iki kısımdan biri içerisinde olmakla birlikte, yetki alanına veya konusuna göre de velâyet çeşitli isimler almıştır. Meselâ velâyet-i cerâim, velâyet-i kazâ, velâyet-i kısas, velâyet-i nikah, velâyet-i zatiyye bunlardandır.

Velâyet-i âmme; umum mallara ve fertlere şamil olan velayettir. Devlet başkanı, onu temsil eden, onun adına iş gören valî, hakim gibi genel olarak velâyet hakkına sahip kişilerdir. Velâyet-i hâssa ise, kâsır olan kişinin malî ve şahsî işlerini yürütmek üzere, kanunla veya mahkeme kararıyla tayin edilen velînin velâyet hakkını ifade eder. Babanın, dedenin, amcanın velâyeti böyledir. Velâyet-i hâss, velâyet-i icbâr ve velâyet-i ihtiyar olmak üzere ikiye ayrılır. Velâyet-i icbâr, velâyet-i altında bulunan kimsenin rızasını almadan hakkında tasarrufta bulunma yetkisini, velâyet-i ihtiyâr ise, zorlayıcı olmayan, velâyeti altında bulunan kimsenin rızasıyla onun hakkında tasarrufta bulunabilme yetkisini ifade etmektedir.

Vesâyet sadece malî tasarruflarda söz konusu iken, velâyet kâsırın, yani çocuk, deli, bunak ve diğer mahcûr kişilerin mallarında ve şahsî işlerinde tasarruf yetkisine sahiptir. Velâyette öncelik hakkı babaya aittir. Bundan sonra babanın belirlemiş olduğu vasî gelir. Daha sonra sırasıyla dede, dedenin belirlediği vasî, hakim, hakimin atamış olduğu vâsi gelir.

Veled-i Zinâ

Veled-i zinâ, nikahsız dünyaya gelen, nesebi sabit olmayan zinâ mahsulü çocuk demektir. İslâm dininde, kimsenin suçunu başkası yüklenmez. Suç ve ceza şahsîdir. Bu nedenle, zinâ mahsulü çocuk ile sahih nesepli çocuk arasında, hukuk karşısında ve itibar yönünden  bir fark yoktur.

Velî

Sözlükte bir işi üstlenen, idareci, yetkili gibi anlamlara gelen velî, dinî bir kavram olarak, ermiş, Allâh dostu, dost, hakîm ve idâreci manalarında hem Allâh’ın sıfatı hem de insanların sıfatı olarak kullanılmıştır. Fıkıh alanında velî, başkalarının üzerinde veya onların hakkında tasarruf  etme yetkisine sahip kişi anlamına gelmektedir. Bu yetkiye ise velâyet denir. (bk. Velâyet)

Velîme

Kelime anlamı itibarıyla her türlü mutluluk veren hadise üzerine verilen ziyafete velîme denilmekle birlikte, bir tabir olarak düğün yemeğinin özel ismi heline gelmiştir. Nikahın alenî olaması ve halka ilan edilmesi esastır. Bu nedenle şahitsiz nikah muteber kabul edilmemiştir. Nikâhı ilan etmenin ve bu mutluluğu paylaşmanın en güzel yollarından biri de evlenenlerin eş, dost, yakın ve akrabalarının davet edilerek ziyafet verilmesidir. Bu nedenle velîme, yanı düğün yemeği müstehab kabul edilmiştir. Hz. Peygamber, “bir koyunla da olsa düğün yemeği verin” buyurmuştur (Buharî, Nikah, 68).

Düğün yemeğinde, içki, dinin yasaklamış olduğu aşırılıklar ve eğlence şekli bulunmamalı; davette sınıf ve makan ayrımı yapılmayıp toplumun her kesimi çağırılmalıdır. Düğünde dinin yasakları çiğnenmeksizin eğlenilmesinde bir sakınca bulunmadığı gibi, Hz. Peygamber de bunu hoş karşılamıştır. Hz. Aişe validemiz anlatıyor: “Bir kadını, ensârdan bir erkekle evlendirmiştik. Rasûlullah (sas) ‘Ey Aişe! Eğlenceniz yok mu? Zira ensâr eğlenceyi sever!’ buyurdular.”  (Buhari, Nikah, 63).

Verâset

Varâset, vefat eden kimsenin geride bıraktığı malların, mîras yoluyla, bu malda hakkı olan şahıslara intikal etmesine denir. (bk. Ferâiz)

Veresiye

Veresiye vadeli alışveriş anlamına gelir. (bk. Vadeli Alışveriş)

Vesk

Vesk, eskiden kullanılan bir ölçeğin ismi olup, bir deve yükü anlamına gelmektedir. Genellikle ziraat mahsullerinin ölçüldüğü bu ağırlık ölçüsü, 60 sa’dır. Sâ’ın bölgelere göre farklı olması sebebiyle bir vesk Hicazlılara göre 320 rıtl; Iraklılara göre ise 460 rıtl gelmektedir. Buna göre bir vesk, yaklaşık 175 kg. gelmektedir.

Vitr

Sözlükte tek, yalnız anlamına gelen vitr, dinî bir kavram olarak, yatsı namazından sonra kılınan üç rek’atli bir namazdır. Buna vitir namazı anlamına salât-ı vitr de denir.

Vitir namazı, Ebû Hanîfe’ye göre vâcib; diğerlerine göre ise sünnet-i müekkededir. Hz. Peygamber, “Vitir her müslüman üzerine bir haktır (vazifedir).” buyurmuştur (Ebû Dâvud, Salât,  338; Nesâî, Salâtu’l-Leyl, 40).

Vitir namazının her rek’atinde fatiha ve zammu sure okunur, ikinci rek’atin sonunda oturularak sadece tahiyyât duası okunur; üçüncü rek’atte kıraat tamamlandıktan sonra kunut yapılır. Vacib olan bu namaz, yatsı namazından sonra sabah namazının vakti girinceye kadar kılınabilir. Gecenin sonunda uyanabileceğine inanan kimsenin vitir namazını gecenin sonunda, yani imsak vaktinden bir müddet önce kılması daha iyidir (Müslim, Müsafirin 162; Tirmizî, Salât, 334). Ancak uyanamayacağı endişesinde bulunan kimse yatsıdan hemen sonra da kılabilir. Vitir namazını kılamayan daha sonra kaza eder.

Vücûb

Vücûb, Şâri’in, kesin ve bağlayıcı bir şekilde bir fiilin yapılmasını istemesi demektir. Yapılması istenen fiile vâcib denir. (bk. Vacib)

Vücub Ehliyeti

bk. Ehliyet.

Vücûh Şirketi (Şeriket-i Vücûh)

Ortakların sermayesiz, sadece kredileriyle kurdukları kredi ve itibar ortaklığıdır. (bk. Şirket)

Vudû’

bk. Abdest.

– Y –

Yağmur Duası

bk. İstiskâ

Yemîn

Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, and içmek, kasem gibi anlamlara gelen yemîn, dinî bir kavram olarak, bir kimsenin Allâh’ın adını veya sıfatını zikrederek sözünü kuvvetlendirmesi demektir. Yemin, sözü kuvvetlendirmesi ve yalan yere yeminin büyük günah olması sebebiyle mahkemelerde başka bir delil bulunmadığında delil olarak kabul edilmiştir. (bk. Nükûl). Bunun dışında köle azât etme ve boşamaya bağlı olarak yapılan ve bazı fıkhî sonuçlar doğuran sözlere de yemin denilmiştir.

Sözün kuvvetlendirilmesi için Allâh’ın adı veya sıfatı anılarak yapılan yemin üç çeşittir: Yemîn-i lağv, yemîn-i gamûs ve yemîn-i mün’akide.

Yemîn-i lağv; bir şeyin öyle olduğunu zannederek yapılan yemindir. Birini görmediği halde gördüğünü zannederek “vallahi gördüm” demesi böyledir. Ayrıca sözünü kuvvetlendirme niyeti bulunmaksızın, yemin kastı olmaksızın yemin sözlerini söylemek de yemîn-i lağv olarak kabul edilmiştir. Bu şekilde yapılan yeminlerde, yemin edenin herhangi bir kastı olmadığı için Allâh’ın bağışlayacağı umulur; yeminden dolayı keffaret de gerekmez. Kur’an-ı Kerîm’de, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerden dolayı sorumlu tutulmayacağı bildirilmiştir (Bakara 2/225; Mâide 5/89). Bununla birlikte, ağız alışkanlığıyla konuşurken ikide bir yemin edenlerin bu alışkanlıklarından vaz geçmek için çalışmaları gerekir.

Yemîn-i gamûs; geçmiş zamanda meydana gelmeyen bir işin olduğuna veya yapılan bir şeyin olmadığına bilerek yalan yere yemin etmektir. Bu yemin büyük günah olup, sahibini günaha daldırdığı için bu isim verilmiştir. Bilerek ve Allâh’ın adını anarak yalan yere yapılan yeminin bağışlanması için keffaret yeterli olmadığından; keffâret vacip kılınmamıştır. Gamûs yemîni yapan kimsenin gerçekten pişman olarak ve bir daha böyle bir hataya düşmemek üzere Allah’tan af dilemesi gerekir. Yalan yere yaptığı yemin sebebiyle başkasının hakkının zayi olmasına sebep oldu ise, bu zararı tazmîn edip onlardan helallik istemelidir.

Yemîn-i mün’akide; mümkün ve geleceğe ait bir şeyi yapmak veya yapmamak üzere yapmış olduğu yemindir. Bir kimsenin şu işi yapacağım veya yapmayacağım diye yemin etmesi böyledir. Yeminin sahih olması için yemin edenin akıllı, buluğ çağına erişmiş ve müslüman olması gerekir. Ayrıca bu sözüyle yemini kastetmiş olmalıdır. Bunun yanında yeminin Allâh’ın isimlerinden biriyle veya O’nun sıfatlarıyla yapılmış olması gerekir. Allâh ve sıfatları dışında başka şeylere yemin edilmez. Bu nedenle, Kâbe, Kur’an, Peygamber üzerine yapılan yeminler muteber değildir. Aynı şekilde Allâh’ın sıfatı olmakla birlikte daha çok Allâh’tan başkaları için kullanılan sıfatlar üzerine de yemin edilmez. Meselâ Allâh’ın ilmi üzerine yemin edilmesi böyledir.

Bu yemin ileride yapılacak bir işe Allâh’ın şahit tutulması olduğundan, yerine getirilmelidir. Yerine getirilmemesi halinde yemin bozulmuş olur; keffâret ödenmesi gerekir. Yemînin keffâreti ise, on fakiri doyurmak veya giydirmek ya da köle azât etmektir. Buna gücü yetmeyen kimse üç gün peşpeşe oruç tutar. Yüce Allâh, “Allâh sizi kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı değil, fakat kalplerinizin kastettiği yeminlerden dolay sorumlu tutar. Yemînin keffâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on fakiri yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle âzât etmektir. Bulamayan üç gün oruç tutmalıdır; yemininizin keffâreti budur. Yemin ettiğinizde yeminlerinizi tutun. Şükredesiniz diye Allâh size böylece ayetlerini açıklıyor.” buyurmaktadır (Mâide 5/89).

Farz veya vacip olan bir şeyi yapmamaya; haram ve günah olan bir şeyi yapmaya edilen yeminin yerine getirilmeyip keffâret verilmesi gerekir. Mendûb olan bir şeyi yapmamaya veya mekrûh olan bir şeyi yapmaya yemin eden kimsenin yeminini bozup keffâret vermesi daha uygundur. Mubah konularda yapılan yeminlerde ise, yeminin bozulmaması gerekir. Şayet yeminini bozar ise keffâret vermesi gerekir. Yeminin bilerek veya unutarak ya da baskı altında bozulması arasında fark yoktur; keffâret verilmesi gerekir.

Yetim

Yetim, babası ölmüş ve henüz ergenlik çağına ulaşmayan çocuk demektir. İslâm dini, yetimlerin korunup gözetilmesi, onların yetiştirilerek topluma kazandırılması için gerekli tedbirleri almış, bunlarla ilgili özel hükümler koymuştur. Kur’an-ı Kerîm’de, devlet hazinesinden ve savaş gelirlerinden yetimlere pay ayrıldığı bildirilmektedir (Enfâl 8/41; Haşr 59/7). Bunun dışında inananların da mali yönden yetimlere destek olmaları tavsiye edilmiştir (Bakara 2/215) ve yetimlere iyi muamele edenler övülmüştür (İnsan 76/8). Hz. Peygamber, “Kendisine veya başkasına ait herhangi bir yetimi görüp gözetmeyi üstlenen kimse ile ben, Cennet’te işte şöyleyiz” diyerek şehadet parmağıyla orta parmağını işaret etmişlerdir (Müslim, Zühd, 2). Buna karşılık, yetime kötü davranıp, yardım elini uzatmayanlar kınanmıştır (Fecr 89/17; Maun 107/2).

İslâm dini, sadece yetimlere iyi davranmakla kalmamış, onların mallarını korumayı ve yetimleri yetiştirerek rüşt çağına ulaştıklarında mallarını kendilerine vermeyi, onların evlilikleriyle de ilgilenmeyi bir vazife olarak yüklemiştir (Nisâ 4/2, 3, 5, 6, 10; En’âm 6/152).

Yevm-i Nahr

Yevmm-i Nahr kurban kesim günü demektir. Çoğulu eyyâm-ı nahrdir. (bk. Eyyâm-ı Nahr)

Yevm-i Şekk

Kelime anlamiyle şüpheli gün demek olan yevm-i şekk, dinî bir kavram olarak, Şaban ayının 30’u mu yoksa Ramazan’ın 1. günü mü olduğunda şüphe edilen güne verilen addır.

İslâm’ın 5 temel esasından biri olan orucun, Ramazan ayında tutulması gerekir (Bakara 2/184-185). Mükellef olan bir kişinin Ramazan ayına ulaşması halinde, oruç tutması farz olur.

Ramazan ayı kameri bir ay olduğundan, başlangıcı ve bitişi ayın hareketlerine göre belirlenmektedir. Bu konuda Hz. Peygamber; “Ramazan hilalini görünce oruca başlayınız ve Şevval hilalini görünce de bayram ediniz. Hava bulutlu olursa, içinde bulunduğunuz ayı 30’a tamamlayın.” buyurmuşlardır (Buhari, Savm 5; Müslim, Sıyam 3-4). Bundan hareketle, Şaban ayının 29’unda, havanın bulutlu olması sebebiyle hilal görülemez de, bir sonraki günün Ramazana ait olduğunda şüphe meydana gelirse, bu güne “yevm-i şek” denilmiş ve bu günde oruç tutmak mekruh sayılmıştır. Fakat Şaban ayının tamamını oruçla geçiren kimsenin bu günde oruç tutmasında sakınca yoktur.

Ancak, günümüzde ayın ve güneşin hareketleri tam olarak tespit edilmekte; nerede hangi saatte, kaç dereceyle hilâlin görüleceği önceden bilinmektedir. Bu nedenle Ramazan ayının tarihi tam olarak tespit edilebilmekte ve bir günün Ramazan’a mı yoksa Şaban ayına mı ait oduğu konusunda şüpheye düşülmemektedir. Dolayısıyla günümüzde yevm-i şek söz konusu değildir.

Yolcu

bk. Misafir.

– Z –

Zâhir

Sözlükte açık, âşikâr, dış, gâlip, bir şeye vâkıf olan gibi anlamlara gelen zâhir, bir fıkıh terimi olarak, delâlet bakımından açık olan lafızlardan biri olup, kendisinden çıkarılan hüküm sözün asıl sevk sebebi olmamakla birlikte, haricî bir karineye ihtiyaç duymayacak şekilde bu manaya delâlet eden lafızdır. Meselâ, “Faiz yiyenler kıyamet günü ancak şeytan çarpmış gibi kabirlerinden kalkarlar. Bu onların, fâiz alışveriş gibidir demelerindendir. Oysa Allâh, alışverişi helâl, fâizi ise haram kılmıştır.” ayeti (Bakara 2/275), faizin haram oluşunu ve fâiz ile alışveriş arasında fark bulunduğunu bildirmek için gönderilmekle birlikte, lafzın zahiri, alışverişin helal olduğuna delâlet etmektedir.

Aksine delil bulunmadıkça, lafızdan çıkan zâhir manaya göre amel etmek gerekir. Zâhir, lafzın ifade ettiği manaya ve içine aldığı teklifî hükme açık bir şekilde delâlet etmekle birlikte, tahsis, te’vîl ve neshi kabul eder. Bu nedenle zahirde ihtimal bulunduğundan delâlet bakımından kesinliği, nass, müfesser ve muhkemden daha azdır.

Zâhiru’r-Rivâye

Kelime olarak rivayetin açık olanı anlamına gelen zâhiru’r-rivâye, Hanefîlerden İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî’nin yazdığı eserlerden bir bölümüne verilen özel bir isimder.

İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin talebelerinden biri olan İmam Muhammed, Hanefî mezhebinde çok sayıda eser veren biridir. Bu nedenle kendisine, Hanefî mezhebinin nâkili denilmiştir. İmam Muhammed, el-Asl (el-Mebsût), el-Câmiu’s-Sağîr, el-Câmiu’l-Kebîr, es-Siyerü’s-Sağîr, es-Siyerü’l-Kebîr, ez-Ziyâdât ve Ziyâdâdü’z-Ziyâdât adlı eserleriyle, Hanefî fıkhının görüşlerini nakletmiştir. Hanefî fıkhının temelini teşkil eden bu kitaplar tevâtür veya şöhret derecesinde nakledildiğinden, bunlara zâhiru’r-rivâye denilmiştir.

İmam Muhammed’in yazmış olduğu bu altı kitabı, Hâkim-i Şehîd Ebû Fazl Muhammed Mervezî, Kâfî isimli kitapta toplamıştır. Hanefî fakihlerinden Şemsüleimme Serahsî, bu kitabı Mebsût ismiyle şerh etmiştir. Bunun dışında İmam Muhammed’in yazmış olduğu kitaplardan Asl veya diğer ismiyle Mebsût, Şeyhülislam Hâherzâde, Şemsüleimme Hulvânî, Şeyhülislâm İsbîcâbî, Fahrulislâm Ali Pezdevî ve Sadrulislâm Muhammed Pezdevî tarafından şerh edilmiştir. Bu şerhler yazarlarının isimlerine nisbetle Mebsût-ı Hâherzâde, Mebsût-ı Hulvânî, Mebsût-ı Pezdevî şeklinde anılırlar.

Zâmin

Zâmin, birine veya bir şeye kefil olmak demektir. (bk. Kefâlet) Ayrıca başkasına verdiği zararı veya sebep olduğu zararı telâfî eden ödeyen anlamına da gelmektedir. Zararın ödenmesine ise tazmînât denir. (Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bk. Tazmînât, Haksız Fiil, İtlâf, Diyet, Gurre)

Zammu Sûre

Kelime anlamı itibariyle zammu sûre, sure bitiştirmek anlamına gelmektedir. Dinî bir kavram olarak zammu sûre, namazda ayakta iken, Fâtiha suresinden sonra bir sure veya üç ayet okumak demektir. Hanefî mezhebine göre farz namazların ilk iki rek’atinde, diğer namazların her rek’atinde Fatiha suresinden sonra bir sure veya en az üç ayet okumak vaciptir. Kasıtlı olarak terk edilmesi halinde namazın tekrar kılınması vaciptir. Ancak unutarak veya yanılıp da terk edilirse, sehiv secdesi yapılması gerekir. Namazın yeniden kılınmasına gerek yoktur. Cemaatle kılınan namazlarda imamın kıraati, kendisene uyanların kıraatinin de yerine geçtiğinden, cemaat fatiha ve zammu sureyi okumaz. İmam açıktan okuyorsa susarak onu dinler; içinden okuyorsa bir şey okumadan bekler.

Zarûret

Sözlükte meşakkat, ihtiyaç, çaresizlik anlamına gelen zarûret, dinî bir kavram olarak, insanın defetme imkânı olmayan ve nefsine veya bazı uzuvlarına zarar getirecek bir tehlike içerisine düşmesi halidir. Ayrıca İslâm hukukunda ihtiyaçlar da zarûret menzilesinde kabul edilmiştir. Buna göre zarûret, insanın canına, uzuvlarına, kişiliğine, aklına, malına veya bunların tabiilerine bir zararın veya eziyetin gelmesinden korkulan tehlike veya şiddetli meşakkat halidir. Ölümle tehdit, hastalık, çölde aç ve susuz kalmak böyledir.

Zarûret halinin tespitinde, ibâdet ve muâmelâtın ayrı ayrı göz önünde bulundurularak örfe itibar edilmesi gerekir. Ayrıca zarûret halinin oluşması için tehlikenin mevcut olması, tehlikenin mülzim olması ve zarûret halini ortadan kaldıracak meşru başka bir yol bulunmaması gerekir.

İslâm dini, kolaylık ve rahmet dinidir. Bu nedenle zarûret ve ihtiyaç hallerinde zarûretin derecesine göre hükümlerde esneklik sağlanarak bazı istisnalar getirilmiştir. Ancak bunda haddi aşmamak ve gönülden meyletmemek gerekir. Kur’an-ı Kerim’de, “Şüphesiz Allah size ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, arzulamaksızın ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir.” buyurulmaktadır (Bakara 2/173). Zarûret veya ihtiyaç hallerinde yasakları yapmaya, farz ve vacipleri terk etmeye izin veren bu istisnaî hükümlere ruhsat denir. (bk. Ruhsat, İkrâh, Umûmu Belvâ)

Zebh

Zebh kesmek, boğazlamak demektir. Eti yenen kara hayvanlarının etlerinin helal olması için, usulüne uygun olarak kesilmesi gerekir. Usulüne uygun olarak kesim, besmele çekilerek, hayvanın yemek ve nefes boruları ile iki şah damarının veya iki şah damarından birinin kesilmesi şeklinde yapılır.

Hayvanı kesecek kimsenin, akıl ve temyiz gücüne sahip, Müslüman veya Ehl-i kitap olması gerekir. Hayvanı kesenin ergenlik çağına gelmiş olması şart değildir. Mümeyyiz olan, yani yaptığını ve söylediğini bilen çocuğun kestiği helaldir. Hayvanı kesen kimsenin kadın veya erkek olması fark etmediği gibi, temiz olanlarla cünüp veya hayızlı olması arasında da bir fark yoktur; hepsinin kestiği yenir.

Her işte güzeli öngören dinimiz; hayvan kesiminin de, en iyi bir şekilde yapılmasını emretmiştir. Kesilecek hayvana eziyet verilmemelidir. Hayvanlar ehil kişiler tarafından kesilmeli, mümkünse uyuşturulmalı ve kesim işlemi süratli bir şekilde gerçekleştirilmelidir. Aynı şekilde, kesimde, gelişen teknolojiden istifade edilmeli, temizliğe ve ekolojik dengenin korunmasına özen gösterilmelidir.

Zekât

Sözlükte artma, çoğalma, temizlik, bereket, iyi hal ve övgü anlamlarına gelen zekât, dinî bir terim olarak, belirli bir malın bir kısmının Allâh rızası için muayyen kişilere verilmesi demektir.

Zekat, İslâm’ın beş temel esasından farz bir ibadet olup, hicretin ikinci yılında Medine’de farz kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin…” (Bakara, 2/43, 110; Hac, 22/78; Nur, 24/56; Mücadele, 58/13; Müzzemmil, 73/20); “Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin, arıtıp yücelteceğin bir sadaka al ve onlar için dua et; çünkü senin duan onlara huzur verir. Allah işitendir, bilendir.” (Tevbe, 9/103) buyrulmaktadır.

Bir kimsenin zekât vermekle mükellef olması için müslüman, akıllı, buluğ çağına erişmiş olması ve hür olması gerekir. Bunun yanında, borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla olarak nisap miktarı mala sahip olması gerekir. Nisap, zekat, sadaka-i fıtır, kurban gibi ibadetler için din tarafından konulan bir zenginlik ölçüsüdür. (bk. Nisap) Ayrıca nisap miktarı mala sahip olan kimsenin zekâtla mükellef olması için, bu malın namî olması ve üstünden bir yıl geçmesi gerekir. Nâmi olması ise, malın, sahibine kazanç ve fayda sağlar durumda olması demektir. (bk. Nemâ)

Zekâta tabî mallar Kur’an-ı Kerim’de, altın ve gümüş (Tevbe 9/34), dediği tahıllar ve meyveler (En’am 141), ticaret ve benzeri işlerden elde edilen kazançlar (Bakara 2/276), madenler ve benzeri yer altı servetleri (Bakara 2/276) ve diğer mallar (Tevbe 9/103; Zâriyât 51/19) şeklinde belirlenmiştir.

Genel olarak malların zekâtı kırkta bir oranındadır. Ancak tarım ürünlerinde masraflı olup olmamasına göre yirmide bir ve onda bir oranındadır. Hayvanlarda ise özel olarak hayvanın cinsine göre ayrı ayrı belirlenmiştir.

Zekât Tevbe suresinin 60. ayetinde belirtildiği gibi fakirlere, miskinlere, borçlulara, yolda kalmışlara, Allah yolunda olanlara, kalbi İslâm’a ısındırılanlara ve esir ve kölelikten kurtulmak isteyen esir ve kölelere verilir. Zekât bunların tamamına taksim edilebileceği gibi, bunlardan bir veya bir kaçına da verilebilir. Zekât anne, baba, büyükanne ve büyükbabalara, çocuklara ve torunlara verilemez. Aynı şekilde gayrimüslime, zengine de zekat verilmez.

Zelletü’l-Kârî

Kelime anlamı itibariyle okuyucunun ayağının sürçmesi, okuyucunun yanılması anlamına gelen zelletü’l-kârî, dinî bir kavram olarak, namazda kıraatte yanılmayı ifade eder. Buna lahn de denir. (bk. Lahn)

Zengin

Nisap miktarı mala sahip kişiye zengin denir. (bk. Nisap)

Zerâyi’

Sözlükte vesîle, sebep anlamına gelen zerîa kelimesinin çoğulu olan zerâyi’, bir fıkıh terimi olarak, hüküm çıkarmada kullanılan fer’î delillerden olup, harama vasıta olan şeyin haram, helâle vâsıta olan şeyin helâl, vâcip için zarûrî olan şeyin vâcip olmasını ifade eder.

İslâm hukukunda hükümler, maksatlar ve vesîleler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Maksatlar (Mekâsıt), maslahat ve mefsedetleri teşkil eder. Vesîleler (Vesâil), maslahat veya mefsedetlere yol açan şeylerdir. Vesîleler hüküm bakımından vasıta oldukları şeylere benzerler; harama vesîle olan haram, helâle vesîle olan helâldir.

Zerâyi’de asıl olan fiillerin sonucunun göz önünde bulundurulmasıdır. Allâh Teâlâ da, işlerin sonucunun göz önünde bulundurması gerektiğine ayet-i kerimede işaret etmektedir: “Allah’tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilmeyerek Allah’a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini câzip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.” (En’am 6/108). Zerâyi, özellikle sedd-i zerâyi (haram ve kötülüklere vesîle olanın haram olması), fakihlerin çoğunluğuna göre delil olarak kabul edilmiştir.

Zevâid

Sözlükte artan, fazlalık, ilâve anlamına gelen zâid kelimesinin çoğulu olan zevâid, dinî literatürde, zevâid kitapları,  zevâid sünnetler ve zevâid tekbirleri şeklinde terkip halinde kullanılmıştır.

Zevâid kitapları, hadis ilminde bir çeşit hadis kitabı için kullanılmaktadır. Bunlar, bir veya daha fazla hadis kitabı esas alınarak, bunda bulunmadığı halde başka hadis kitaplarında bulunan hadisleri toplamak gayesiyle, diğer hadis kitaplarıyla mukayese edilmek suretiyle yazılan kitaplardır.

Zevâid sünnetler (sünnet-i zevâid), Hz. Peygamber’in, dini tebliğ ve açıklama niteliği taşımayan, bir insan olarak yapmış olduğu fiillerdir. Hz. Peygamber’in yemesi, içmesi, giyinmesi böyledir. (bk. Mendûb)

Zevâid tekbirleri, Bayram namazlarının birinci rek’atında iftitah tekbiri ve “sübhaneke” duasının okunmasından sonra, fatiha suresinin okunmasından önce üç ve ikinci rek’atte rükudan önce üç olmak üzere fazladan alınan altı tekbire denir. (bk Bayram Namazı)

Zevâl

Güneşin tepe noktasını geçmesine zeval denir. Zeval, örfî gündüzün tam ortasına denk gelir. Meselâ örfî gündüz 12 saat ise, bunun yarısı olan 6’nın güneşin doğuş vaktine eklenmesi ile bulunan zaman zeval vaktidir. Görünüşe göre  güneş, gökteki yolunun yarısını kat etmiştir; o zamana kadar her şeyin gölgesi batıya doğru düşerken, bundan sonra doğuya doğru düşmeye başlar.

Zevi’l-Erham

Kelime anlamı itibariyle, yakın akrabalar anlamına gelen zevi’l-erhâm, bir fıkıh terimi olarak, mirasta asabe ve belirli hisse sahibi (ashab-i ferâiz) olmadıkları halde, bunlar bulunmadığında mirastan pay alan kimselere verilen addır. Bunlar teyze, hala, kızın oğlu, annenin babası gibi akrabalardır.

Bu grupta yer alan akrabaların mirasçılıkları ve mirastan ne kadar hisse alacakları konusunda açık bir delil bulunmadığından, bu konuda müçtehitler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmına göre, vefat edenle zevi’l-erhâmdan olan kişiyi bağlayan vasıta itibara alınır ve bunun alacağı pay verilir. Bir kısmına göre ise asabe gibi mirasçı olurlar. Hanefîlere göre bu ikinci metot tercih edilmiştir. Buna göre zevi’l-erhâm asabe gibi mirasçı olur; yakın olun uzak olanı düşürür. Eşit olduklarında aralarında eşit olarak paylaştırılır. Erkek ile kadın karışık olması halinde ikili birli taksim edilir.

Zıhâr

Sözlükte iki elbise birbirine uyup, birini diğeri üzerine giymek, yardım etmek anlamlarına gelen zıhâr, ıstılahta erkeğin eşine, onu kendisine haram kılmak maksadıyla “sen bana anamın sırtı gibisin” demesidir.

Zıhâr cahiliye döneminde erkeklerin eşlerini boşamak için kullandıkları bir usuldü. Ancak İslâm dini, bu sözü asıl manasına çevirerek, yeniden bir düzenleme yapmıştır. Buna göre; bir kimsenin eşini, annesi, kız kardeşi, halası, teyzesi gibi kendisiyle evlenmesi ebedî yasak olan bir kimsenin, sırtı, karnı, baldırı gibi bakılması haram olan bir uzvuna benzetmesi zıhârdır. Zıhar yapan kimsenin, keffâret ödemeden eşiyle cinsî münasebette bulunması, ona dokunması ve öpmesi helâl değildir. Zıhârın keffâreti ise, imkân dahilinde ise, zıharda bulunan kişinin köle azâd etmesi, bunu bulamaması halinde 60 gün peşi peşine oruç tutması, buna da güç yetiremez ise 60 fakiri doyurmasıdır (Mücâdele 58/3-4). Keffâret olarak tutulacak oruç günlerinin arasında Ramazan günlerinin, Ramazan Bayramının birinci ve Kurban Bayramının dört gününü bulunmaması gerekir.

Zî Rahim

Zî rahim, nesep yönünden akraba demektir. Bunlardan evlenilmesi haram olanlara ise zî rahim-i mahrem denir. Bunlar ise, anne, baba, dedeler ve nineler, çocuklar ve torunlar, kardeşler ve kardeş çocukları ile amca, hala, dayı ve teyzelerdir. Bunların dışında kalan kuzenler zî rahim olmakla birlikte, zî rahim-i mahrem değildir.

Zimmî

Zimmî, İslâm ülkesinde, devletle yaptığı bir anlaşma ile devletin himâye ve güvencesi altında yaşayan gayrimüslim vatandaşın genel adıdır. Bütün insanlara kuca açan İslâm dini, müslümanlarla gayrimüslimlerin bir arada yaşamalarını temel ilke olarak kabul etmiştir. Bu çerçeveden olmak üzere, gayrimüslim vatandaş statüsünde bulunan zimmîler, müslümanlar gibi İslâm devletinin vatandaşı olup, bütün temel hak ve sorumluluklar bakımından müslümanlarla eşit olarak kabul edilmiştir. Ancak İslâm ümmetinden sayılmadıklarından ve devletin bekası ve menfaatleri göz önünde bulundurularak, devletin temel kuruluşu ve işleyişinde, stratejik önemi haiz mevkilerde görev verilmemiştir. Bunun dışında zekât, keffâret gibi dini karakterli sorumuluklar yüklenmemiş, bunun yerine cizye denilen bir tür vergi alınmıştır.

İslâm devletinin himâyesi altında bulunan zimmîler, dinlerinde, dinlerinin gereği olan ibadetleri yerine getirmede, hatta kendi aralarındaki yargılanmada ve diğer bütün temel insan hak ve hürriyetlerini kullanmada serbesttirler. Hz. Peygamber, zimmîye zulüm ve haksızlık yapmayı, gücünün üstünde vergi yüklemeyi, arzusu dışında bir şeyini almayı yasaklamış; haksız yere bir zimmîyi öldürenin cennetin kokusunu bile duyamayacağını bildirmiştir (Sahih-i İbn Hibbân, XI/238, H. No: 4880-4881). Bu sebeple tarih boyunca İslâm toplumları içerisinde gayrimüslimler varlıklarını devam ettirmişler, dinlerini muhafaza etmişlerdir.

Zinâ

Zinâ, evlilik dışı cinsel ilişki anlamına gelmekte olup, dinen kesinlikle yasaklanmış büyük günahlardandır. İslâmî hükümlerin gerçekleştirmeye çalıştığı ve nassların açıkladığı hakîkî ve gerçek 5 maslahattan birisi de neslin muhafazasıdır. Neslin korunması, bütün insan türünü korumak ve yeni nesillerin yetiştirilmesi anlamına gelir. Bu ise, ancak evlilik hayatının düzenlenmesi ve evlilik hayatına, kişilerin ırz ve namuslarına yönelik saldırı ve tecavüzlerin önlenmesiyle gerçekleşir.

Bu nedenle zinâ, en şiddetli bir şekilde yasaklanmış ve zinâ edenler için hem dünyada, hem de ahirette cezâ öngörülmüştür. Çünkü zinâ, sadece tarafları ve onların yakınlarını ilgilendiren şahsî bir suç değil, bütün toplumu ilgilendiren; toplumun temel taşını oluşturan aileyi kökünden sarsan, insanlardaki namus ve iffet duygusunu rencide eden, ahlaksızlığın yaygınlaşmasına neden olan sosyal bir suç, cinayettir. Kur’an-ı Kerim’de, “Zinâya yaklaşmayın, çünkü o bir hayasızlıktır. O ne kötü bir yoldur” (İsrâ 17/32) denilmek suretiyle zinânın çirkinliği ve kaçınılması gerektiği bildirilmiş; ayrıca dünyevî cezâları hususunda da, “Zinâ eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allâh’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onlara merhametiniz Allâh’ın dinini (yerine getirme) konusunda sizi alıkoymasın” hükmünü vermiştir (Nûr 24/2).

Zinânın önlenebilmesi için sadece sert cezâî tedbirlerin alınması yeterli değildir. Aynı zamanda zinaya götüren ve zinayı kolaylaştıran yolların tıkanması, cinsel duyguları tahrik edici ve sömürücü yayın ve telkinlerin kontrol altına alınması gerekir. Ayrıca fertlerin manevî eğitiminin sağlanması, evliliğin kolaylaştırılması ve evlilik müessesesinin korunması zarûrîdir. Yüce Allah, “ahlaksızlığın açığına da gizlisine de yaklaşmayın” buyurmaktadır (En’âm 6/151).

Zirâ’

Sözlükte kol, insanın dirseğinden elinin orta parmağının ucuna kadar olan kısmını ifade eden zirâ’, ıstılahta, eskiden kullanılan bir çeşit uzunluk ölçüsü biriminin adıdır. Günümüzde kabul edilen ondalık sisteme dayalı santimetre, metre gibi ölçülere göre, bir zirâ’ 64 cm.’dir.

Zünnâr

Zünnâr, Hristiyan rahiplerin bellerine taktıkları bir tip kuşaktır. Hz. Ömer döneminde, gayrimüslimlerin Müslümanlardan ayırdedilebilmesi için zünnâr takmaları mecbur kılınmıştır. Bu nedenle o dönemlerde zünnâr, gayrimüslimlerin alameti haline gelmiştir. Bundan hareketle klasik fıkıh kitaplarında zünnâr takanların kâfir olacağı kaydedilmiştir. Ancak günümüzde, böyle bir ayrım ve alâmet söz konusu değildir.

Züyûf

Züyûf, kalp para, katkısı çok olduğu için reddedilen altın ve gümüş anlamlarına gelmektedir.

 

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir